![]() |
Küçük Şeyler'den Alıntılar Bir zamanlar bir ülkede iki arkadaş varmış. Bunlar pek haylazmış, üstelik sürekli gevezelik ederlermiş. Çevrelerindeki büyükler bunlara o kadar çok "Evladım az ve öz konuşun" demişler ki, sonunda adlan Az ve Öz kalmış. Az, çok haylazmış; Öz de haylazmış ama, iyi-kötü ucundan kenarından okurmuş. Eski Yunan'dan, Eski Roma'dan, Eski Türk'ten kitaplar okurmuş Öz. Aisopos'u bile tanırmış. (Yüz yüze görüşmemişler ama kalpten tanışmış, o kısa, kambur, kekeme, ama tatlı dilli Aisopos ustayla.) Neyse lafı uzatmayalım, Az ile Öz günlerden bir gün kötü işlere bulaşmışlar, kötü adamlarla dalaşmışlar. Ve bir gün olanlar olmuş. Haydutlar Az'ın ve Öz'ün gözlerini bağlayıp kaçırmışlar. Öyle az öteye değil; bir araca bindirip günlerce uzaktaki bir yere götürmüşler. Taştan bir odaya kapatmışlar. Odanın duvarında ufak bir pencere varmış. Demirli. Bu pencereden bakınca yalnızca gökyüzü gözüküyormuş. Günlerdir gözleri bağlı yolculuk eden Az ile Öz çok yorgun düşmüşler ve nerede bulundukları konusunda en küçük bir bilgileri yokmuş. Haydutlar iki arkadaşı taş odaya koyduklarında gözlerini açmışlar. Öz hemen uyumuş. Az ne olur ne olmaz diye uyumadan beklemiş. Bir süre sonra Öz uyanmış ve Az'a "Ben uyurken ne oldu?" diye sormuş. Az, hiçbir şey olmadığını söylemiş. Öz "Hiçbir şey duymadın mı, görmedin mi?" demiş. Az, "Hayır, sadece pencereye bir kuş kondu." demiş. Öz heyecanla "Nasıl bir kuştu?" demiş. Az "Bilmiyorum dikkat etmedim, basbayağı bir kuştu, tam göremedim, sadece gagası gözüktü." demiş. Öz "Gagası nasıldı?" diye devam etmiş. Az, "Ne bileyim dikkat etmedim." demiş. Öz bu duruma çok üzülmüş. "Hay ben sana ne diyeyim; eğer o kuşun gagasına dikkatli baksaydın, şimdi nerede olduğumuzu bilebilirdik." demiş. Az: "Saçma, bir gaga çok küçük bir şey. Ona bakıp nerede bulunduğumuzu nasıl anlayabiliriz ki?" demiş. Öz: "Bu dünyada küçük şeyler yoktur. Bakmasını bilen göz için her şeyin bir anlamı vardır." demiş ve devam etmiş: Bu dünyada küçük şeyler yoktur. Bakmasını bilen göz için her şeyin bir anlamı vardır. "Bak eğer kuşun gagası uzun ise bizi Alma'nın (Alma yola çıktıkları kasaba imiş) kuzeydoğusundaki bataklık bölgeye getirmişler demektir. Uzun gagalı kuşlar suyun dibindeki solucanları, küçük kabuklan toplar çünkü, eğer kuşun gagası, kısa, ince ve sivri ise ağaç kabuklarındaki böcekleri yiyordur; Söğüt Bülbülü'dür örneğin. Bu durumda bizi güneydeki ormanlık bölgeye getirmişlerdir. Eğer gagası eğri, çapraz uçlu ise, çam kozalaklarının pullarını ayıran bir çapraz gagadır. Bu durumda batıdaki çamlık bölgeye getirmişlerdir bizi. Eğer gagası kısa, kalın, güçlü ise tohumların, yemişlerin sert kabuklarını kırıyordur. Bu durumda Alma’nın kuzey batısındayız demektir. Nerede bulunduğumuzu bilmek ise kurtulma yolunda ilk adım olabilir." Az, duydukları karşısında hayretler içinde kalmış, Öz'e "Küçük bir şeyden böyle büyük sonuçlar çıkarabileceğini hiç düşünmemiştim. İyi de bütün bunları şimdiye kadar niçin bana öğretmedin?" Öz, "Şimdiye kadar böylesine zor durumda hiç kalmadık da o yüzden. Bu dünyada her durumda işe yarayacak küçük bilgiler vardır. Uygun durumda uygun bilgiyi kullanırsan büyük sonuçlar çıkar ortaya. Küçük, büyüğün anasıdır. Azlık çokluğun özüdür." demiş. Küçük, büyüğün anasıdır. Azlık çokluğun özüdür. Kıssadan Hisse (Öyküdeki Önem): Büyük şeylere küçük adımlarla ulaşılır. Ve insan, bedenine ve dünyaya hapsedilmiştir; taştan bir hücrede gibidir. Çevresindeki pek çok küçük şeyi fark ettikten sonra özgürlüğüne kavuşabilir. Bir gün yıldızlara ulaşabilmek için, bugün yeryüzündeki her şeyi değerlendirmeniz gerekir. Azlık çokluğun özüdür. Ve bir de şu: Evren, bir bütündür, tektir. Belki bu yüzden evrende birbiriyle tamamen ilişkisiz iki şey yoktur. İlişkileri görebildiğinizde, evren kalbini açar size. İşte Az ile Öz'ün öyküsü bunları anlatıyor bize." Üstün Dökmen - Küçük Şeyler'den alıntıdır. |
Cevap: Küçük Şeyler'den Alıntılar "Genelde büyük şeylere değer veririz. Ancak büyük şeylere ulaşabilmek için küçük şeylere, küçük adımlara ihtiyacımız vardır. Devasa büyüklükteki çığları ortaya çıkaran şey, başlangıçtaki ufacık kar parçacıklarıdır. Bütün büyük ırmaklar, dağlardaki sızıntılarla, çanak büyüklüğündeki gözelerle gözlerini dünyaya açarlar." Akiro Krusava'nın çevirdiği Dersu Uzala adlı bir film vardı. Sibirya'daki ormanlara uyum sağlamış bir adamı anlatıyordu. Dersu Uzala, ormanda bir ayak izi gördüğünde, bu izin sahibinin genç bir insan mı yoksa yaşlı mı olduğunu anlayabiliyordu. Gençlerin ayak izlerinin arkası, yaşlıların ise ön tarafı daha derin oluyormuş. Çünkü gençler dik, yaşlılar ise öne doğru hafifçe eğilerek yürürlermiş. Benzeri şekilde iz süren Kızılderililer de, alışık olmayanların asla fark edemeyecekleri küçük ipuçlarından yararlanarak, örneğin genç sürgünlerin hangi tarafa eğildiğine bakarak onun gittiği yönü bilirlermiş. Yaşar Kemal'in İnce Memed'indeki Topal Ali doğadaki küçük ipuçlarını okuma konusunda efsanevi bir güce sahiptir. Hayvanlarda belli bir türün üyeleri birbirinin tamamen benzeri olmaz. Aralarında çok küçük farklılıklar bulunur. Bu farklılıklar türlerin zaman içinde değişime uğramasına ve günümüzdeki tür zenginliğine yol açmıştır. Bununla ilişkili olarak genlerdeki diziliş farklılıkları da yaşamda vazgeçilmez bir öneme sahiptir. Birbirlerinden çok farklı gözüken iki hayvanın genlerinin dizilişi arasında geneldeçok az farklılık vardır. Yani genlerin sıralanışındaki küçük farklılıklar çok farklı türlerin ortaya çıkmasına yol açar. Benzer şekilde atomları oluşturan parçacıklarda ortaya çıkan -bize göre- küçük farklılıklar, bambaşka elementlerin, maddelerin oluşmasına yol açmıştır. Fiziksel, biyolojik evrendeki küçük şeylerin büyük etkileri, yaşamın her alanında doğada, insanda, Kızılderili'den Hintli'ye, Eskimo'dan Türk'e, topraktan iklime, hemen her yerde, her toplumda karşımıza çıkar. Hintliler alışık olmayan gözlerin göremeyeceği ufacık bir bulut kümesine bakıp muson yağmurunun başlayacağını bilirlermiş. Anadolu köylüsü de bir zamanlar belirli bir yönden çıkan küçük bulutları görür görmez, "sağanak geliyor" diye harmanı toplardı. Hekimler en küçük belirtileri, dedektifler ulaşabildikleri bütün ipuçlarını değerlendirirler. Sonuçta, ister bir ormanda, ister bir muayenehanede olalım, yaşamdaki küçük ipuçlarını fark ettiğimizde, doğaya uyum sağlamamız, yarına kalmamız kolaylaşır. Aslında bu durumun farkındayızdır. Küçük Şeylerin önemi geleneksel kültürümüzde "bir mıh (bir tür çivi) bir nal kurtarır, bir nal bir süvari kurtarır." özdeyişiyle ifade edilir. Ancak pratikte küçük şeylere ne ölçüde önem verdiğimiz ve özellikle küçük şeylerden mutlu olmayı ne ölçüde becerdiğimiz tartışmaya açık bir konudur." Küçük ipuçlarını fark ettiğimizde, doğaya uyum sağlamamız, yarına Kalmamız Kolaylaşır. http://img524.imageshack.us/img524/8...g2377zcld5.gif |
Cevap: Küçük Şeyler'den Alıntılar Küçük şeyler doğa-insan etkileşiminde olduğu kadar insanlar arasındaki iletişimlerde de önemlidir. Konuşurken tek bir kelimeye alınırız veya tek bir kelimeye seviniriz. Birbirimizin yüz ifadelerinden en küçük mimiklerinden sürekli anlam çıkarmaya çalışırız. Karşımızdakinin sözleri ile mimikleri arasındaki küçük çelişkiler bizi çok ilgilendirir. Örneğin birisi bizi evine davet ettiğinde bu daveti yürekten mi yoksa usulen mi yaptığı konusunda ipucu yakalamak için onun yüz ifadesini inceleriz. Genelde davette bulunan gözlerini aça aça ve hafif yalvarır bir ifadeyle “Allah aşkına gel bak gelmezsen ölümü gör” diyorsa gitmemiz gerektiğine gönül rahatlığıyla karar veririz. |
