![]() |
Cevap: HEP BİRLİKTE okuyoruz, sorguluyoruz, değişiyoruz (OSHO yardımlı) Sevgi enerjini zehirleyerek senin içinde bir bölünme yarattılar; seni ikiye bölüp, içinde bir düşman yarattılar. Bir iç savaş yarattılar ve o yüzden sürekli çatışma halindesin. Bu çatışma senin enerjini dağıtıyor; o yüzden hayatın sana zevk ve neşe vermiyor. Bu enerjiyle birlikte taşınıyorsun; donuk, yavan, sönük oluyorsun, zekân köreliyor. Sevgi, zekâyı keskinleştirir, korku köreltir. Senin zeki olmanı kim ister? Herhalde gücü elinde tutanlar değil. Senin zeki olmanı nasıl istesinler? Eğer zeki olursan onların stratejilerini, oyunlarını görmeye başlarsın. Onlar senin aptal ve vasat olmanı istiyor. İş söz konusu olduğu zaman verimli olmanı istiyorlar ama zeki olmana karşılar; o nedenle insanoğlu potansiyelinin ancak en alt seviyesini ortaya koyabiliyor. Bilimsel araştırmacılar sıradan bir insanın hayatı boyunca zekâ potansiyelinin sadece yüzde beşini kullandığını söylüyor. Sıradan insan sadece yüzde beş kullanıyor. Peki ya sıradan olmayanlar? Peki ya bir Albert Einstein, bir Mozart, bir Beethoven? Araştırmacılar bu çok yetenekli insanların bile yüzde ondan fazla kullanmadığını ifade ediyor. Ve dahi olarak tanımladığımız kişiler bile sadece yüzde on beş kullanıyor. |
Cevap: HEP BİRLİKTE okuyoruz, sorguluyoruz, değişiyoruz (OSHO yardımlı) Herkesin potansiyelinin yüzde yüzünü kullandığı bir dünyayı düşün... o zaman tanrılar dünyayı kıskanır, o zaman tanrılar dünyada doğmak ister. O zaman dünya bir cennet olur. Süper bir cennet olur. Şu anda bir cehennem. Eğer bir insan kendi başına bırakılırsa, zehirlenmezse, o zaman sevgi basit olur, hem de çok basit. O zaman bir sorun yaşanmaz. Yatağında, aşağı doğru akan bir nehir gibi, buharlaşıp yükselen su gibi, çiçek açan ağaçlar ya da öten kuşlar gibi olur. Bunlar kadar doğal ve kendiliğinden olur. Ancak insan rahat bırakılmaz. Çocuk doğar doğmaz, zalimler onun enerjisini ezmek için üzerine atlar ve onu o kadar derinlemesine çarpıtırlar ki, o kişi sahte bir hayat sürdüğünün, düzmece bir hayat sürdüğünün hiçbir zaman farkına bile varamaz. O yüzden yaşamak için doğduğu hayatı, ona bahşedilen hayatı yaşayamaz; gerçek ruhunu yansıtmayan, sentetik ve plastik bir yaşam sürer. O yüzden milyonlarca insan bu kadar büyük bir ıstırap içinde, çünkü bir noktada yanlış yola saptıklarını, aslında kendileri olmadıklarını, hayatlarında bir şeylerin temelde yanlış olduğunu hissederler. |
Cevap: HEP BİRLİKTE okuyoruz, sorguluyoruz, değişiyoruz (OSHO yardımlı) Sevgi enerjini zehirleyerek senin içinde bir bölünme yarattılar; seni ikiye bölüp, içinde bir düşman yarattılar. Bir iç savaş yarattılar ve o yüzden sürekli çatışma halindesin. Bu çatışma senin enerjini dağıtıyor; o yüzden hayatın sana zevk ve neşe vermiyor. Bu enerjiyle birlikte taşınıyorsun; donuk, yavan, sönük oluyorsun, zekân köreliyor. Sevgi, zekâyı keskinleştirir, korku köreltir. Senin zeki olmanı kim ister? Herhalde gücü elinde tutanlar değil. Senin zeki olmanı nasıl istesinler? Eğer zeki olursan onların stratejilerini, oyunlarını görmeye başlarsın. Onlar senin aptal ve vasat olmanı istiyor. İş söz konusu olduğu zaman verimli olmanı istiyorlar ama zeki olmana karşılar; o nedenle insanoğlu potansiyelinin ancak en alt seviyesini ortaya koyabiliyor. Bilimsel araştırmacılar sıradan bir insanın hayatı boyunca zekâ potansiyelinin sadece yüzde beşini kullandığını söylüyor. Sıradan insan sadece yüzde beş kullanıyor. Peki ya sıradan olmayanlar? Peki ya bir Albert Einstein, bir Mozart, bir Beethoven? Araştırmacılar bu çok yetenekli insanların bile yüzde ondan fazla kullanmadığını ifade ediyor. Ve dahi olarak tanımladığımız kişiler bile sadece yüzde on beş kullanıyor. Eğer bir çocuğun doğal bir şekilde büyümesine yardımcı olunur, izin verilirse sevgi çok basit olur. Eğer çocuğun doğayla ve kendisiyle uyum içinde olmasına yardımcı olunursa, çocuğun doğal ve kendisi olması, kendisi üzerinde yanan bir ışık olması için her türlü destek ve cesaret verilirse, o zaman sevgi çok basit olur. İnsan sadece sevgi olacaktır! Nefret neredeyse imkansız hale gelir çünkü birinden nefret etmeden önce, bu zehri kendi içinde yaratman gerekiyor. Bir şeyi başkasına ancak sende varsa verebilirsin. O yüzden de nefret edebilmen için içinin nefret dolu olması gerekir. Nefret dolu olmak ise cehennemde acı çekmek demektir. Nefret dolu olmak ateşte yanmak demektir. Nefret dolu olmak, en önce kendini yaralaman anlamına geliyor. Bir başkasını yaralamadan önce kendini yaralaman gerekiyor. Diğeri yaralanmayabilir, bu ona bağlı olacaktır. Ancak kesin olan bir şey var: Nefret etmeden önce uzun bir sıkıntı ve ıstırap yaşaman gerekiyor. Diğer kişi belki nefretini kabul etmeyip, onu geri çevirecek. Diğer kişi bir Buda olabilir ve senin nefretine kahkahalarla gülebilir. Seni affedebilir, tepki vermeyebilir. Eğer tepki vermiyorsa onu yaralaman mümkün olmayabilir. Eğer onu rahatsız edemiyorsan, ne yapabilirsin? Onun karşısında kendini güçsüz hissedersin. |
Cevap: HEP BİRLİKTE okuyoruz, sorguluyoruz, değişiyoruz (OSHO yardımlı) Bu durumda, diğerinin yaralanacağı kesin değildir. Ama kesin olan bir şey var: Eğer birinden nefret ediyorsan, önce kendi ruhunu sayısız şekilde yaralaman gerekiyor; başkalarına zehir atabilmek için önce bu zehri içinde biriktirmen gerekiyor. Nefret doğal değildir. Sevgi bir sağlık belirtisidir; nefret ise hastalık durumudur. Tıpkı hastalık gibi doğal olmayan bir şeydir. Ancak doğa ile bağını kopardığın zaman, varoluşla uyum içinde olmadığın zaman, kendinle uyum içinde olmadığın zaman, en derinindeki özle uyum içinde olmadığın zaman ortaya çıkar. O zaman hasta olursun; psikolojik, ve ruhsal olarak hasta. Nefret, yalnızca bir hastalığı gösterir; sevgi ise sağlık, bütünlük ve kutsallığın işaretidir. |
Cevap: HEP BİRLİKTE okuyoruz, sorguluyoruz, değişiyoruz (OSHO yardımlı) Sevgi en doğal şeylerden biri olmalıdır; ama değil. Tam aksine, en zor şeylerden biri olmuştur; neredeyse mümkün olmayan bir şey. Nefret kolaylaşmış durumda; nefret için eğitilip hazırlandın. Hindu olmak demek, Müslümanlar, Hıristiyanlar, Yahudiler için nefret dolu olmaktır; Hıristiyan olmak, diğer dinler için nefret dolu olmak demektir. Milliyetçi olmak, diğer milletlerden nefret etmek demektir. Sevmenin tek bir yolunu biliyorsun, bu da başkalarından nefret etmek. Ülkeni sevdiğini, ancak başka ülkelerden nefret ederek gösterebiliyorsun. Kilisene duyduğun sevgiyi ancak başka kiliselerden nefret ederek gösteriyorsun. Berbat durumdasın! |
Cevap: HEP BİRLİKTE okuyoruz, sorguluyoruz, değişiyoruz (OSHO yardımlı) Bu sözde dinler sürekli sevgiden söz ediyor ama bu dünyada giderek daha da fazla nefret yaratmaktan başka bir şey yapmıyorlar. Hıristiyanlar sevgiden söz ediyor ama din adına birçok savaşlar, Haçlı Seferleri yarattılar. Müslümanlar sevgiden söz ediyor ama onlar da cihatlar, dini savaşlar yaratıyorlar. Hindular sevgiden söz ediyor ama eğer dini yazıtlarına bakarsan nefret dolu olduklarını, diğer dinlere yönelik nefret içinde olduklarını görürsün. Ve bizler bütün bu saçmalıkları kabulleniyoruz! Bunları direnmeden kabulleniyoruz çünkü bunları kabul etmeye şartlandırılmış durumdayız. Bize hayatın böyle olduğu öğretildi. O nedenle de kendi doğanı sürekli inkar ediyorsun. Sevgi zehirlenmiştir ama yok edilmemiştir. Bu zehir atılabilir, sisteminden çıkarılabilir; arınabilirsin. Toplumun sana zorla benimsettiği her şeyi kusabilirsin. Bütün inançları ve şartlandırmaları geride bırakabilirsin: Özgür olabilirsin. Eğer sen özgür olmaya karar verirsen toplum seni sonsuza dek köle olarak tutamaz. |
Cevap: HEP BİRLİKTE okuyoruz, sorguluyoruz, değişiyoruz (OSHO yardımlı) Artık eski kalıpları geride bırakıp, yeni bir yaşam biçimine başlamanın zamanı geldi; doğal bir hayat tarzı, zalim olmayan bir hayat tarzı, her şeyden elini eteğini çekmiş değil, şenlikli bir hayat. O zaman nefret giderek daha da fazla imkansızlaşacaktır. Nasıl hastalık sağlığın karşı kutbuysa, nefret de sevginin karşı kutbudur. Ama hastalığı seçmeye ihtiyacın yok. Hastalık, sağlığın sahip olmadığı birkaç avantaja sahiptir; bu avantajlara bağlanma. Nefretin de sevginin sahip olamadığı birkaç avantajı vardır. O yüzden çok dikkatli olmalısın. Hasta insana herkes daha duyarlı davranır, kimse onu incitmez, herkes ona söylediklerini dikkatle tartar çünkü o çok hastadır. Odak noktasında kalır, herkesin merkezinde yer alır - aile, arkadaşlar - merkezdeki insan olur, önemli birine dönüşür. Eğer bu öneme, bu ego doyumuna çok fazla bağlanırsa bir daha sağlıklı olmak istemez. Hastalığa kendisi tutunur. Psikologlar birçok insanın hasta olmanın avantajları nedeniyle hastalıklarına bağlandığını ifade ediyor. Hastalıklarına o kadar uzun zamandır yatırım yapıyorlar ki, o hastalığa dört elle sarıldıklarını tamamen unutuyorlar. Eğer sağlıklarına kavuşurlarsa tekrar bir hiç olacaklarından korkuyorlar. |
Cevap: HEP BİRLİKTE okuyoruz, sorguluyoruz, değişiyoruz (OSHO yardımlı) Bunu da sen öğretiyorsun. Küçük bir çocuk hastalandığı zaman bütün ailenin ilgi odağı oluyor. Bu tamamen bilime aykırı bir şey. Çocuk hastalandığı zaman gereğini yap ama çok fazla üzerine eğilme. Bu çok tehlikeli çünkü eğer hastalıkla senin ilgin arasında bir bağ kurulursa... eğer tekrar tekrar olursa, bu zaten kaçınılmazdır. Çocuk ne zaman hastalansa bütün ailenin odak noktası olur: Baba gelir, yanına oturur ve nasıl olduğunu sorar, doktor gelir, komşular ziyarete gelir, arkadaşları arar ve gelenler hediye falan getirmeye başlar. Bütün bunlara çok fazla bağlanabilir; bu durum egosu için o kadar besleyici olmaya başlar ki, bir daha iyileşmek istemez. Eğer bu yaşanırsa, sağlığa kavuşmak imkansız olur. Artık hiçbir ilaç faydalı olmaz. O kişi hastalığa kararlı bir şekilde bağlanmış olur. Birçok insanın, çoğunluğun başına bu gelmiştir. |