Cevap: Küçük Şeyler'den Alıntılar İletişimde mimiklere dikkat etmek bazı canlı türlerinde, özellikle insanlarda ilginç özellikler ortaya çıkarıyor. Örneğin; yapılan araştırmalar genelde kadınlarda empatik becerinin erkeklere oranla daha yüksek olduğunu gösteriyor. Kadınların empatik becerilerinin erkeklerin empatik becerisinden daha yüksek olması 'Kadın duyarlılığı' kavramıyla açıklanabilir. İyi de kadınlar niçin daha duyarlı? Niçin erkeklere oranla daha iyi empati kurabiliyorlar? Kadınların erkeklere oranla daha iyi empati kurmalarının çeşitli nedenleri bulunabilir. Bir görüşe göre bu nedenlerden bir tanesi şu: Bazı canlı gruplarında statüsü düşük olanlar saldırganlığa uğramamak için yüksek statülerin, örneğin liderin davranışlarını sürekli gözlerler. Benzer şekilde insanlarda da nice toplumda, aile ortamlarında erkeğin statüsü kadınınkinden üstün olmuştur. Kadın erkeğin gözüne bakmak onun sinirli olup olmadığını anlayıp kendini ona göre ayarlamak zorundadır. Aksi halde sözel ya da fiziksel saldırıya uğrayabilir. Erkeğin şu andaki davranışlarına bakıp az sonraki davranışlarını tahmin etmek zorunda olan kadın giderek onun yüz ifadelerine vücut diline daha duyarlı olmuştur. Bu durum da kadının empatik becerisinin gelişmesine yol açmıştır. Çevremizde vardı, maalesef hala var: Erkek akşam eve geldiğinde karısı kaygılı bir şekilde onun yüzüne bakar. Kocasının sinirli olup olmadığını, diğer bir ifadeyle eşref saatinin yerinde olup olmadığını anlamaya çalışır. Eğer evin beyi sinirliyse hemen çocuklarını uyarır: "Babanız sinirliaman ortalarda dolaşmayın." dermiş. Küçük şeylerin toplamı doğada olsun, toplumda olsun daima büyük yekunlar doğuruyor galiba. Yüzyıllar boyunca, on binlerce kadın, gökyüzünde karabulut gözleyen çifçiler gibi kocalarının yüzünde bir kararma, bir öfke belirtisi gözleye gözleye, duyarlı hale gelmiş, empatik becerilerini geliştirmiş olabilirler. Erkeklerin büyük çoğunluğunda "ya karım kızarsa" korkusu bulunmadığı için böylesine bir duyarlılık gelişmemiş olabilir. |
Cevap: Küçük Şeyler'den Alıntılar Kadınların empatik becerilerinin gelişmişliğinde, bir biyolojik temel, bir genetik yatkınlık da bulunabilir. Ama kadın-erkek ilişkilerinden kaynaklanan öğrenme, anneleri ve çevredeki diğer kadınları örnek alma da etkili olmuş olabilir. Empati, doğuştan sahip olunan bir özellik değildir. Araştırmalar, kadın-erkek herkesin empatik becerisinin eğitim yoluyla geliştirilebileceğini, empati kurmanın öğrenilebilen bir şey olduğunu göstermektedir. Dikkat konusuna ayrıntılı olarak girmeden, bu konudaki klasik bir araştırma sonucuna değinmek istiyorum: Belli mesleklerdeki kişiler, meslekleriyle ilgili şeylere giderek daha fazla dikkat eder hale geliyorlarmış. Örneğin, terziler insanların elbiselerine, berberler saçlarına, ruh sağlığı uzmanları yüz ifadelerine daha fazla dikkat ediyorlarmış. Bir tiyatro salonunu, küçük bir deliği bir saniye açıp kapatarak bir tiyatrocuya gösterdiğinizde seyirci yoğunluğunu, bir itfaiyeciye gösterdiğinizde ise salonda kaç kapı olduğunu algılıyormuş. Bunlar ve benzeri örnekler, küçük şeylere dikkat etmenin, aslında öğrenilebilen bir şey olduğunu göstermektedir. Belirli ortamlar, belirli yaşam koşulları bize bazı şeylere özellikle dikkat etmeyi öğretir. Bildiğim kadarıyla biz Türkçe'de kara iki ad veririz: Kar ve kırç. (Kırç, diş diş olmuş eski kardır.) Eskimolarda ise otuza yakın kar adı vardır. Kültürlerdeki bu farklılıklar, yaşam şartlarından kaynaklanıyor olsa gerek. Bence bu konudaki en çarpıcı örnek, her toplumun kendi üyelerini birbirine benzemez, öteki toplumları ise benzer algılamasıdır. |
Cevap: Küçük Şeyler'den Alıntılar Küçük yaşlardan itibaren yakın çevrelerindeki insanların "Çinliler birbirlerine benzer mi?" sorusuna, Doğu ve Orta Asya dışında oturan pek çok kişi "Evet" cevabını veriyor. Ama Çinlilere sorduğunuz zaman onlar da "Biz Çinliler birbirimize benzemeyiz, Batılıların hepsi birbirine benzer." derlermiş. Bize göre zenciler, Çinliler birbirine benzer. Ama biz benzemeyiz. Niye? Galiba olayın açıklaması şu: İçinde yaşadığımız toplumda, küçük yaşlardan beri yakından tanıdığımız çok sayıda insan vardır. Böyle olunca bunların yüzleri arasındaki küçük farklılıkları yakalayabiliriz. Yeterli sayıda Çinliyle, yeterince uzun süre birlikte kalmadığımız için de, Çinlilerin yüzleri arasındaki farklılıkları fark edemeyiz v ehepsinin birbirine benzediğini düşünürüz. Küçük farklılıkları yakalayamamak, ötekileri yanlış algılamamıza, zaman zaman da mutsuz olmamıza yol açar. Bir arkadaşım anlattı. Havaalanında bir grup Türk oturuyorlarmış. Birkaç Japon çocuk bunların karşına geçmiş, baş ve işaret parmaklarıyla gözlerinin altını ve üstünü çekiştirip, yani çekik gözlerini yuvarlak halegetirmeye çalışarak bir yanda da "Hımm.. " sesi çıkarıyorlarmış. Birkaç kişinin bunlar bizimle dalga geçiyor diye canı sıkılmış. Arkadaşım ise "Kızmayın, bizde küçükken Çinlilerin karşısına geçip, parmaklarımızla gözlerimizi iki yana çekiştirip 'Hımmm...' derdik" demiş. Galiba herkes, kendi gözünün, kendine ait her şeyin normal olduğunu, ötekilerde ise bir tuhaflık bulunduğunu düşünüyor. Küçük şeylere dikkat etmenin önemi galiba bir de dil konusunda ortaya çıkıyor. Ana dili Türkçe olanlar için "cam" ve "çam" sözcüklerini birbirinden ayırt etmek kolaydır. Ancak Türkçe'yi ileri öğrenmeye çalışan, ana dili Hint-Avrupa dili olan batılılar için c'yi ç'den ayırt etmek zordur. Bizim için de İngilizce'nin farklı t'larını (the ile tree'yi) ayırt etmek güç. Yüzler arasındaki küçük farklılıkları yakalamak da kültürle, öğrenmeyle ilgili. |
Cevap: Küçük Şeyler'den Alıntılar Küçük şeylere dikkat öğrenilebilen bir şeydir, insanlar, içinde yaşadıkları ortama, aldıkları eğitime göre birtakım küçük şeylere dikkat etmeyi öğreniyorlar. Çiftçiler, hekimler,terziler, dedektifler, kendi uğraşlarıyla ilgili küçük ipuçlarını değerlendirmeyi öğrenebiliyorlar. Küçük şeylere dikkat etmeyi öğrenebilen insan, bunlar karşısında mutlu veya mutsuz olmayı da öğrenebilir. Bazılarımız, küçük şeylere dikkat etmeyi ve bunlar karşısında mutsuz olmayı öğrenmiş bulunuyoruz. Bazılarımız ise aynı küçük şeylere dikkat edip mutlu olmayı öğrenmiş bulunuyoruz. Küçük şeylere dikkat etmeyi öğrenebilen insan, bunlar karşısında mutlu veya mutsuz olmayı da öğrenebilir. Yani bazıları bardağın yarısı boş diye esef etmeyi, bazıları ise yarısı dolu diye sevinmeyi, şükretmeyi öğrenmiş. Doğuştan iyimser veya kötümser olmuyoruz. Belirli durumlar karşısında iyimser veya kötümser olmayı çeşitli yollarla öğreniyoruz. Örneğin, büyüklerimizi model alarak öğreniyoruz. Bir düğüne giden insanların, bir şeyleri övmekten çok, negatif eleştiri yönelttiklerini görürüm. Ufacık ufacık ayrıntıları yakalayıp kurabiyeleri, limonataları, gelinin, damadın kaşını, gözünü, kayınvalidelerin elbiselerini eleştirdiklerini duyarım, insanlar eleştiriyorlar, eleştiriyorlar, ondan sonra da "Amann bize ne, Allah mesud etsin." diyorlar. İyi de, şu "Bize ne?"yi en başta demeyi öğrenebilir miyiz acaba? Eğer bir insan genelde kötümser, karamsar ise, galiba zamanla bu karamsarlığı destekleyecek yönde küçük ayrıntıları fark eder hale geliyor. Negatifi vurgulaya vurgulaya, yaşama negatif bir bakış tarzı geliştiriyor. Bu durumun sonucunda da, arabesk şarkılarda duyduğumuz "Batsın bu dünya!" tavrı çıkıyor ortaya. Karamsarlığı öğrendiğimiz gibi iyimserliği de öğrenebiliriz. |
Cevap: Küçük Şeyler'den Alıntılar http://img-fotki.yandex.ru/get/4402/...67d_b420f3b6_L Küçük Şeylere Önem Vermek Her Zaman Mutluluk Getirir mi? Eğer "Küçük şeyler önemlidir" dersek bu, bazı durumlarda sıkıntı yaratabilir. Küçük şeylerden mutlu olabileceğimiz gibi, mutsuz da olabiliriz. Biz uzmanlar, eğitimciler bu konuda galiba bir çelişki sergiliyoruz. Şöyle: Örneğin diyoruz ki, "Komşun sana gülümserse, bu küçük şey aslında önemlidir, mutlu olmalısın." İyi. Ama diyelimki komşunuz, size dik dik baktı ve selam vermedi. Bu durumda ise galiba şunu söylüyoruz: "Komşunun sana selam vermemesi küçük bir şeydir, moralini bozmana değmez." Bence burada bir çelişki var. Veya, "Size trafikte teşekkür anlamında korna çalarlarsa sevinin, eğer hakaret anlamında çalarlarsa aldırmayın. "Yine çelişki var. Eğer küçük şeyler önemliyse, o zaman üzülebiliriz de. Bu konudaki çelişkiyi acaba şu mantıkla çözebilir miyiz? Neyin küçük, neyin büyük olduğu veya küçük şeylerden hangisinin ne ölçüde önemli olduğu görecelidir (rölatiftir). Fiziksel dünyadaki hemen her şeyin göreceli olması gibi, insanın dünyasında bu şey de görecelidir. Evrende yaklaşık 200 milyar civarında galaksi var. Bu yaklaşık bir sayıdır. Dışardan bakınca bir tanesi eksik veya fazla, hiç önemli değildir. Ama bizim için bizim galaksimiz çok önemlidir. Evrende 10 üssü 21 (1, 000, 000, 000,000, 000, 000, 000) tane bizimkine benzer güneş vardır. Bunlardan bir tanesi eksik veya fazla olmuş, hiç önemli değildir. Ama bizim güneşimiz bizim için çok önemlidir. Evrende her şey göreceli. |
Cevap: Küçük Şeyler'den Alıntılar http://www.animaatjes.de/bilder/s/sc...0cih219482.gif Neyin küçük, neyin büyük olduğu veya küçük şeylerden hangisinin ne ölçüde önemli olduğu görecelidir. İnsanların dünyasında da neyin büyük, neyin küçük olduğu, neyin, ne zaman önemli veya önemsiz olduğu görecelidir. Ancak bu göreceli alemde insanın bir üstünlüğü var. İnsan, nesnelere ve olaylara değer verebilen, onları değerlendirebilen bir varlıktır. Güneşin böyle bir gücü yoktur, ama insanın vardır. O halde insan, karşılaştığı küçük şeylerden hangisine, ne yönde önem vereceği konusunda iradesini kullanabilir. Eldeki ölçüt bence, "yarına kalmak" olmalıdır. Eğer bir olaya verdiğimiz değer, yarına kalma ihtimalimizi artıracaksa önemlidir, artırmayacaksa önemli değildir. Her şeyin göreceli olduğu bir dünyada kişinin kendini koruması esas olmalıdır. |