Cevap: HEP BİRLİKTE okuyoruz, sorguluyoruz, değişiyoruz (OSHO yardımlı) Nefret ettiğin zaman egon tatmin olur. Ego ancak nefret ettiği sürece var olabilir; çünkü nefret sayesinde kendini üstün hissediyorsun, nefret sayesinde kendini soyutluyorsun, nefret sayesinde kendini tanımlıyorsun. Nefret sayesinde belirli bir kimliğe sahip oluyorsun. Sevgide egonun yok olması gerekir. Sevgide artık ayrı değilsin. Sevgi, başkalarıyla aynı potada erimeni sağlıyor. O bir buluşmadır, bir kaynaşmadır. Eğer egoya çok fazla bağlanırsan, o zaman nefret etmek kolaydır ve sevmek ise en zorudur. Dikkatli ve tetikte ol: Nefret, egonun gölgesidir. Sevgi için büyük bir cesarete ihtiyaç vardır. Çok büyük bir cesarete ihtiyaç vardır çünkü egonun kurban edilmesi gerekmektedir. Sadece bir hiç olmaya hazır olabilen insanlar sevebilir. Sadece bir hiç olmaya hazır olanlar, egolarından tamamen arınmış olanlar, bilenemeyenden gelecek olan sevgi hediyesini almayı başarabilirler. |
Cevap: HEP BİRLİKTE okuyoruz, sorguluyoruz, değişiyoruz (OSHO yardımlı) EGO KORKAKLIKTIR. Korkaklık, egonun sadece bir parçası değil, egonun tamamıdır. Böyle olması kaçınılmazdır çünkü ego sürekli teşhir edilme korkusuyla yaşar: İçi boştur, aslında öyle bir şey yoktur; o sadece bir görünümdür, gerçeklik değil. Ne zaman bir şey sadece bir görüntüyse, bir serapsa, tam merkezinde korku olması kaçınılmazdır. Çöldeyken uzakta bir serap görüyorsun. O kadar gerçekçi görünüyor ki, aslında varolmayan suyun içinde, civardaki ağaçların yansımasını bile görüyorsun. Ağaçları görüyorsun, sudaki yansımasını bile görüyorsun; su dalgalanıyor ve ağaçların yansıması da bu dalgalarla birlikte titriyor. Ama bütün bunları uzaktan görüyorsun. Yakınlaştığın zaman serap yok olmaya başlıyor. Aslında orada bir şey yoktu; gördüğün sadece güneş ışıklarının çölün sıcak kumlarındaki yansımasıydı. Bu yansımada ve güneş ışıklarının dönüşünde bir vaha serabı yaratılıyor. Ancak bu durum sadece uzaktan baktığın zaman varolabiliyor; yakınlaştığın zaman böyle bir şey olmadığını görüyorsun. Yakınlaşınca sadece sıcak kumu ve yansıyan güneş ışıklarını görüyorsun. |
Cevap: HEP BİRLİKTE okuyoruz, sorguluyoruz, değişiyoruz (OSHO yardımlı) Farklı bir bağlamda anlaması daha kolay olacaktır. Aya baktığın zaman onun güzelliğini ve dingin ışığını görüyorsun. Ancak ilk astronotlar çok şaşırdı çünkü aya yaklaştıkları zaman bir ışık olmadığını gördüler. Ay sadece düz ve çorak bir toprak parçasıydı... bitki örtüsü ya da herhangi bir yaşam yoktu, cansız bir kaya parçası. Ancak ayda dolaşırken dünyaya baktıkları zaman hayretler içinde kaldılar: Dünya çok güzel bir ışıkla parlıyordu. Bu ışıkla kıyaslandığı zaman, ay ve ayın güzelliği çok sönük kalıyordu. Dünya, aydan sekiz kat daha büyük olduğu için ışığı da sekiz kat daha yoğundu. Astronotlar bunun gerçek olmadığını biliyordu ama gözleriyle görüyordu. Böyle bir şey yoktu... çok garip bir şey: Astronotlar dünyadayken, ayın çok güzel bir beyaz ışık yaydığını görüyordu. Ayın yüzeyinden baktıkları zaman ise ay sadece cansız bir kaya parçasıydı ve dünya çok güzel bir ışıkla parıldıyordu. Dünyayı biliyorlardı, hayatları boyunca burada yaşamışlardı ama hiç böyle bir şey görmemişlerdi. Güneş ışığının yansımasını görmek için uzaktan bakmak gerekir. Dünya da ışık yayıyor. Güneş ışığı dünyaya ulaştığı zaman bir kısmı dünya tarafından emiliyor ancak çoğu geri yansıyor. Bu yansıyan ışığı ancak dünyadan çok uzakta olduğun zaman görebilirsin; aksi taktirde göremezsin. |
Cevap: HEP BİRLİKTE okuyoruz, sorguluyoruz, değişiyoruz (OSHO yardımlı) Ego aslında varolmayan bir olgudur. Senden uzakta olan insanlar onu hissedebilir, görebilir ve ondan incinebilir. Senin tek endişen onları kendine fazla yaklaştırmamaktır. Herkes başkalarını belirli bir mesafede tutmaya çalışıyor çünkü insanların fazla yaklaşmasına izin vermek demek kendi boşluğunun kapılarını açmak demektir. Ego diye bir şey yoktur. Ancak sen egonla o kadar özdeşleşmişsin ki, egonun ölümünü, egonun kaybolmasını sanki senin ölümünmüş gibi hissediyorsun. Bu doğru değil; tam tersine, ego öldüğü zaman gerçek benliğini, içindeki özünü hissedeceksin. |
Cevap: HEP BİRLİKTE okuyoruz, sorguluyoruz, değişiyoruz (OSHO yardımlı) Egoist biri her zaman korkak olacaktır. Hiçbir yakınlığa izin veremez. Dostluk, sevgi ve hatta normal arkadaşlık bile tehlikelidir. Adolf Hitler odasında birinin uyumasına asla izin vermezdi. O her zaman yalnız uyur, kapıyı içeriden kilitlerdi. Hiç evlenmedi, çünkü çok basit bir nedeni vardı: Eğer evlenirsen, eşinin odaya gimesine izin vermek zorunda kalırsın. Sadece odaya değil, yatağına da almak zorunda kalacaktı. Bu fazla yakın olacaktı ve fazla tehlikeliydi. Hiçbir dostu yoktu. İnsanlarla arasına her zaman bir mesafe koyuyordu; hayatı boyunca onun omuzuna elini koymuş tek bir kişi bile yoktu. Bu kadar yakınlığa izin veremezdi. Korktuğu neydi? Bu kadar korkmasının nedeni neydi? Böyle bir yakınlığa izin verdiği an, "büyük Adolf Hitler'in" büyüklüğünün kaybolacağından korkuyordu. Onu fazlasıyla küçük, pigme gibi bir yaratık olarak görebilirdin, hiçbir büyüklüğü yoktu. O büyüklük sadece posterlerde, yapılan o yoğun propagandalarda vardı. |