Cevap: Küçük Şeyler'den Alıntılar http://www.animaatjes.de/bilder/s/sc...rling/bb62.gif Eğer bir olaya verdiğimiz değer, yarına kalma ihtimalimizi artıracaksa önemlidir, artırmayacaksa önemli değildir. Her şeyin göreceli olduğu bir dünyada kişinin kendini koruması esas olmalıdır. Diyelim ki komşunuz size selam verdi. Bundan hoşnut olursanız, kendinizi iyi hissedersiniz; bu da sizin yarına kalma ihtimalinizi artırır. Ama eğer "Yahu bu adam bir çıkarı olmadan babasının hayrına selam vermez " gibilerden düşünürseniz, kendinizi iyi hissetmezsiniz. Bu da sizin yarına kalma ihtimalinizi azaltır. Diyelim ki komşunuz size selam vermedi: Eğer bu duruma fazlaca üzülürseniz, yarına kalma ihtimaliniz azalır. "Görmemiştir." diye düşünür, fazlaca üzülmezseniz, yarına kalma ihtimaliniz artar. Genelde yaşama pozitif bakmalıyız. Tehlikeler karşısında önlem almak gerektiğinde, bazen negatif düşünmek gerekebilir. Fakat negatif düşünmeyi bir alışkanlık haline getirmek, bizi tehlikelerden korumak yerine, tehlikeye atıyor demek istiyorum. Olaylara ne zaman pozitif, ne zaman negatif yaklaşacağımızı öğrenirsek; bizi rahatlatacak olayları fark etmeyi, vurgulamayı, yanı sıra rahatsız edecek olaylara fazlaca önem vermemeyi öğrenirsek ömrümüz uzar. |
Cevap: Küçük Şeyler'den Alıntılar http://img-fotki.yandex.ru/get/4807/...678_921da6cd_L Tehlikeler karşısında önlem almak gerektiğinde, bazen negatif düşünmek gerekebilir. Fakat negatif düşünmeyi bir alışkanlık haline getirmek, bizi tehlikelerden korumak yerine, tehlikeye atıyor. İnsanın, göreceli bir dünyada, dünyaya uyum sağlayacak, kendini mutlu kılacak şekilde, çevresindeki olayları önemli ya da önemsiz algılamaya yetecek beyin gücü vardır. Bir çocuğun sokakta bana gülümsemesi çok önemli bir olaydır. Birisinin ters ters bakması ise, düzeltmem gereken bir davranışım varsa önemlidir; ama yapabileceğim bir şey yoksa hiç önemli değildir. Kendimi bu şekilde düşünecek şekilde eğitebilirim. Bireyin kendi gayretiyle duygularını tamamen denetim altına alması ve ruhsal sorunlarını çözmesi mümkün değildir. Bu konuda fazlaca enerji harcaması da, herhalde uygun değildir. Bireye fazla yüklenmemek gerekir. Bu konuda özetle şunu söylemek istiyorum: Karamsarlığın biyolojik birtakım nedenleri bulunabilir; ama karamsarlık, yaşama olumsuz bakış tarzı, bir açıdan çevreden öğrenilebilen bir şeydir, iyimserlik, yaşama olumlu bakış tarzı da, bir ölçüde öğrenilebilen bir şeydir. Birey, kendini fazla zorlamadan, kısmen de olsa yaşama olumlu gözlerle bakacak şekilde kendini eğitebilir. İnsanın RAM'i, sabit diski buna müsaittir. |
Cevap: Küçük Şeyler'den Alıntılar Kitabın kapağında midye kabukları var. Midye kabukları küçük şeylerdir. Çocukken ilgimi çekerdi; biriktirirdim. Bir midye kabuğu koleksiyonum vardı. Yetişkin olduğumda, kumsallarda güzel renkli olanları elime alıp ilgiyle bakmaya devam ettim. Ama birkaç yıl öncesine kadar, o küçük midye kabuklarının içlerinde büyük bir matematik taşıdığını bilmiyordum. Midye kabuklarındaki helezonu dikdörtgenler içine yerleştirdiğiniz zaman, Fibonacci dizisine uygun bir yapı ortaya çıkıyormuş. Fibonacci dizisi 0, 1, 1, 2, 3, 5, 8, 13,21, 34... şeklindedir. (Yani dizideki her sayı, kendinden önceki iki sayının toplamıdır.) Midye kabuğu, belki insankulağı, bu diziyi barındıran bir yapıya sahip. Ayçiçeklerinin/günebakanların tanelerinin sıralanışı, ağaçların fidan verme, güllerin budanma düzenleri, hatta eni boyu zarif altın oranlı dikdörtgen, midye kabukları gibi Fibonacci dizisini barındırıyormuş içinde. Bir midye kabuğu veya bir ayçiçeği küçük bir şeydir. Sayıların 1, 2, 3, 5, 8... diye peş peşe yazılması da bir bakıma küçük, önemsiz bir şey sayılabilir. Ama midye kabuklarında ve ayçiçeklerinde bu sayı düzeninin ortaya çıkması, işte bu büyük bir şeydir. Küçük şeylerde, küçük olasılıkların, sürekli bir kesinlikle gözükmesi büyük bir şeydir. Bir insan parmağı, evrende çok küçük bir şeydir. Ama bir parmak izinin, geçmişteki ve gelecekteki tüm parmak izlerinden farklı olması, işte bu büyük bir şeydir. (Olasılıklar aleminde, küçük olasılıkların mevcudiyeti, bazen ise büyük olasılıkların imkânsızlığı, büyük bir şeydir.) Eski Yunan Felsefesi, "Arke (arkhe), ana şey nedir?" diye başlamıştı işe. Dünyayı oluşturan ana şey, kimine göre bir maddeydi, örneğin toprak, hava, ateş, su idi. Kimine göre arke, atomdu. Pythagoras Usta, arkenin sayı olduğunu söyledi. Ona göre uzayda sayıların dansı vardı; yerde, gökte, müzikte sayıların dansı vardı. Muhteşem bir iddia... Gerçekten, atomlarda, moleküllerde, galaksilerde, seslerin dalga boylarında, müzikte, sayısal düzenler, matematiksel tekrarlar var. Midye kabuğunda, fidanlarda sayısal düzenler var. Belki gerçekten de evrende sayılar dansediyor; bazen sessiz, bazen müzikle... |
Cevap: Küçük Şeyler'den Alıntılar Bazen küçük bir şey, bütün bir yaşamımızı gözden geçirmemize yol açabilir. Samsun'a konferans vermeye gitmiştim. Sabah otelin önündeki kumsalda yürüyüş yaparken midye kabukları gördüm ve o gün şu şiiri yazdım: KOLEKSİYONCU Kıyılar boyunca yürüdün yıllar yılı, çakıl taşları topladın ve midye kabukları... Geçip gitmesin diye günler çekmecelerde sakladın. Topladığın onca pul, kibrit, taş, kabuk bir kıyamet gününde gelip seni bulacaklar; "İşte!" diyecekler "bizi biriktiren çocuk"; ellerinden öpecekler. Sanırım bu şiirde, küçük bir midye kabuğundan yola çıkıp bütün bir yaşamı gözden geçirmiş oldum. |
Cevap: Küçük Şeyler'den Alıntılar Günlük yaşamda karşınıza çıkan küçük olayları, kendinizi ve çevrenizi mutsuz edecek şekilde, "çok büyük ve kötü" olaylar olarak algılayabilirsiniz. Böyle bir gücünüz vardır. Örneğin trafikte size haksız yere korna çalan birisini aracınızla izleyip, sıkıştırıp, kavga edip, karakollara, hastanelere düşebilirsiniz. Bunu becermeye yetecek zihinsel ve bedensel gücünüz vardır. Ama sizin aynı zamanda size haksız yere korna çalınmasını küçük, önemsiz bir şey olarak algılama ve sıkıntıya girmeme gücünüz de vardır. Ve dahası, sizin, çevrenizdeki bazı küçük şeyleri fark edip onlarda büyük lezzetler, büyük mutluluklar yakalama gücünüz de vardır. Örneğin bir yolculukta, yoldan, yolculuktan, teknolojiyle bütünleşiyor olmaktan ötürü keyif duymaya gücünüz vardır. Yaşamınızdaki enstantaneleri yakalamaya gücünüz vardır. Eğer bunu gerçekleştirirseniz yarına kalma ihtimaliniz artar. Eğer küçük şeylerde büyük mutsuzluklar yakalar, üzülür kavgalar ederseniz, ölme ihtimaliniz artar. Seçim size aittir. |
Cevap: Küçük Şeyler'den Alıntılar http://img-fotki.yandex.ru/get/4807/...678_921da6cd_L Rezalet mi? Nezaket mi?; Felaket mi? Zarafet mi? Epiktetus'un da dediği ve bugün psikolojideki bazı yaklaşımlarda da vurgulandığı gibi, olaylar önemli değildir, onları algılama şeklimiz önemlidir. Size korna çalınmasını, anında cezalandırılması gereken büyük bir kabalık olarak da algılayabilirsiniz, önemsiz bir ukalalık olarak da algılayabilirsiniz. Olaylar önemli değildir, onları algılama şeklimiz önemlidir. Neyin önemli, neyin önemsiz olduğu, neyin kabalık, neyin kibarlık olduğu, üç boyutta değişir: Kişiden kişiye değişir, toplumdan topluma değişir, zaman içinde değişir. Dünyada bazı kültürlerde misafire dil çıkarmak zarafet sayılıyormuş. Eskiden Macaristan'da ev sahipleri, nezaket gösterip "gece yatıya kal" anlamında misafirin at arabasının tekerlerini söktürürlermiş. Şimdi biz misafirimize dil çıkarsak zarafet değil felaket olur. Misafirimizin arabasının dört lastiğini çıkarıp arabayı takozlara oturtsak, nezaket değil rezalet olur. İçinde yaşadığımız toplumun kültürüne, değerlerine uyup uymamakta kısmen özgürüz. Tamamen özgür değiliz. Şehir parkında tüfekle kuş avlamaya veya çırılçıplak dolaşmaya karar verirsek ciddi problemler çıkar ortaya. Bu konuda başınız emniyetle derde girdiğinde, "Bakın benim çıplak dolaşmam küçük bir olaydır; fazla büyütmeyin." demeniz, pek anlamlı değildir. Zamanı ve mevcut toplumsal değerleri hiçe saymak konusunda tamamen özgür değiliz. Ama bireysel boyutta, galiba büyük ölçüde özgürlük var. Örnek: Çıplak dolaşamazsınız; ama sokakta yürürken elbisenizin lekeli olduğunu gördüğünüzde, bu olayı bir felaket olarak da algılayabilirsiniz, fazla büyütmeyebilirsiniz de. Misafirinize dil çıkarıp çıkarmama konusunda tamamen özgür değilsiniz. Misafirlerinize sürekli dil çıkarıyorsanız, size gelen misafir sayısında, en azından azalma ortaya çıkar. Ama misafire sunduğunuz cevizli kekin içinden ceviz kabuğu çıktığında, günlerce üzülüp üzülmemekte, bu olayı fazlaca büyütüp büyütmemekte tamamen özgürsünüz. Yaşamınızda ortaya çıkan bazı aksilikleri büyük değil, küçük olarak algılamak, bazı güzellikleri ise büyük/önemli olarak algılamak mümkündür. Bu konuda kendinizi eğitebilirsiniz. Başlangıç olarak şunu düşünebilirsiniz: Karşılaştığınız olayları "rezillik mi?" yoksa "güzellik mi?" olarak algılayacağınız; eğer güzellikse ne büyüklükte bir güzellik olarak algılayacağınız öğrenilebilen bir şeydir. Ve sizin bunu öğrenmeye gücünüz vardır. (Ve tabii öğrenmeye direnme konusunda da gücünüz vardır. Seçim size aittir.) |