Cevap: HEP BİRLİKTE okuyoruz, sorguluyoruz, değişiyoruz (OSHO yardımlı) Bir insan ne kadar egoistse, o kadar yalnız kalmak zorundadır. Yalnız olmak mutsuzluktur ama her şeyin bir bedeli vardır. Var olmayan egonun gerçek görünmesi için bir bedel ödemen gerekir. Bunu mutsuzlukla, acıyla ve ıstırapla ödersin. Ne olursa olsun; herkesi uzak tutmakta başarılı bile olsan, sen aslında bunun bir sabun köpüğü olduğunu biliyorsun. Küçük bir iğne bile onu yok edecektir. Napolyon Bonapart, egoizm tarihinin en büyük egoistlerinden biridir, ama yenilgiye uğratıldı. Bu yenilginin nedenini değerlendirmeye değer. Napolyon küçük bir çocukken, sadece altı aylıkken, bakıcısı onu bahçede bırakıp bir şey almak için eve gittiği zaman bir sokak kedisi çocuğun üzerine atıldı. Altı aylık bir bebek için kedi, büyük bir aslan gibi görünmüş olmalı. Her şey izafidir ve birbiriyle orantılıdır. O yüzden o bebek için kedi aslında büyük bir aslandı. Kedi sadece oyun oynamak istiyordu ama çocuk büyük bir şok yaşamıştı ve bu şok çok derinlere işlemişti. Genç bir erkek olduğunda birçok savaşta dövüşmüştü, müthiş bir askerdi, bir aslanla bile savaşabilirdi ama yine de kedilerden korkuyordu. Bir kedi gördüğü an bütün cesaretini yitirir, birden altı aylık bir bebeğe dönüşürdü. |
Cevap: HEP BİRLİKTE okuyoruz, sorguluyoruz, değişiyoruz (OSHO yardımlı) İngiliz başkomutan Nelson bu durumu biliyordu. Nelson, Napolyon ile kıyaslanabilecek bir asker değildi ama buna rağmen Napolyon'un yenilgiye uğradığı tek savaş bu oldu. Nelson ön cepheye yetmiş tane kedi getirdi ve Napolyon yetmiş kediyi gördüğü zaman, sinir krizi geçirdi; zavallı adama bir tanesi bile yetiyordu. Yardımcısına döndü ve şöyle dedi: "Komutayı sen devral. Ben savaşacak durumda değilim; düşünecek durumda bile değilim. Bu kediler beni mahvetti." Tabii savaşı kaybetti. |
Cevap: HEP BİRLİKTE okuyoruz, sorguluyoruz, değişiyoruz (OSHO yardımlı) Onu Nelson'ın yendiğini söyleyen tarihçiler yanılıyor. Hayır, o psikolojik bir oyuna yenildi. Kediler tarafından, kendi çocukluğu tarafından yenilgiye uğradı, kontrol edemediği korkusu tarafından yenilgiye uğratıldı. Saint Helena adında küçük bir adaya hapsedildi. Ada çok küçük olduğu için kelepçeye bile gerek yoktu, çünkü buradan kaçmak söz konusu değildi. Burada geçirdiği ilk gün yürüyüşe çıktı. Yaşadığı sinir krizi ve yenilgi nedeniyle yanında sürekli bir doktor bulunduruluyordu. Doktorla birlikte küçük bir patikadan yürürken, karşı yönden gelen ve büyük bir ot yığını taşıyan bir kadınla karşılaştılar. Patika çok küçük olduğu için birinin yol vermesi gerekiyordu. İngiliz olmasına rağmen doktor kadına bağırdı: "Kenara çekil! Karşında kimin olduğunu bilmiyorsun. Yenilmiş olması hiç önemli değil. O, Napolyon Bonapart!" |
Cevap: HEP BİRLİKTE okuyoruz, sorguluyoruz, değişiyoruz (OSHO yardımlı) Ama kadın o kadar cahildi ki, Napolyon Bonapart adını hiç duymamıştı. Hemen karşılık verdi: "Ne olmuş? O kenara çekilsin! Kendinizden utanmalısınız. Ben sırtında onca yük taşıyan bir kadınım. Size yol mu verecekmişim?" Napolyon Bonapart doktorun elini tuttu ve onu kenara çekerek konuştu: "Napolyon Bonapart adını duyan dağların yol verdiği zamanlar geçmişte kaldı; artık o sabun köpüğü söndü. Sırtında ot taşıyan kadına yol vermem gerekiyor." Yenildikten sonra olanları idrak etmişti. Hayatı boyunca bir korkuyu sürekli bastırmıştı. Bu durum büyük bir sır olarak saklanıyordu ancak artık açığa çıkmıştı ve korkusu herkes tarafından öğrenilmişti. Napolyon Bonapart artık bir hiçti. Büyük bir egoistin düştüğü durum bu. |
Cevap: HEP BİRLİKTE okuyoruz, sorguluyoruz, değişiyoruz (OSHO yardımlı) KENDİNİ KALABALIKTAN GERİ ÇEK Meditasyon, sadece sessiz ve tek başına olma cesaretidir. Yavaş yavaş, içinde yeni bir nitelik, yeni bir canlılık, yeni bir güzellik, yeni bir zekâ hissetmeye başlarsın. Bu, kimseden ödünç alınmamıştır, senin içinde büyümektedir. Kökü senin varoluşuna dayanmaktadır. Ve eğer bir korkak değilsen, hayat bulacak ve çiçek açacaktır. Hiç kimse varoluşun olmasını hedeflediği kişi değildir. Toplum, kültür, din ve eğitim sistemi, masum çocuklara karşı gizli bir ittifak içindedir. Bütün güç onlarda; çocuk çaresiz ve bağımlı, o yüzden onu istedikleri gibi şekillendirmeyi başarıyorlar. Çocuğun kendi doğal yönelimi doğrultusunda gelişmesine izin vermiyorlar. Bütün çabaları insanları kullanılacak metalara çevirmektir. Çocuğun kendi başına büyümesine izin verirlerse, kendi çıkarları için kullanıp kullanamayacaklarını, yatırımlarının boşa gidip gitmeyeceğini kimse bilemez. Toplum böyle bir riski göze almaya hazır değildir. Çocuğu kuşatır ve toplumun ihtiyacı olan şekildeki bir kalıba dökmeye başlar. |