Cevap: Küçük Şeyler'den Alıntılar Fotoğraf sanatçıları enstantane yakalamaktan söz ederler. Sürekli değişim içindeki bir dünyada, bir an için ortaya çıkan ve tekrarı mümkün olmayan bir hareketin, bir durumun fotoğrafını çekmek demektir enstantane yakalamak. Vesikalıklar enstantane değildir; poz veririz çünkü. Ama Afgan kızın o bir anlık bakışı veya duvar dibindeki amelelerin bir anlık varoluşları birer enstantanedir. Enstantane küçük bir andır; ama o anı yakaladığınızda, o an ömür boyu karşınızdadır. Karşınıza çıkan birtakım olayları önemsemeyebilirsiniz. Ya da onlardan bazılarını çekip çıkarma ve onlardan büyük lezzetler alma konusunda, kısacası yaşantımızdaki enstantaneleri yakalama konusunda kendinizi eğitebilirsiniz. Dünyada, bir insan olmadan kendi kendine enstantane olmayı hak eden hiçbir manzara yoktur. Enstantane sanatçının beynindedir. Sanatçı, enstantane yakalama konusunda, daha doğrusu, bir şeyi enstantane haline getirme konusunda kendini eğitmiş kişidir. Dilerseniz siz de kendinizi eğitebilirsiniz. |
Cevap: Küçük Şeyler'den Alıntılar http://img-fotki.yandex.ru/get/4807/...678_921da6cd_L Enstantane küçük bir andır; ama o anı yakaladığınızda, o an ömür boyu karşımızdadır. Galiba, akıp giden zamandan elimizde kalan bir avuç şeye enstantane diyoruz. Sizin evinize bugüne kadar Ara Güler hiç gelmedi; bundan sonra da gelmeyecek. Bu demektir ki, evinizdeki, yakalanması mümkün binlerce enstantane ziyan oldu ve ziyan olacak. Ama üzülmeyin, evinizdeki enstantaneleri siz yakalayabilirsiniz. Sizin evinize Ara Güler hiç gelmeyecek. Evinizdeki ve yaşamınızdaki enstantaneleri yakalamaktan siz sorumlusunuz. Şu an bu kitabı okumaktasınız. Birazdan okumayı bırakacaksınız. Ve tarih boyunca, şu andaki duruşunuz, pozunuz bir daha hiç varolmayacak. Bakın ve bu enstantaneyi fark edin. Gözlerinizle, zihninizle, içinde sizin de bulunduğunuz şu enstantaneyi yakalayın. Tek kopya halinde zihninizde saklı kalsın. Şu an evinizin en dağınık köşesini düşünün. Benim görmemi istemezsiniz. Ama bir fotoğraf sanatçısı gelip o köşeyi öyle bir açıdan çeker ki, sergilere koyarlar; görseniz iftihar edersiniz. O halde o köşeyi bugün siz fark edin. Gözlerinizle, zihninizle o köşenin resmini çekin. Hiç fark etmeden geçip gittiğimiz sokaklar vardır; kapı önlerinde çocuklar vardır. Ara Güler onları ölümsüz hale getirmiştir. Şemsi Güner onları ölümsüz hale getirmiştir. Hiç fark etmediğimiz, çalarken bile tam bakmadığımız kapılar vardır. Şakir Eczacıbaşı, Laleper Aytek veya Yılmaz Bulut, onları ölümsüz hale getirmiştir. Onlar, binlerce kez açılıp kapanan kapıların resmini bir kez çektiler söz gelişi; ve o bir defalık görüntü, çok uzun bir zaman, çok sayıda insan tarafından görülebilir oldu. Sadece (onlar değil; nice ressam, nice yazar, nice fotoğrafçı... Bizim hiç duymadığımız, baktığımızda yalnızca pişmiş hallerini hayal ettiğimiz alabalıkların sesini Schubert olmasaydı nasıl duyabilirdik. Eğer Osman Hamdi Bey'in o gözleri olmasaydı, o halıları, o kaplumbağaları nasıl görebilirdik. Van Gogh'un o basit ve dağınık odasının, o öylesine atılıvermiş eski postallarının böylesine ihtişamlı olduğunu, o göstermese nasıl görebilirdik. Ve bugün, sizin tarafınızdan algılanan ve birgün kaybolacak bir dünyayı, küçük-büyük, önemli-önemsiz demeden, siz topyekûn fark edip kucaklamazsanız, bir gün kim fark edecektir? |
Cevap: Küçük Şeyler'den Alıntılar http://img-fotki.yandex.ru/get/4807/...678_921da6cd_L Yaşamınızdaki küçük şeylerde büyük tatlar bulmak sizin sorumluluğunuzdur. Sofrada, yakınlarınızdan birisinin bardağa su doldurmasını basit bir olay olarak algılayabilirsiniz. Ya da bu olayı tarih boyunca tekrarı olmayacak bir enstantane, muhteşem bir an olarak da algılayabilirsiniz. Bir kadının bir odadan diğerine giderken eteğini savurması kocasının veya bir erkeğin kravatını düzeltmesi karısının yıllar sonra hasretle hatırlayacağı bir anı olacak belki. Acaba bunları, gördüğümüz o ilk anda keyifle seyretsek ve keyif aldığımızı onlara söylesek nasıl olur? Dünyada enstantane sıkıntısı yoktur; önemli olan sizin objektifinizin kaydetme gücüdür. http://img-fotki.yandex.ru/get/4807/...678_921da6cd_L |
Cevap: Küçük Şeyler'den Alıntılar Mutsuz olmayı, şuna buna söylenmeyi, karamsarlığı öylesine derinden öğrenmişiz ki, "Bu ülkede yaşanmaz." ve nihayet "Batsın bu dünya!" demeye hakkımız olduğunu düşünüyoruz sonuçta. Ve daha da kötüsü, iyimser birini gördüklerinde canları sıkılıyor kötümserlerin, adeta "Şuna bir şey söyleyeyim de keyfi kaçsın." diyorlar içlerinden. Yıllardır seminerlerimde iyimser olmanın öneminden söz ettiğimde en az bir kişi çıkıp "Hocam iyi de o zaman bu polyannacılık olmaz mı?" der. Bu karamsarlığa prim veren bakış tarzı beni üzüyor. Şimdi söz konusu cümleye tekrar bakalım: "İyimserlik, küçük şeylerden mutlu olmak polyannacılık sayılmaz mı?" Bu görüşte, sanırım iki hata var. Birincisi "iyimserlik eşittir polyannacılık" iddiasıdır ki bu doğru değildir, ikincisi böyle söylendiğinde polyannacılığın kötü bir şey olduğu varsayılmaktadır. Polyannacılığın kötü olduğunu kim söyledi? Polyannacılık, kayba uğradığımızda, elimizde kalanları fark etme ve sevinme becerisidir. Polyannacılık psikolojik bir savunma mekanizmasıdır, aşırı olmadan yerinde kullanıldığı sürece, kişiyi kaygıdan, sıkıntıdan korur, kişinin yarına kalma ihtimalini artırır. Polyannacılık, kendini avutmak değil, bardağın dolu yanını fark etmektir. Diyelim ki birisi bir bacağını kaybetti. Şüphesiz bu kötü bir durumdur. Ancak bu kişinin önünde iki yol uzanır: Birinci yol, bir bacak gittiği için yaşamdan elini çekmek, sürekli üzülmek, artık hiçbir şeyden keyif almamaktır, ikinci yol ise şudur: Kişi eğer geriye dönüş yoksa, mevcut durumu kabullenir, elinde kalan bacak için sevinir, yaşamdan elini çekmez, yaşama sevincini kaybetmez, ikinci yol polyannacılıktır. Polyannacının ömrü, birinciye oranla daha kaliteli geçer. |
Cevap: Küçük Şeyler'den Alıntılar Polyannacı tavır, Çin atasözünü hatırlatıyor. Şöyle demiş Çinli: Tanrım, bana değiştirebileceğim şeyleri değiştirme gücü ver. Değiştiremeyeceğim şeyleri kabullenmemi sağla. İkisini ayırt edebilmem için de akıl ver. Değiştiremeyeceğimiz kayıplar karşısında, yaşama sevincimizi kaybetmemek polyannacılıktır. Karamsarlığa oranla da herhalde daha gerçekçi bir tavırdır. Bir toplantıda polyannacılığı tartışıyorduk, bir dostum şunları anlattı: "Üç yeğenim vardı. Marmara depreminde üçü de enkaz altındaydı. Bir tanesine ulaştık, çıkardık, ölmüştü. Mahvolduk. Daha sonra, aynı enkazın altından diğerleri sağ çıktı. Ölene üzüldük ama sağlam çıkanlara sevindik. Ölene üzülmemek, sağlam çıkanlara sevinmemek mümkün değildi." Yukarıdaki tavır, bir polyannacılık sayılabilir. Ama sadece ölene üzülüp sağlam çıkanlara sevinmeselerdi, en azından ayıp olurdu. Tatsız olaylar karşısında, kafamızı kuma gömüp bir şey yokmuş gibi davranmak, başımıza ne gelirse gelsin mutlu dolaşmak, polyannacılık değil, "devekuşluğu" olsa gerek. Polyannacılık, yaşama devam edebilmek için, gerektiğinde sıkıntılarla baş edebilme sanatıdır. http://img-fotki.yandex.ru/get/5602/...677_9f1c8db7_L |
Cevap: Küçük Şeyler'den Alıntılar Büyük kızım küçükken -sanırım anaokuluna gidiyordu- sabahları yatağında beş dakika otururdu, ben de karşısına otururdum. Küçük, spontan bir oyun oynardık. Ben, bir hayvan, eşya veya bitki rolüne girerdim, o kendisi olurdu ve karşılıklı bir drama veya fabl diyebileceğimiz bir şey sergilerdik. Bir sabah uyandı, oturup battaniyeye sarıldı ve "Hadi bana bir ağaç ol" dedi. O sabah, canım sıkkındı, keyfim yoktu; son günlerde irili ufaklı bir çok olay moralimi bozmuştu. İçime baktım, oyun oynamak istemediğimi hissettim ve dürüstçe bunu kızıma söylemeye karar verdim. "Canım benim" dedim "bu sabah keyfim yok, canım sıkılıyor, ağaç olmak istemiyorum." Bir an durdu ve parmağını uzatarak "Baba tamam" dedi "O zaman üzgün bir ağaç ol. " Tekrar içime baktım, neşeli bir ağaç olmak istemiyordum ama üzgün bir ağaç olabilirdim. Ve üzgün ağaç oldum. Birilerinin meyvelerimi taşladığını, insanların canımı sıktığını anlattım. Anlattıkça, hafifledim, ferahladım. Beş dakika bittiğinde rahatlamıştım. (İfade edilen sıkıntı, çoğunlukla bizi rahatlatır.) Kıssadan hisse: Yaşamın her zerresi kutsaldır, değerlendirilmelidir. Güzelliklerden güzellikler çıkar; ama sıkıntılardan da güzellikler çıkarmak mümkündür. |