Cevap: HEP BİRLİKTE okuyoruz, sorguluyoruz, değişiyoruz (OSHO yardımlı) Yani bir anlamda, çocuğun ruhunu öldürüp, ruhunun ve öz benliğinin eksikliğini hissetmemesi için ona sahte bir kimlik verirler. Bu sahte kimlik, gerçeğinin yerine konulmuş olan bir şeydir. Ancak gerçeğinin yerine konulmuş olan bu kimlik sadece onu sana vermiş olan kalabalık içinde işe yarar. Tek başına kaldığın an, sahte olan kimlik parçalanmaya ve bastırılmış olan gerçek kimlik kendini ifade etmeye başlar. Yalnız kalma korkusu budur. Hiç kimse tek başına olmak istemez. Herkes bir kalabalığa ait olmak ister; sadece tek bir kalabalığa da değil, birçok kalabalığa. Kişi, dini bir kalabalığa, bir siyasi partiye, bir rotary kulübüne ait olur ve daha ait olunacak bir sürü başka küçük gruplar da vardır. İnsan günde yirmi dört saat desteklenmek ister çünkü sahte bir destek olmadan ayakta duramaz. İnsan tek başına kaldığı zaman, garip bir delilik hissetmeye başlar. Yıllar boyunca birisi olduğuna inandın ve birden bire, tek başına kaldığın zaman aslında o kişi olmadığını hissetmeye başlarsın. Bu durum korku yaratır: O zaman sen kimsin? |
Cevap: HEP BİRLİKTE okuyoruz, sorguluyoruz, değişiyoruz (OSHO yardımlı) Yıllar süren baskılar sonucunda, gerçek kimliğinin kendini ifade etmesi zaman alacaktır. Mistikler aradaki bu zaman dilimine "ruhun karanlık gecesi" adını vermiştir. Çok iyi ifade edilmiş bir deyim. Artık o sahte kimlik değilsin ama henüz gerçek kimliğin de değilsin. Belirsiz bir ara bölgedesin, kim olduğunu bilmiyorsun. Özellikle Batı dünyasında bu sorun daha da karmaşık hale gelir çünkü onlar ruhun karanlık gecesini kısaltıp gerçeğe bir an önce ulaşmak için herhangi bir metodoloji geliştirmemiştir. Batı dünyası meditasyonla ilgili hiçbir şey bilmemektedir. Meditasyon yalnızca tek başına kalıp, sessiz olup, gerçeğin kendini göstermesini beklemeye verilen bir addır. O bir eylem değil, sessiz bir gevşemedir. Çünkü ne "yaparsan" aslında sahte kimliğin yapacaktır. Yıllar boyunca bütün yaptıkların ondan ortaya çıktı. Bu eski bir alışkanlık. Alışkanlıklar zor ölür. Yıllar boyunca, sevdiğin ve saygı duyduğun insanların sana dayatmış olduğu sahte bir kişilikle yaşıyorsun; ve onlar bilerek sana kötülük yapmıyorlardı. Niyetleri iyiydi ancak farkındalıkları sıfırdı. Onlar bilinçli değillerdi: Ebeveynlerin, öğretmenlerin, rahiplerin, politikacıların... bilinçsiz insanlardı. Niyet iyi olsa bile bilinçsiz insanların elinde bir zehre dönüşür. |
Cevap: HEP BİRLİKTE okuyoruz, sorguluyoruz, değişiyoruz (OSHO yardımlı) O yüzden ne zaman tek başına kalsan, derin bir korku vardır. Çünkü sahte olan yok olmaya başlıyor. Gerçeğin devreye girmesi ise biraz zaman alacaktır. Onu uzun yıllar önce kaybetmiştin. Bunca yıllık boşluğun bir şekilde kapanması gerektiğini düşünmen gerekli olacak. "Kendimi kaybediyorum, duyularımı, akıl sağlığımı, zihnimi, her şeyimi kaybediyorum" korkusu yaşaman çok doğal. Çünkü sana başkaları tarafından empoze edilmiş olan benlik bunlardan oluşmaktadır. Deliriyormuş gibi hissedeceksin. Hemen kendini meşgul etmek için bir şeyler yapmaya başlarsın. Ortada insan yoksa bile en azından bir eylem var ve bu sayede sahte benlik faaliyete devam ederek yok olmasının önüne geçiyor. |
Cevap: HEP BİRLİKTE okuyoruz, sorguluyoruz, değişiyoruz (OSHO yardımlı) O yüzden insanlar en çok tatillerde zorlanıyor. Beş gün boyunca çalışırken, hafta sonu dinlenip, gevşeme hayaliyle yaşıyor. Ama hafta sonu, dünyanın en kötü zamanlarıdır. Hafta sonu daha fazla kaza olur, daha çok insan r eder, daha fazla cinayet, hırsızlık ve tecavüz olur. Çok garip. Bütün bu insanlar beş gün boyunca meşguldü ve hiçbir sorun yaşanmadı. Ancak hafta sonu onlara birden bir seçenek sunuyor: Ya bir meşgale bulacaklar ya da gevşeyecekler. Ama gevşemek korkutucudur; sahte kimlik kaybolur. Faal kal, aptalca olsa bile bir şeyler yap. İnsanlar hemen sahillere koşar, yollarda tampon tampona kilometrelerce uzunluğunda trafik sıkışıklarına katlanır. Onlara nereye gittiklerini sorarsanız, "kalabalıktan kaçıyorum" derler. Ama bütün kalabalık onlarla birlikte gidiyor! Tek başına olup dinginliği bulacaklar. Hem de hepsi! Aslında evde kalmış olsalardı daha sakin daha kendi başına kalabileceklerdi çünkü bütün aptallar "kafalarını dinlemek için" yola çıkmış durumda. Hepsi deli gibi acele ediyor çünkü iki gün kısa sürede bitecek ve ulaşmaları gerekiyor: Nereye olduğunu sorma! |