Cevap: Küçük Şeyler'den Alıntılar Eski Yunandan bir bilge "İnsan evrenin merkezindedir" demiş. Bu sözü çeşitli şekillerde yorumlamak mümkün. Bir: İnsan önemlidir; her şey insan içindir. Örneğin; insanlar kanunlar için değil, kanunlar insan için olmalıdır.Bilim ve sanat insan için olmalıdır. "İnsan evrenin merkezindedir" sözünün ikinci yorumu şöyle olabilir: Dış uzay çok büyüktür; ama iç uzay da,yani insanın içindeki uzay da çok büyüktür. İnsan bu iki uzayın tam ortasındadır, yani evrenin merkezindedir. Bugünkü bilgimize göre dış uzayda binlerce, binlerce galaksi var, güneş var. İç uzayda da binlerce hücre, binlerce gen var. İnsan da bunların arasında. İnsanın evrenin merkezinde bulunduğu görüşü, galiba asıl insanın beyniyle ilişkili. Şöyle ki: 200 milyar civarında galaksi var evrende. Güneşimize en yakın ikinci güneşe, mevcut uzay gemisiyle 57 bin yılda ulaşabilirmişiz. Evrenimizde 10 üzeri 21 tane (yani 1, 000, 000,000, 000, 000, 000, 000 tane) Güneş var. Sonuç: Siz, bu evrende çok küçüksünüz; bir nokta bile etmezsiniz. Ama sizin şu ufacık beyniniz muhteşem bir şey başarıyor. Beyniniz, modelleme yoluyla bütün bir evreni alıp kendi içine sokuyor. Ben size, "Dış uzayda 200 milyar galaksi var" dediğim zaman, zihninizde az buçuk bir şeyler canlanıyor mu? Sanırım "evet" diyorsunuz. Demek ki evren beyninize girmiş. Siz, dışarıdaki evren ile beyninizdeki evrenin arasında, iki evrenin tam ortasında bulunuyorsunuz. Dışarıdaki evren çok büyüktür. Ama siz, modelleme yoluyla (bu işlemi hiçbir bilgisayar, sizin beyniniz dışında hiçbir makine beceremiyor.) dışarıdakine eşit bir evreni beyninizin içinde taşıyorsunuz. Dışarıdaki evrenin çapı, sizin beyninizin çapına eşittir. Siz gerçekten evrenin merkezindesiniz. |
Cevap: Küçük Şeyler'den Alıntılar Çünkü siz, evreni fark edebilen, algılayabilen, yorumlamaya çalışan, evrenin çapını ölçebilen bir varlıksınız. Siz, evreni idrak edebilen, ufak ama muhteşem bir varlıksınız. Çapınız küçük, kapsamınız muhteşemdir. Siz evreni idrak edebiliyorsunuz. Bilgisayarınız bunu yapamıyor, evreni ve tarihini idrak edemiyor. Güneşimizi bugüne kadar çok güzel şeyler yaptı; ama bunun farkında değil. Güneş, ne evreni idrak edebiliyor ne kendisini ne de yaptıklarını. Siz, yaptıklarınızı ve yapabileceklerinizi idrak edebilen bir varlıksınız. Siz muhteşem bir evrende yaşayan ve onu beyninde taşıyabilen bir varlıksınız. Siz muhteşem bir evrende yaşayan ve onu beyninde taşıyabilen bir varlıksınız. Madem böyle muhteşem insanoğlu, o halde niçin böylesine yalnız, mutsuz ve öfkeli? |
Cevap: Küçük Şeyler'den Alıntılar "İnsan evrenin merkezindedir." sözünde, bu sözü söyleyen bilgenin kastetmediği bir de olumsuz anlam, üçüncü bir anlam gizli belki. O da şu: İnsanoğlu bencildir, kendini dünyanın merkezinde kabul eder; her şeyin onun için olduğunu, her şeyi keyfince sömürebileceğini düşünür. İnsan, bir yandan iletişim kurar, sosyaldir, yardımseverdir; ama bir yandan benmerkezcidir (egosantriktir), olaylara karşısındakinin bakış tarzıyla bakmaz, onunla empati kurmaz. Bir insan eğer benmerkezci davranıyor, kendini karşısındaki insanların, ötekilerin yerine koyamıyor, onların bakış tarzlarını kavrayamıyorsa, bu durumu "öteki-bilmezlik" olarak adlandırmak istiyorum. (Kadir bilmezliği çağrıştıran bir kavram oldu.) Bir insan, benmerkezci davrandığında, sadece kendi bakış tarzını önemseyip ötekini bilmediğinde, onun bakış tarzını kavrayamadığında sorunlar çıkar ortaya. |
Cevap: Küçük Şeyler'den Alıntılar Bir müdür, hata yapan elemanına bağırıyor. Bu müdüre niçin böyle davrandığını sorsak, büyük ihtimalle şöyle der: "Beni sinirlendiriyor. İşlerini doğru dürüst yapsalar bağırmam." Bu müdür, olaya yalnızca kendi açısından bakmakta, ben-merkezci davranmaktadır. Elemanının istemeden hata yapmış olabileceğini, kendisine bağırılmasından, özellikle başkalarının yanında bağırılmasından hoşlanmadığını düşünmemektedir. Eğer bu müdür bağırdığı zaman elemanının rahatsız olduğunu fark edemiyorsa, ben-merkezcidir, öteki-bilmezdir, bu yüzden de empati kuramıyordur. (Eğer müdür, elemanının rahatsız olduğunu biliyor ama aldırmıyorsa, ben-merkezci değildir, öteki-bilmez değildir. Peki nedir? Sadistçe davrandığını, eziyetten hoşlandığını düşünsek yanılmış olur muyuz?) Çatışmalarda insanların ben-merkezci davrandıklarını, çok net bir şekilde olmasa da kısmen görebiliriz. Ancak ben-merkezciliği daha iyi görebilmek/gösterebilmek için okuyucularıma birkaç soru soracağım: 1. Soru: Sıcak havada üç-beş günlük bir leş (hayvan ölüsü) nasıl kokar? 2. Soru: Kaliteli bir losyon nasıl kokar? 3. Soru: Zeytinyağı sağlığa yararlı mıdır? |
Cevap: Küçük Şeyler'den Alıntılar Lütfen yukarıdaki soruları cevapladıktan sonra kitabı okumaya devam ediniz: Herhalde birinci soruya "Leş pis kokar" diye cevap verdiniz. Bakınız bence, "Leş pis kokar" demek ben-merkezci bakış tarzının ürünüdür. Çünkü, leş pis korkmaz, leşte bir pislik yoktur. Leş, taze et yiyen canlılara, aslana, insana pis kokar. Aynı leş, sırtlana, akbabaya herhalde misk kokuyor. Leşte bir pislik yoktur; leş, taze et yiyen canlılara,insana, aslana pis kokar; leş, sırtlana misk gibi kokar. İkinci soruya herhalde "Losyon hoş kokar diye cevap verdiniz. Aynı şekilde losyonda da herkes için geçerli bir hoşluk yoktur. Losyon bize güzel kokar; bazı hayvanlara iğrenç kokar; losyondan bucak bucak kaçarlar. Herhalde üçüncü soruyu da "zeytinyağı sağlığa yararlıdır" diye cevapladınız. Bu cevap da ben-merkezci bakış tarzının, öteki-bilmezliğin ürünüdür. Zeytinyağı bi zinsanlara yararlıdır; ama bir damlası bazı böcekleri öldürürmüş. Bakınız, yukarıdaki örneklerde de görüldüğü üzere, dünyaya bakarken kendimizi merkez alıyoruz, ben-merkezci düşünüyoruz. Dilimiz ile bu düşünme sistemi arasında paralellik oluşturmuş bulunuyoruz. "Leş pis kokar, losyon güzel kokar" derken dünyada bizim dışımızda da yaşayanlar bulunduğunu unutuyoruz. "Benim düşüncelerim en doğrusu" derken de bunu yapıyoruz. (Arada ben de yapıyorum bunu.) Ama unutmayalım: Losyon bize güzel kokar, zeytinyağı insan sağlığına yararlıdır. Bu bilgiler bütün canlılar için geçerli değildir. Ben-merkezciliğimizi üç grupta toplayabiliriz. Bunlar, fiziksel, zihinsel, duygusal. |
Cevap: Küçük Şeyler'den Alıntılar Sokakta bir adres sorduğunuz zaman, insanların en az yarısı, eliyle göstermeden "soldaki yolu izle; sağa dön" benzeri şeyler söylerler. Bunu söyleyen kendi solunu kasteder; o kişi karşınızda durduğu için onun solu sizin sağınız olur. Aslında sizin sağ tarafa gitmeniz gerekir ama o "sol" dedi diye siz sola, yani yanlış tarafa gidersiniz. (Bu durum yalnızca ülkemizde değil, dünyanın hemen her yerinde karşınıza çıkar.) Adres tarifindeki bu yanlışlık, tarif eden kişinin ben-merkezciliğinden kaynaklanmaktadır. Tarif eden kişi kendini karşısındakinin yerine koymamakta, fiziksel açıdan ben-merkezci düşünmekte ve davranmaktadır. |
Cevap: Küçük Şeyler'den Alıntılar Bir ırmağın bu yakasında bir adam varmış. Karşı yakasında da başka bir adam. Irmak geçilmesi zor bir ırmakmış. Bu yakadaki karşı yakadakine seslenmiş: "Hey, karşıya nasıl geçebilirim?" Karşı yakadaki adam hayretle cevap vermiş: "Ne lüzum var, sen zaten karşıdasın." Nerede okuduğumu hatırlamıyorum. Internet'teki imzasız öykülerden biriydi galiba. İnsanın ben-merkezciliğini güzel anlatıyor. Bu öyküyle benzer bir şey var. Nice İstanbulluya "Nerede oturuyorsun?" diye sorarsanız size "Karşıda" diye cevap veriyor. Anadolu'da oturanlar da öyle, Rumeli'de oturanlar da öyle. Araba park ederken yardım eden çok olur. Arkadan şöyle bir ses duyarım: "Gel, gel, gel, sağ yap, sol yap, topla,topla... " Ne yana toplamanı gerektiğini hiç anlamamışımdır. Dünya haritasına bakınız. Avrupa kuzeyde, yukarıdadır. Bunun nedeni, coğrafyayı, coğrafyanın matematiğini geliştirenlerin Avrupa'da yaşamış olmaları... Uzayda dünyanın aşağısı-yukarısı yoktur. Ama yeryüzünde bir yerküre yaptığında, kendi ülkesini yukarıya yerleştirmek insanoğluna iyi gelmektedir. Eğer coğrafyayı Aborijinler geliştirmiş olsalardı, Avustralya bugün haritaların yukarısında bulunurdu. (Aborijinler kendilerine "Gerçek insanlar" diyorlarmış; galiba aynı şeyi Batılılar da kendileri için düşünüyorlar.) Fiziksel ben-merkezcilikle ilgili bir son söz: Dünya gördüğünüz gibi değildir. Leş "size" pis kokmaktadır; dünya da size böyle görünmektedir. Eski Yunan'da bir bilge, muhteşem bir sezgiyle "Cisimlerde renk yoktur; renk ışıktadır." demiş. Galiba olay şu: Bir cisimden gözünüze belli dalga boylarında ışık gelir; beyin bunu yorumlar, "kırmızı" diye algılar. Cisimlerde renk yoktur; renk beyninizdedir. Nitekim bir köpek veya arı dünyayı bizim gibi görmez. Dünya bizim gördüğümüz gibi değildir. Sağlam bir duvarın dopdolu olduğunu görürüz. Oysa o duvarın on binde biri atomların çekirdekleri ve elektronları tarafından doldurulmuştur; atomun içinde büyük bir boşluk vardır. Duvarın on binde 999'u boştur. Biz dolu görürüz. |