Cevap: HEP BİRLİKTE okuyoruz, sorguluyoruz, değişiyoruz (OSHO yardımlı) Kumsalları görüyorsun. O kadar kalabalık ki, pazar yerleri bile bu kadar kalabalık değil. Çok garip ama insanlar burada güneşlenirken kendini çok rahat hissediyor. Küçük bir kumsalda güneşlenip gevşeyen on bin insan. Aynı kişi, ayı kumsalda tek başına olsa gevşeyemeyecekti. Ama etrafındaki binlerce kişinin gevşediğini biliyor. Aynı insanlar ofisteydi, sokaklardaydı, alış veriş merkezlerindeydi, şimdi aynı insanlar kumsalda. Sahte benliğin var olabilmesi için kalabalık şarttır. Tek başına kaldığında çıldırmaya başlarsın, insan işte bu noktada meditasyonu biraz anlamalıdır. Endişe etme çünkü kaybolabilecek bir şeyi kaybetmeye değer. Ona yapışıp kalmak anlamsızdır; çünkü o senin değil, o sen değilsin. Sen aslında, sahte olan gidince onun yerine yükselecek olan taze, masum ve kirlenmemiş varlıksın. Kimse "Ben kimim?" sorusunu senin yerine yanıtlayamaz. Bunu sen bileceksin. |
Cevap: HEP BİRLİKTE okuyoruz, sorguluyoruz, değişiyoruz (OSHO yardımlı) Bütün meditasyon teknikleri sahteyi yok edecek birer destektir. Onlar sana gerçeği vermez; gerçek verilemez. Verilebilen bir şey gerçek olamaz. Gerçek zaten senin içinde olandır; sadece sahte olanın ortadan kaldırılması gerekiyor. Başka bir açıdan şöyle denebilir: Bir Usta gerçekte sende olmayanı alıyor ve aslında senin sahip olduklarını sana veriyor. Meditasyon sadece sessiz ve tek başına olma cesaretidir. Yavaş yavaş, içinde yeni bir nitelik, yeni bir canlılık, yeni bir güzellik, yeni bir zekâ hissetmeye başlarsın. Bu, kimseden ödünç alınmamıştır, senin içinde büyümektedir. Kökü senin varoluşuna dayanmaktadır. Eğer bir korkak değilsen, filizlenecek ve çiçek açacaktır. |
Cevap: HEP BİRLİKTE okuyoruz, sorguluyoruz, değişiyoruz (OSHO yardımlı) Sadece cesur, yürekli ve yiğit olan insanlar dindar olabilir; kiliseye gidenler değil. Onlar korkaklardır. Hindular, Müslümanlar, Hıristiyanlar korkaktır. Onlar arayışa karşıdır. Aynı kalabalık sahte kimliklerini daha da pekiştirmeye çalışır. Sen doğdun; bu dünyaya bir canlı olarak, bilinçle, inanılmaz bir duyarlılıkla geldin. Küçük bir çocuğa bir bak; gözlerindeki o tazeliğe bak. Bunun üstünü sahte kişilikle örtüyorlar. Korkacak bir şey yok. Sen ancak kaybedilmesi kaçınılmaz olan bir şeyi kaybedebilirsin. Onu ne kadar erken kaybedersen o kadar iyi olur çünkü ne kadar uzun kalırsa, o kadar güçlenir. Kimse yarın ne olacağını bilmez. Gerçek varlığının farkına varmadan ölme. |
Cevap: HEP BİRLİKTE okuyoruz, sorguluyoruz, değişiyoruz (OSHO yardımlı) Gerçek varlıklarıyla yaşamış ve gerçek varlıklarıyla ölmüş o çok az sayıdaki insan gerçekten şanslı olanlardır. Çünkü onlar hayatın sonsuz ve ölümünse kurgu olduğunu bilir. |
Cevap: HEP BİRLİKTE okuyoruz, sorguluyoruz, değişiyoruz (OSHO yardımlı) SAYILARIN POLİTİKASI Toplumda, senin tıpkı başkaları gibi davranacağın beklentisi hakimdir. Biraz farklı davranmaya başladığın zaman bir yabancıya dönüşürsün ve insanlar yabancılardan çok korkar. O yüzden iki insanın bir araya geldiği her yerde; otobüste, trende, ya da otobüs durağında sessiz kalamaz. | |
Cevap: HEP BİRLİKTE okuyoruz, sorguluyoruz, değişiyoruz (OSHO yardımlı) Çünkü sessiz kaldıkları zaman ikisi de yabancı olarak kalır. Hemen birbiriyle tanışırlar: "Adın ne? Nereye gidiyorsun? Ne iş yaparsın? Nerelisin?" Sadece birkaç soru. Sonra rahatlarlar; sen de tıpkı onlar gibi bir insanmışsın. İnsanlar her zaman uyumlu oldukları kalabalıklar içinde olmak ister. Sen farklı davranmaya başladığın an, bütün kalabalık şüphelenmeye başlar; bir şeyin ters gittiğini düşünür. Seni tanıyorlar ve değişimi görebiliyorlar. Seni, gerçek benliğini hiç kabullenmediğin zaman tanımışlardır ve şimdi birden gerçek benliğini kabul ederken görüyorlar. Bu toplumda kimse kendini kabullenmez. Herkes kendisini lanetler. Toplumun yaşam tarzı budur: kendini lanetle. Ve eğer sen kendini lanetlemiyorsan, kendini kabul ediyorsan, o zaman toplumdan ayrı düşmüş olursun. Toplum ise, sürüden ayrılmış olan kimseye tahammül edemez çünkü toplum sayılarla yaşar; buna sayıların politikası denir. Sayı çok olduğu zaman insanlar kendini iyi hisseder. Sayı çok daha büyük olunca ise insanlar haklı olduğunu hisseder; yanılıyor olamazlar, milyonlarca insan onlarla birliktedir. |
Cevap: HEP BİRLİKTE okuyoruz, sorguluyoruz, değişiyoruz (OSHO yardımlı) Dışlananların içindeyse şüpheler belirmeye başlar: "Kimse benimle değil. Haklı olduğumun garantisi ne?" O yüzden bana göre bu dünyada en büyük cesaret bir birey olmaktır. |
Cevap: HEP BİRLİKTE okuyoruz, sorguluyoruz, değişiyoruz (OSHO yardımlı) Birey olmak için en üst seviyede korkusuzluk temeline sahip olmak gerekir: "Bütün dünyanın bana karşı olması önemli değil. Önemli olan şey benim geçerli bir deneyim yaşamış olmam. Ben rakamlara bakmam, yanımda kaç kişi olduğuyla ilgilenmem. Ben sadece deneyimimin geçerliliğine bakarım. Bir papağan gibi başkalarının sözünü tekrar edip etmediğime ya da anlattıklarımın kaynağının kendi deneyimlerim olup olmadığına bakarım. Eğer kendi deneyimimse, eğer benim kanımın, kemiğimin, iliğimin bir parçasıysa, o zaman bütün dünya karşımda olsa bile ben yine de haklıyım ve onlar haksız. Gerisi önemli değil, kendimi iyi hissetmem için onların oylarına ihtiyacım yok. Sadece başkalarının fikirlerini taşıyan insanlar başkalarının desteğine ihtiyaç duyar." |