Cevap: Küçük Şeyler'den Alıntılar Karşımızdakilerin dünyayı ve olayları algılama ve düşünme biçimlerinin yanlış olduğunu, bizim algılama ve düşünme biçimimizin ise tek doğru olduğunu düşünmek zihinsel ben-merkezciliktir. Fiziksel ben-merkezcilik, zihinsel ben-merkezciliği besler. Diyelim ki çocuğunuza matematik ödevinde yardım ediyorsunuz. Size göre kolay bir şeyi anlamadı. Çocuğa "Yavrum bak çok kolay" deriz. Leşte pislik yoktur, bize pis gelir. Problemlerde de kolaylık veya zorluk yoktur; bize göre kolay veya zordur. |
Cevap: Küçük Şeyler'den Alıntılar Bir Bektaşi saz çalmayı bilmiyormuş. (Belki de biliyordu da bize ders vermek için bilmiyor gözükmüş.) Bilmediği için de sol elinin bir parmağını sazın bir perdesinde hareketsiz tutup sağ eliyle de çalar gibi yapıyormuş. Bir ara birisi "Erenler, başkaları ellerini perdede gezdiriyor, senin elin niçin sabit?" diye sormuş. Bektaşi, "Benim tuttuğum yer en doğru yerdir. Onlar benim tuttuğum yeri arıyorlar." demiş. Yukarıdaki öykü, ben-merkezciliği çok güzel anlatıyor. Ben-merkezci kişi, kendi bakış tarzının, kendi düşüncelerinin tek doğru olduğunu, kendisi gibi düşünmeyenlerde bir bozukluk bulunduğunu düşünür. Bazen de kendi gibi düşünmeyenleri değiştirmeye, kendine benzetmeye çabalar. İnsan ilişkilerinde ben-merkezcilikten tamamen uzaklaşmak herhalde mümkün değil, belki gerekli de değil... Ben-merkezciliğin fazla olmaması yeterli... |
Cevap: Küçük Şeyler'den Alıntılar Bir dostum gerçek diye anlattı. Tren İzmir'den Menemen istikametinde yola çıkmış. Yaşlı bir teyze kondüktörü çağırıp "Yavrum Menimen'e varınca beni bildiriver, aman unutma."demiş. Kondüktör de "Sen uyu teyzem, Menimen'i vannca ben seni bildiricem." diye garanti vermiş. Teyze güvenip uyumuş. Kondüktör ise olayı unutmuş. Tren Menemen'i geçmiş. Epey sonra kondüktör teyzenin ineceğini hatırlayıp makiniste koşmuş. Treni durdurmuşlar ve üzülmüşler. Gecenin bir vakti kadıncağızın Menemen'e tek başına dönmesi olacak iş değilmiş. Makinist "Dur, ben treni geri alayım, Menemen'e geri dönelim. Gece fark eden olmaz; soran olursa da 'Yanlış makasa girmişiz' deyip idare ederiz" demiş. Ve gecekaranlığında Menemen'e geri dönmüşler. Kondüktör koşup teyzeyi uyandırmış "Kalk teyzem, Menimen'i vardık" demiş. Teyze uyanmış "ömrüne bereket yavrum" diyerek çantasını açmış, bir hap çıkarıp yutmuş. Tekrar başını yaslamış. Kondüktör hayretler içinde, inmiyor musun? diye sormuş. Teyze "Yok yavrum, ben bugün doktora gittiydim, doktor iki tane hap verdi. Birini Basmane'de alcen dedi, ikinciyi de Menimen'i vannca alcen. Ben hapımı aldım, kal sağlıcakla." demiş. Karşınızdakinin sözlerine veya davranışlarına bakıp onun ne düşündüğünü yüzde yüz anlamanız mümkün değildir. Ancak; önemli olan, hata yapmamak değil, yapılan hatalardan ders almak (geribildirim almak), tecrübe kazanmaktır. Zihinsel ben-merkezcilik bireylere özgü değildir. Toplumlar da sergiler bu tavrı. Tarih boyunca nice toplum kendini herkesten üstün görmüştür. Bilimde, felsefede bile bu ben-merkezci tavrı görmek mümkündür. Batılı bilim insanlarının yazdığı "Dünya Tarihi" veya "Bilim Tarihi" adını taşıyan nice kitap sadece Batı tarihinden ve biliminden söz eder. Pes... Belki benzeri tavır bizde de var. Çocukluğumda şunu sık duyardım: "Efendim, Batı bu seviyeye bizim sayemizde ulaştı. Barutu, kağıdı, pusulayı, biz Çin'den aldık; Batı da bizden öğrendi. Biz olmasaydık var ya, Batı geri kalırdı." Pes... |
Cevap: Küçük Şeyler'den Alıntılar Karşınızdakinin haklı olduğunu düşünebilirsiniz, onun bakış tarzını kavrayabilirsiniz. Ama bir de onun neler hissettiğini anlamalısınız. Karşınızdakinin duygularına kapalı kalıp yalnızca kendi duygularınızı fark ettiğinizde duygusal ben-merkezcilik sergilemiş olursunuz. Bazı beyler eşleri ağladığında, bunu gereksiz buluyorlarsa "Hanım bunda ağlayacak ne var." derler. Böyle söylediklerinde, farkında olmadan, bir insanın ağlaması için mantıklı/makul nedenler bulunması gerektiğini ifade etmiş olurlar. Oysa, bütün duygusal davranışlar gibi ağlama da, öznel (sübjektif) bir değerlendirmenin sonucudur. Bir öğrenci "Ders çalışmak beni sıkıyor." dediğinde annesi/babası "Biz senin yaşındayken hiç sıkılmazdık; sıkılma, bu senin istikbalin." derlerse, bu sözleri duygusal ben-merkezciliğin ürünüdür. Anne-baba çocuğun, kendine özgü, öznel duyguları olabileceğini düşünmemektedir, onun duygularına benzer duygusal yaşantı geçirememekte, kısacası çocuklarıyla empati kuramamaktadırlar. Eğer ders çalışmaktan sıkıldığını söyleyen çocuğa "Sen ders çalışmaktan sıkılıyorsun." şeklinde basit bir mesaj verseler, bu mesaj ben-merkezcilikten uzak olurdu. Çocuğunuza "Çalışmaktan sıkılıyorsun." derseniz çalışmaz diye endişe edebilirsiniz. İyi de, "çalış" dediğiniz zaman da zaten çalışmıyor. Bari "sıkılıyorsun" diye empati kurarak söze başlayın da aranızda bir diyalog kurulma ihtimali artsın. Bu konuda son olarak şunu belirtmekte yarar var. Fiziksel, zihinsel, duygusal ben-merkezcilik, birbirlerinden tamamen bağımsız şeyler olmayıp birlikte işleyen yapılardır. İçlerinden birini sergilediğimizi fark ettiğimizde, diğerlerini azaltma şansımız artar. |
Cevap: Küçük Şeyler'den Alıntılar Öteki-bilmezlikten söz ettik. İnsanda galiba bir de kendini bilmezlik var. Kendini bilmezliğe "rol tutsaklığı" da diyebiliriz. Kendini bilmezlik, diğer bir ifadeyle rol tutsaklığı kısaca şu: Rollerimizin büyüsüne kapılıp kendimizi, ben'imizi geri plana itiyorsak, rollerimiz olmadan kendimizi tanımlayamıyorsak, rol tutsaklığı içindeyiz demektir. Rol tutsaklığı, kişinin rolleriyle övünmesi, kendisine ait rolleri, farkında olmadan kendinden üstün tutmasıdır. Rollerimizi kendimizden üstün tuttuğumuz zaman, bir anlamda rollerimizin altında eziliriz, kendimizi bir kenara atmış oluruz. |
Cevap: Küçük Şeyler'den Alıntılar Bir kervan yola çıkmaya hazırlanıyormuş. Sahrada mı desem, Orta Asya'da mı desem, işte öyle bir yerlerde. Kervanın sahibi, zenginler zengini Alihan Bey'miş. Alihan Bey telaşla son hazırlıkları denetliyormuş. En kıymetli kumaşlar, ipekler, altından, gümüşten, sedeften paha biçilmez kaplar, kaçaklar, eşyalar, biber birer ve özenle denklere, bohçalara, sandıklara yerleştirilmiş. Seyisleri, muhafızları ve nice adamları, develeri, atları hazırmış. Tam yola çıkılacak, ufak tefek çelimsiz bir adam koşarak gelmiş. Alihan Bey'e "Benim adım Veli; beni de alın yanınıza." demiş. Sonra aralarında şu konuşma geçmiş: Alihan Bey: "Seni de alayım da senin ne hünerin vardır? Silah kuşanmasını bilir misin, seni muhafız yapalım." Veli: "Ben silah kullanmayı bilmem." Alihan Bey: "Seni seyis yapalım; attan deveden anlar mısın?" Veli: "Vallahi hiç anlamam." Alihan Bey: "Aşçı yapalım o zaman; yemekten anlar mısın?" Veli: "Yemek yemeyi severim de, pişirmeyi bilmem." Alihan Bey: "Yıldızlardan anlar mısın? Seni mihmandar yapalım." Veli: "Karanlık gecelerde sırt üstü yatıp yıldızları seyretmeyi pek severim de, hangi yıldız hangi yönü gösterir, işte onu bilemem." Alihan Bey kızmış: "Kardeşim, hem elinden hiçbir iş gelmez hem de kervana katılmak istersin; bu nasıl iş?" demiş. Veli şöyle karşılık vermiş: "Ben, seyis değilim, muhafız değilim, aşçı değilim, mihmandar değilim; satıcı veya muhasebeci de değilim. Ben sadece yiyen, içen, konuşan, düşünen, seyreden, keyif alan bir varlığım. Ekmeğinizi yersem, karşılığında ufak tefek işler yaparım. Ama büyük hünerler beklemeyin benden. Kervana alırsanız pişman olmazsınız." Alihan Bey'in aklı bu işe pek yatmamış. Ama tuhaf bir sezgi gelmiş içine. Bu adamı alırsam iyi olacak; kalbini kırmayayım, ha bir eksik ha bir fazla diye düşünmüş. Katmış Veli'yi kervana. Neyse, lafı uzatmayalım, kervan yola çıkmış. Başlangıçta her şey yolundaymış ama günler geçtikçe işler değişmiş. Birkaç kum fırtınasına yakalanmışlar çölde. Ardından bir hastalık dadanmış hem adamlara hem develere. Bir de eşkıya basmaz mı kervanı! Ne yükten eser kalmış, ne maldan haber. Adamlar desen, ya ölmüşler ya çil yavrusu gibi dağılmışlar dört bir yana. Çölün sonlarına vardığında, Alihan Bey tek başınaymış. Bütün adamlarını, mallarını, develerini, atlarını kaybetmiş. Yarı baygın geçirdiği bir gecenin sonunda, bir de gözlerini açmış ki, Veli yanı başında oturuyor. Bir tek o gitmemiş. Alihan Bey: "Herkes beni terk etti, sen niye gitmedin?" diye sormuş Veli'ye. Veli "Onların her birinin bir işi vardı; kimi seyisti, kimi muhafızdı. İş bitti, hepsi gitti. Benim bir işim yoktu; gitmem de gerekmedi." Alihan Bey: "Sağol da, ben şimdi ne yapayım? Malım mülküm gitti; yaşamam gereksiz şimdi." Veli: "Hâlâ yapabileceğin bir şey var." Alihan Bey: "Artık yapabileceğim hiçbir şey yok. Develerimi süremem, mallarımı satamam." Veli: "Yapabileceğin şeyler var. Bir süre yanımda kal ve bana bak. Ben senin varlığının, görünürde hiçbir işe yaramayan ama aslında senin özünü oluşturan yanını gösteriyorum sana." Alihan Bey: "Nasıl yani?" Veli: "Önce şu ağaçlardaki hurmalardan yiyelim ve şu kuyudan su içelim. Bugüne kadar hep hasta olmamak için, ayakta kalıp malına mülküne sahip çıkabilmek için yedin. Bugün yalnız kendin için yiyeceksin. Bugüne kadar ya bir sonraki menzile kadar ya su bulamazsan diye düşünüp su içtin. Bugün yalnızca kendin için içeceksin. Ve gece sırtüstü yatıp yıldızları seyredeceğiz. Sen bugüne kadar, gece yolunu bulabilmek için baktın yıldızlara. Bu gece yalnızca kendin için bakacaksın onlara. Bugüne kadar sen, altınlar, sandıklar için yaşadın; kendini sandıklara kapattın." Alihan Bey: "Ben, malım mülküm olmadan hiç işe yaramam." Veli: "İyi de bu söyleyen, malı mülkü olan Alihan Bey mi, yoksa sadece Alihan mı? Bütün unvanlarının dışında, konuşan, düşünen, yiyip içen, dinleyen, seyreden bir sen var senin içinde. O seni, yani kendini unutma. Kendisi ile sahip oldukları arasındaki farkı unutan, sahip olduklarını kaybettiğinde, kendini boşlukta hisseder bu alemde." Kıssadan hisse: "Ben" dediğimiz şeyi oluşturan pek çok rol var. "Acıkan, yiyen, içen ben" vardır; "konuşan, düşünen, algılayan ben" vardır; bunlar psikolojik rollerimizdir. Bir de sosyal rollerimiz vardır, mesleki rollerimiz vardır; evlat, anne, baba, öğrenci, öğretmen, avukat, müdür, alıcı, satıcı... rollerine bürünürüz. Sosyal/toplumsal rollerimizi o kadar benimseriz ki, giderek psikolojik rollerimizi küçümser, hatta unuturuz. Doktor, mühendis, müdür yanımıza çok önem veririz de, "yiyen, içen, uyuyan, konuşan, düşünen ben"i küçük bir şey olarak algılarız. Oysa, psikolojik ve sosyal rollerimiz bir bütündür ve psikolojik rollerimiz "küçük şey" değildir. Sıcak bir yaz günü buz gibi bir bardak suyu Doktor Ayşe Hanım içmez; Ayşe içer. Doktor Ayşe Hanım hastalarına bakar. Soğuk bir kış günü, bir bardak tarçınlı salebi Müdür Bey içmez, Ahmet içer; Müdüre Hanım içmez, Zeynep içer. Biz günlük yaşamda salebi Ahmet'in değil, Müdür Ahmet Bey'in içtiğini düşünüyoruz. Müdürlüğü Ahmetlikten daha fazla önemsiyoruz. Hatalıdır bu tavrımız. Eğer, yiyen, içen, düşünen, manzarayı seyreden Ahmet olmasaydı, Müdür Ahmet de olmazdı. Bir Çinli bilgenin sözü: Doğduğun zaman 1'sin, sapsade bir 1. Zamanla 1'in sağına sıfırlar eklersin; diplomaların olur, unvanların, rollerin, rozetlerin olur, evler, arabalar alırsın. Bunların her biri bir sıfırdır ama 1'in sağına eklendikçe senin değerin artar. Şu hale gelirsin: 10000000000...0 Bütün bu sıfırların ne zamana kadar değeri vardır? Sen hayatta olduğun sürece. Sen öldün, 1 gitti, 0000000000...0 oldu, sıfırların hiçbir anlamı kalmadı. İşte "1" bizim psikolojik rollerimizi, 0'lar ise sosyal rollerimizi sembolize ediyor. Alihan Bey'in bütün 0'ları gitmiştir ama 1'i hâlâ elindedir; onun değerini bilmelidir. 1 (bir) küçük bir şeydir. Ama sıfırlarınızın başında bu küçük şey olmasa siz evreni fark edemezdiniz; o 1 olmasa siz şu an bu kitabı okuyor olmayacaktınız. Kendini bilmezlik, rol tutsaklığı, varoluşu yaşayamamanın belki de en temel göstergesi. Varoluşumuzu yaşayamadığımız zaman sahip olduğumuz toplumsal rolleri giderek öz varlığımızdan üstün tutmaya başlıyoruz .Pek çok kişiye "Müdür Bey", karısına da "Müdür Bey'in Hanımı" denir. Ya da "Savcı Bey, Savcı Bey'in Hanımı". Kişilerin adları çevre için önemli değildir. İşin kötüsü, müdür bey de kendisini, giderek yalnızca "Müdür Bey" olarak algılamaya başlar. Peki, ya müdürlüğü giderse, işte o zaman felakettir. Varoluşumuzu yaşayamadığımız zaman sahip olduğumuz toplumsal rolleri, giderek öz varlığımızdan üstün tutmaya başlıyoruz. Çevremde emekli olan bazı kişilerin büyük sıkıntıya düştüklerini gözlemişimdir. Kendilerini sadece "müdür, mühendis, eş, evlat" diye tanımlayanlar, gün gelip de bu rollerini kaybettiklerinde sudan çıkmış balığa dönüyorlar. Örneğin emekli olduklarında kendilerini boşlukta hissediyorlar. Osmanlıda bir veziri padişah azletmiş. Rütbesini, tuğlarını, maiyetindeki adamları kaybeden vezir, akşam konağına tek başına gelmiş. "Böyle hayat olmaz olsun!" demiş, soyunup yatağına yatmış. Dokunmaya cesaret edememişler. Ertesi gün yorganı açmışlar ki, adamcağız ölmüş. Oysa o vezir, küçük yaşlardan beri, sahip olduğu psikolojik rollerin de farkında olarak yetiştirilseydi ölmesi gerekmezdi. Vezirliği kaybettikten sonra, şimdi hayal bile edemediğimiz, o günün yemyeşil İstanbul'unun keyfini sürebilir, geceleri gökyüzünü keyifle seyredebilirdi. Muhtemelen bütün parası elinden alınmıyordu; iftar sofralarında sohbetler edebilir, okuyup düşünebilirdi. O vezir, vezirliğe büyük ihtimalle kırkından sonra erişti. Peki vezirliği kaybettiğinde yaşayamayan bu vezir, vezir olmadan önce nasıl yaşıyordu? Emekli olur olmaz hastalanan bazı büyüklerimiz, o mesleğe girmeden önce nasıl yaşıyorlardı? Bazı rütbeler/makamlar/roller bir ayrık otu gibi yaşam bahçemizi öylesine kaplıyor ki, onlar sökülüp gittiğinde, artık ekilip biçilemeyen bir bahçe, işe yaramayan bir ömür kalıyor elimizde. İşte bunu anlatıyor Alihan Bey'in öyküsü. Alihan Bey'in malı mülkü önemlidir; sahip olduğu roller önemlidir. Ancak bütün bu sosyal/mesleki rollerin yanı sıra, psikolojik rolleri de önemlidir. Yiyen, içen, uyuyan, konuşan, dinleyen, seyreden Alihan da önemlidir. Psikolojik rollerimiz, sosyal rollerimizden önceliklidir. Sosyal rollerimiz olmadan da psikolojik rollerimizle yaşayabiliriz. Ama psikolojik rollerimiz olmadan yaşayamayız. Veli, Alihan Bey'in, bu olmazsa olmaz yanını, psikolojik rollerini sembolize etmektedir. Hisse: Kendimiz ile sahip olduklarımız arasında ayrım yapmakta güçlük çekeriz. Oysa her insan, sahip olduğu eşyaların, unvanların, rollerin dışında, yiyip içen, konuşup düşünen, seyredip dinleyen bir ben'e sahiptir, içimizdeki bu sapsade ben'e sahip çıktığımızda, o güne kadar tatmadığımız bir mutluluğu yakalayabiliriz. Belki o zaman Aborijinler, bizim de gerçek insan olduğumuzu söylerler. Her insan, sahip olduğu eşyaların, unvanların, rollerin dışında, yiyip içen, konuşup düşünen, seyredip dinleyen bir ben'e sahiptir. |
Cevap: Küçük Şeyler'den Alıntılar Toplumsal değerler insan yaşamının önemli bir yanını oluşturur. Bir değer, belirli bir insan davranışının veya yaşam amacının, bir diğerinden daha üstün olduğu yönündeki tutarlı ve derin inançtır. Değerler, toplumdan topluma ve zaman içinde değişir. Toplumlar, değerleri doğrultusunda bazı davranışların sergilenmesini takdirle karşılar. Örneğin, sadakat, sevgi, cesaret, dostluk, temizlik, saygı, dürüstlük, nezaket ve benzerleri, önem verilen toplumsal değerlerdir. Değerler toplum için değerlidir; değerlere uygun davranan insanlar da toplumun gözünde değerlidir. Değerlere Uymada Üç Hata Sokakta herhangi bir insana, toplumun değerlerine önem verip vermediğini sorarsanız, hiç duraksamadan önem verdiğini söyler. Hepimiz değerlere teorik olarak çok önem veririz. Ama pratikte sürekli olarak değerleri çiğneriz. Değerlere uymada, kanıksamış olduğumuz, üç temel hata vardır: 1. Ortamına göre değerlere uyarız. 2. Keyfimizin/moralimizin iyi olup olmamasına göre değerlere uyarız. 3. Karşımızdaki kişiye göre değerlere uyarız. |