Cevap: HEP BİRLİKTE okuyoruz, sorguluyoruz, değişiyoruz (OSHO yardımlı) Ancak toplum bugüne kadar böyle işlemiştir. Seni bu sayede ağılda tutabiliyorlar. Eğer onlar üzgünse, sen de üzgün olmak zorundasın; eğer onlar mutsuzsa, sen de mutsuz olmak zorundasın. Onlar neyse, sen de aynı şey olmak zorundasın. Farklı olmaya izin verilmez çünkü farklar bireyliğe ve özgünlüğe giden yolu açar. Ama toplum bireylerden ve özgünlükten çok korkar. Bu, birinin kalabalıktan bağımsız olduğunu ve kalabalığı hiç umursamadığını gösterir. Tanrıların, tapınakların, rahiplerin, kutsal metinlerin onun için artık anlamsızdır. Artık onun kendi varlığı ve yöntemi vardır, kendi tarzı vardır; yaşama, ölme, kutlama, şarkı söyleme ve dans etme. O artık yuvasına dönmüştür. Kimse kalabalıkla birlikte yuvasına dönemez. İnsan yuvasına ancak tek başına ulaşabilir. |
Cevap: HEP BİRLİKTE okuyoruz, sorguluyoruz, değişiyoruz (OSHO yardımlı) "İÇ SESİNİ" DİNLE Bir çocuk sürekli kafasını kaşıyormuş. Bir gün babası ona bakıp, "Oğlum, neden sürekli kafanı kaşıyorsun?" diye sormuş. Çocuk yanıtlamış: "Hmm, galiba onun kaşındığını benden başka bilen yok." Bu, iç sestir! Sadece sen biliyorsun. Başka birinin bilmesi mümkün değil. Dışarıdan gözlemlenemez. Başın ağrıdığı zaman sadece sen bilirsin, ispat edemezsin. Mutlu olduğun zaman sadece sen bilirsin, ispat edemezsin. Onu bir masanın üzerine koyup başkalarının denetimi ya da incelemesine açman mümkün değildir. Hatta, iç ses o kadar derindedir ki, sen bile onun var olduğunu ispat edemezsin. Zaten o yüzden bilim onu inkâr edip duruyor. Ancak inkâr insana ait değildir. Bir bilim adamı bile ne zaman sevgi hissettiğini bilir; bir iç duygusu olduğunu bilir. Orada bir şey var! O bir nesne değil, bir cisim değil; onu başkalarının önüne koyamazsın... ama hâlâ var. |
Cevap: HEP BİRLİKTE okuyoruz, sorguluyoruz, değişiyoruz (OSHO yardımlı) İç sesin kendi geçerliliği vardır. Ancak bilimsel şartlanma nedeniyle insanlar kendi iç seslerine güvenlerini kaybetmiştir. Başkalarına bağımlıdırlar. Başkalarına o kadar bağımlısın ki, eğer biri "Ne kadar mutlu görünüyorsun!" derse, kendini mutlu hissetmeye başlıyorsun. Eğer yirmi kişi seni mutsuz etmeye karar verirse, seni mutsuz edebilirler. Bütün bir gün aynı şeyi söylemeleri yeter. Ne zaman onlardan biriyle karşılaşsan, sana "Çok mutsuz, çok üzgün görünüyorsun. Sorun nedir? Yoksa biri mi öldü?" deseler, hemen şüphelenmeye başlarsın: Eğer bu kadar insan mutsuz olduğunu söylüyorsa, öyle olmalısın. Başka insanların düşüncelerine bağımlısın. Başka insanların fikirlerine o kadar bağımlısın ki, kendi iç sesinle bağlantını bile kaybettin. İç sesini yeni baştan keşfetmen gerekiyor çünkü güzel olan her şey, iyi olan, kutsal olan her şey ancak içsel olarak hissedilebilir. |
Cevap: HEP BİRLİKTE okuyoruz, sorguluyoruz, değişiyoruz (OSHO yardımlı) İnsanların fikirlerinden etkilenmeyi bırak. Bunun yerine içine dön; iç sesinin sana bir şeyler söylemesine engel olma. Ona güven. Eğer ona güvenirsen, gelişecektir. Eğer ona güvenir ve onu beslersen, daha güçlü olacaktır. |
Cevap: HEP BİRLİKTE okuyoruz, sorguluyoruz, değişiyoruz (OSHO yardımlı) Vivekananda, Ramakrishna'ya gitti ve "Tanrı yoktur! Bunu ispat edebilirim. Tanrı yoktur!" dedi. Çok mantıklı, çok kuşkucu biriydi. Batı felsefesi ekolünde çok iyi bir eğitim almıştı. Ramakrishna ise eğitimsiz, okur yazar olmayan biriydi. Vivekananda'ya, "Peki, ispat et bakalım!" dedi. Vivekananda uzun uzun konuştu, bütün kanıtlarını ortaya döktü. Ramakrishna dinledi ve sonunda konuştu: "Ama benim iç sesim Tanrının olduğunu söylüyor. Bu konuda son hükmü verecek olan da odur. Senin bütün söylediklerin bir tezden ibaret. Senin iç sesin ne diyor?" Vivekananda bunu aklına bile getirmemişti. Omuz silkti. O, kitaplar okumuş, tartışmaları değerlendirmiş, lehte ve aleyhte kanıt toplamış ve bu kanıtlardan yola çıkarak Tanrı'nın var olup olmadığını belirlemeye çalışmıştı. Ama kendi içine bakmamıştı. Kendi iç sesine sormamıştı. Bu çok aptalca. Ama kuşkucu zihin zaten aptaldır, mantıklı zihin aptaldır. |
Cevap: HEP BİRLİKTE okuyoruz, sorguluyoruz, değişiyoruz (OSHO yardımlı) Ramakrishna devam eder: "Savların çok güzel, keyif aldım. Ama ne yapabilirim? Ben biliyorum! İç sesim onun var olduğunu söylüyor. Tıpkı iç sesimin bana mutlu olduğumu, hasta olduğumu, üzgün olduğumu, karnımın ağrıdığını ya da bugün kendimi iyi hissetmediğimi söylediği gibi. İç sesim bana Tanrı vardır diyor. Bu bir tartışma konusu değil." Daha sonra Ramakrishna, "Sana ispat edemem ama eğer istersen sana gösterebilirim." dedi. Daha önce hiç kimse Vivekananda'ya Tanrı'nın gösterilebileceğini söylememişti. Vivekananda daha bir şey söylemeden Ramakrishna onun üzerine atladı - o vahşi bir adamdı - üzerine çıktı ve ayaklarıyla Vivekananda'nın göğsüne bastırdı! Sonra bir şey oldu, bir enerji sıçraması yaşandı ve Vivekananda üç saat boyunca transa girdi. Gözlerini açtığı zaman tamamen farklı bir insan olmuştu. Ramakrishna sordu: "Şimdi ne diyorsun? Tanrı var mı, yok mu? İç sesin şimdi ne diyor?" |
Cevap: HEP BİRLİKTE okuyoruz, sorguluyoruz, değişiyoruz (OSHO yardımlı) Vivekananda daha önce hiç yaşamadığı bir dinginlik ve sakinlik içindeydi. İçinde büyük bir neşe vardı, içinden taşmakta olan bir mutluluk yaşıyordu. Ramakrishna'nın önünde eğildi, ayaklarına dokundu ve "Evet, Tanrı var!" dedi. Tanrı bir kişi değildir: O, sonsuz mutluluk, sınırsız bir evinde olduğun duygusudur. "Ben bu dünyaya ait biriyim ve bu dünya da bana ait. Ben burada bir yabancı değilim." duygusunu en üst düzeyde hissetmektir. Varoluşsal bir; "Bütün ve ben ayrı değiliz." hissidir. Bu deneyim Tanrı'dır. Ancak bu duygu sadece iç sesinin işini yapmasına izin verdiğin zaman mümkün olabilir. Buna izin vermeye başla! Ona mümkün olduğunca çok fırsat ver. Sürekli dışsal otoriteleri arama ve dışsal fikirlere yönelme. Kendini biraz daha bağımsız kılmaya çalış. Daha fazla hisset, daha az düşün. Git ve bir güle bak, ama hemen papağan gibi "Ne kadar güzel" deme. Bu sadece insanların sana söylemiş olduğu bir fikir olabilir; çocukluğundan beri sürekli "Gül çok güzel bir çiçektir. Harika bir çiçektir." sözlerini duyuyorsun. O yüzden bir gül gördüğün zaman, hemen tuşuna basılmış bir bilgisayar gibi "Bu çok güzel" diyorsun. Bunu gerçekten hissediyor musun? Bu senin içinden gelen duygular mı? Eğer değilse, söyleme. Aya baktığın zaman, eğer kendi iç sesin değilse, güzel olduğunu söyleme. Zihninde taşıdığın şeylerin yüzde doksan dokuzunun ödünç alınmış olmasına şaşıracaksın. Ve bu yüzde doksan dokuzluk işe yaramaz çöp içinde kalan yüzde birlik iç ses kaybolup boğulmuş durumda. Bilgili olmaktan vazgeç. Kendi iç sesini tekrar bul. Tanrı'yı iç sesinle bilebilirsin. |
Cevap: HEP BİRLİKTE okuyoruz, sorguluyoruz, değişiyoruz (OSHO yardımlı) Altı duyu vardır: Beş tanesi dış duyudur; sana dünyayı anlatırlar. Gözler ışık hakkında bir şeyler söyler; gözlerin olmadan ışığı bilemezsin. Kulaklar ses hakkında bir şeyler söyler; kulakların olmadan ses hakkında hiçbir şey bilemezsin. Sonra bir de altıncı duyu var, iç ses. Bu duyu sana kendin ve her şeyin sonsuz kaynağı hakkında bir şeyler söyler. Bu duyunun keşfedilmesi gerekir. Meditasyon iç sesin keşfinden başka bir şey değildir. DÜNYADAKİ EN BÜYÜK KORKU BAŞKALARININ FİKİRLERİDİR. Ve kalabalıktan artık korkmadığın an artık bir koyun değil, bir aslan olursun. Kalbinde dev bir kükreme yükselir, özgürlüğün kükremesi. |
Cevap: HEP BİRLİKTE okuyoruz, sorguluyoruz, değişiyoruz (OSHO yardımlı) Buda buna aslanın kükremesi demişti. Bir insan tam dinginliğe ulaştığı zaman bir aslan gibi kükrer. İlk kez olarak özgürlüğün ne olduğunu bilir, çünkü artık başka insanların ne düşündüğü korkusu kalmamıştır. İnsanların ne dediği önemli değildir. Onların sana aziz ya da günahkâr demeleri hiç önemli değildir; senin için tek ve yegane yargıç Tanrı'dır. 'Tanrı' bir kişi demek değildir, Tanrı sadece bütün evren demektir. Bu bir kişiyle yüz yüze gelme durumu değildir; sen ağaçlarla, nehirlerle, dağlarla, yıldızlarla... bütün evrenle yüzleşmek durumundasın. Ve bu bizim evrenimiz, biz onun bir parçasıyız. Ondan korkmaya gerek yok, ondan bir şey gizlemeye gerek yok. Aslında çabalasan bile ondan bir şey gizleyemezsin. Bütünlük zaten biliyor, bütünlük seni senden daha iyi tanıyor. |
Cevap: HEP BİRLİKTE okuyoruz, sorguluyoruz, değişiyoruz (OSHO yardımlı) İkinci konu ise bundan bile daha önemli: Tanrı zaten hükmünü vermiştir. Bu, gelecekte olacak bir şey değildir, zaten olmuştur: O yargısını çoktan vermiştir. O yüzden bu yargının korkusu bile ortadan kaybolur. Kıyamet Gününde bir yargılama söz konusu değildir. Korkmana gerek yok. Kıyamet ilk günden koptu; seni yarattığı an o zaten hükmünü vermişti. Seni tanıyor, sen onun yarattığı bir varlıksın. Eğer sende bir şey ters giderse, sorumlusu O olur, sen değil. Eğer yanlış yola saparsan sorumlusu O, sen değil. Sen nasıl sorumlu olabilirsin? Sen kendini yaratmadın ki! Eğer resim yaparken bir şey yanlış giderse, bunun sorumlusunun resim olduğunu söyleyemezsin! Sorumlusu ressamdır. O yüzden kalabalıktan, ya da dünyanın sonu geldiğinde ne yapıp yapmadığına dair hesap soracak hayali bir Tanrı'dan korkmana gerek yok. O zaten hükmünü verdi... Bu çok önemli. Hüküm çoktan verildiği için zaten özgürsün. Ve insan, kendi olma özgürlüğüne sahip olduğunu tam olarak idrak ettiği zaman hayatı devingen bir niteliğe bürünür. Korku esaret yaratır, özgürlük sana kanat verir. |
WEZ Format +3. Şuan Saat: 01:45 AM. |
Powered by vBulletin® Version 3.8.8
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.