Cevap: Küçük Şeyler'den Alıntılar Bazı toplumsal değerlere bazı ortamlarda uyar, bazı ortamlarda uymayız. Örneğin trafik polisinin yanındaki kırmızı ışıkta dururuz, polis yoksa aynı kırmızıda durmayız. Bu, değerlere uyma konusundaki birinci hatadır. Bu tür hatalar, değerleri içselleştirmediğimiz için ortaya çıkar. Bir değeri gerçekten benimseyenler, her ortamda, her durumda o değere uygun davranırlar. "Temizlik" değerlerimizden birisi olarak kabul edilebilir. Bu değere, ne yazık ki toplumun en azından bir bölümü ortamına göre uyuyor. Örneğin, hiç kimse evindeki halıya, koridora tükürmez, sigarasının izmaritini atmaz. Ama sokağa tüküren, sigarasının izmaritini atan çok kişi görüyorum. Ortama göre davranıyoruz. Avrupa ülkelerine giden vatandaşım, kaldırıma tükürmüyor, piknik yaptığında çöpünü çime atmıyor. Ama Kapıkule'yi geçince farklı davranıyor. "Niçin orada çöp atmıyorsun da burada atıyorsun?" desem, büyük ihtimalle şöyle diyecek bana; "Ama burada herkes atıyor." Bu cümleyi, birtakım değerlere ortamına göre uyduğumuz zaman, kendimizi savunmak için kullanıyoruz: "Ama burada herkes yapıyor." Ve maalesef liste uzuyor: Vergi kaçıran, "Ama herkes kaçırıyor" diyor. Trafik kurallarını çiğneyen, "Ama kurallara kimse uymuyor, ben niçin uyayım?" diyor. Belirli bir değere niçin uymadığımızı açıklamaya çalışırken "Ama... " diye başlayan mazeret cümleleri kurduğumuz zaman, bu tavrımız, söz konusu değeri yürekten benimsemediğimiz anlamına gelir. Bir değeri yürekten benimseyen kişi, o değere ortamına göre uymaz, başkalarına bakarak uymaz, ne olursa olsun uyar. Ben, Batı ülkelerinde yere çöp atmıyorum; ben ülkemde de yere çöp atmıyorum. Ben temiz bir sokağa çöp atmıyorum, ben, başkaları tarafından çöp atılmış pis sokaklara da çöp atmıyorum. O pis sokak, belki yere çöp atılmasını hak ediyor, ama ben oraya çöp atmayı hak etmiyorum. |
Cevap: Küçük Şeyler'den Alıntılar http://img-fotki.yandex.ru/get/4701/...67f_87d48914_L Pis bir sokak, üzerine yeni çöpler atılmasını hak ediyor olabilir. Ama ben o sokağa çöp atmayı hak etmiyorum. Eğer, bir toplumsal değeri yürekten benimsemişsek, içselleştirmişsek, başkalarının ne yaptığına bakmadan, ortama göre davranmadan uyarız o değere. Bunca yıldır, evindeki halıya asla tükürmeyen bir insanın nasıl olup da sokağa rahatlıkla tükürdüğünü anlamakta güçlük çekmişimdir. "Bunun mantıklı bir açıklaması olması gerekir." diye düşünmüşümdür. Yıllardır beklediğim açıklamaya Ekrem Işın'ın "İstanbul'da Gündelik Hayat" adlı kitabında rastladım. Işın'ın bu konudaki açıklaması, iddiası, geçmişe yönelik, ispatı zor bir hipotez. Ama ilginç. Şöyle: Eski İstanbul'da üç tane kutsal mekan vardı: Cami, çarşı, ev. İnsanlar sokakta fazla dolaşmazlardı; gezmek amacıyla sokağa çıkmazlardı. Bu üç kutsal alandan birinden diğerine gidebilmek için sokaklardan geçerlerdi. Evlerin dışarıya bakan pencereleri sınırlıydı; pencereler, "hayat" adı verilen, kapalı iç mekana açılırdı. Özellikle kadınların hayatı hayatta geçerdi. Yoğurtçu, sütçü kapıya gelirdi. Ev kutsaldı. Bu yaşam tarzı içinde, sokaklar kutsal değildi, köpeklere terk edilmişti. İstanbul'a gelen Batılı gezginleri hayrete düşüren iki şey vardı: Birincisi, sokaklarda çok miktarda köpek bulunmasıydı, diğeri ise sokakta çok az insan görülmesi. İstanbullu merhametliydi. Büyük binaların dış yüzlerine taştan kuş yuvaları (kuş köşkleri) yapılırdı. Sokak köpeklerine ise, sadece yemek artıkları değil, özel olarak hazırlanmış paparalar verilirdi. Köpek pis (mekruh) kabul edilirdi, eve sokulmazdı. Ama sokakta bakılırdı. Işın'a göre bunun nedeni, sokağın kutsal olmamasıydı; bu yüzden de köpeklere terk edilebilirdi. Eğer bu açıklamanın gerçek payı varsa, kuşaklar boyunca insanlar, model alma yoluyla evlerini temiz tutmayı ama sokağa aldırmamayı öğrenmiş olabilirler. Konuya ilişkin başka pek çok açıklama yapılabilir. Örneğin, bizim bugün şehirlerdeki, piknik yerlerindeki çöp atma rahatlığımızın nedenlerinden biri, göçebe yaşamış dedelerimizin doğadaki rahatlıkları olabilir. Onlar, yayladan göçerken, doğal atıklarını çevrede bırakabilirlerdi; doğa bunları özümler, içine sindirebilirdi. Ancak bugün, teneke kutuları, naylon poşetleri doğa içine sindiremiyor. Belki bu yüzden eski alışkanlıklarımız, yeni dünyada sorun yaratıyor. Bunları belirtmemin amacı şu: Temiz olma değerine ortamına göre uyuyor olmamız, basit bir olay değil, çok değişkenli karmaşık bir olaydır. Sokaklara çöp atanları, köpeklerinin kakasını kaldırımda bırakanları, "pis, görgüsüz" diye adlandırıp işin içinden çıkamayız. Olayı, daha derin, daha ayrıntılı düşünmek, yorumlamak zorundayız. |
Cevap: Küçük Şeyler'den Alıntılar Yaygın bir tavır vardır. Canımız sıkılıyorsa, keyfimiz yoksa, çevremize ters davranırız, aksilik ederiz. Böyle davranmak bize gayet doğal gelir, iş yerinde canımız sıkılmışsa ev halkına sinirli davranırız, trafikte canımız sıkılmışsa iş yerinde çevremizdekilere öfkeleniriz. Kısacası, herhangi bir nedenden ötürü keyfimiz kaçmışsa, moralimiz bozuksa çevremize öfkeli davranırız, zaman zaman saygısızlık ederiz. Oysa böyle davranmak zorunda değiliz. Keyfimiz var veya yok, çevremizdekilere saygılı davranabiliriz, davranmalıyız. Keyfimiz olmadığında da çevremizdekilere saygılı davranabileceğimizi, Koreliler bize çok şık bir şekilde gösterdiler. Bizde futbol seyircisi için alışıla gelmiş davranış şekli şudur: Eğer tuttuğunuz takım maçı kazanmışsa seviniriz, alkışlarız; kaybetmişse sinirleniriz, alkışlamayız. Oysa Koreliler, son Dünya Kupası maçında böyle davranmadılar. Üçüncülük maçında Koreliler Türk Milli Takımına yenilmişlerdi, üzgündüler. Ama yine de nezaketi elden bırakmadılar. Yenilen takımlarını ve bizim takımımızı alkışladılar. Üçüncülük maçında televizyonu maç biter bitmez açan bir Türk izleyici herhalde şöyle derdi: "Tuh, maçı biz kaybetmişiz, Koreliler kazanmış." Niçin böyle derdi?Çünkü Koreliler alkışlıyordu. Oysa Koreliler yenildikleri halde alkışlıyorlardı. Yenilmişlerdi, üzgündüler, buna rağmen alkışlıyorlardı. İşte, bunu belirtmeye çalışıyorum. Keyfimiz var veya yok, çevremizdekilere, karşımızdakilere saygılı davranabiliriz. Koreliler gibi. Dünya Kupasında üçüncülük maçını anlatan TRT spikeri, o güzel Türkçe'si ve her zamanki nezaketiyle şöyle diyordu: "Sevgili izleyiciler, inanmayacaksınız ama, maçın bitimine bir dakika var ve bir tek Koreli stadyumu terk etmedi." Maç bitti, Koreliler yenildi. Spiker arkadaşımızın hayreti daha da arttı. Çünkü, bir tek Koreli bile stadyumu terk etmemişti ve üstelik tüm izleyiciler her iki takımı birden alkışlıyorlardı. Ve dahası tribünlerde iki bayrak belirdi. Türk bayrağı daha büyüktü, Kore bayrağı daha ufak. (Bu da ev sahibi nezaketi olsa gerek.) Stadyuma gidip futbol maçı izlemem ama bildiğim kadarıyla bizde böyle şey olmaz. İki taraftan birinin kaybettiği anlaşılınca, kaybeden takımın taraftarları, daha maç bitmeden stadyumu terk etmeye başlar. Bu arada oturulan plastik koltuklan kıranlar da olur. Bu, doğal kabul edilebilecek bir davranış değildir. Evde, maçta, iş yerinde, bizim keyfimiz yok diye başkalarının da keyfini kaçırmamız şart değildir. Keyfimiz var veya yok, çevrimizdekilere saygılı davranabiliriz, davranmalıyız. |
Cevap: Küçük Şeyler'den Alıntılar http://www.animaatjes.de/bilder/s/schmetterling/bb9.gif Üçüncü Hata: Karşımızdaki Kişiye Göre Değerlere Uymak Bazı değerlere uyup uymama konusunda ölçütümüz, karşımızdaki kişidir. Örneğin fiziksel açıdan ve statü açısından bizden güçlü kişilere saygılı davranırız. Güçlü bulmadığımız kişiler karşısında ise saygılı davranmayız, davranışlarımızı kontrol etme ihtiyacı duymayız. Oysa, renkleri, cinsiyetleri, yaşları, statüleri ne olursa olsun, tüm insanların onurları eşittir. Bu yüzden ayrım gözetmeden hepsine saygılı davranmalıyız. |
Cevap: Küçük Şeyler'den Alıntılar İnsan oğlu bilmiyor, bilmediğini de bilmiyor. İşte bu beni üzüyor. Sokakta herhangi birilerini durdurup "İnsanlara saygılı mısınız?" diye sorarsanız, hemen hepsi "Evet" der. Ama bu evetçilerin birisi amirdir, hata yapan elemanını azarlar; birisi öğretmendir, ödevini yapmayan öğrenciye bağırır; diğeri hekimdir, köylüye "sen" der, şehirliye "siz"; bir diğeri polistir, hırsıza hakaret eder. Her ne kadar insana saygılı olduklarını iddia etseler de, bu amir, bu öğretmen, bu hekim, bu polis insana saygılı değildir. Çünkü: Kişiyi ve hatalı davranışını ayırmak zorundasınız. Hatalı davranışını eleştirebilirsiniz, hatta hatalı davranışından ötürü bir yaptırım (müeyyide) uygulayabilirsiniz; fakat kişiyi topyekûn eleştirmeye hakkınız yoktur. Kişiyi topyekûn eleştirmek insana saygısızlıktır, insan onurunu umursamazlıktır. Bir profesörün onuru bir çöpçünün onuruna eşittir; bir kapıcının onuru, bir genel müdürün onuruna, hekimin onuru hastanın, hastabakıcının onuruna eşittir ve bir müfettişin onuru, bir hırsızın onuruna eşittir. İster bir varsayım deyin, ister bir dogma, tüm insanların onurları eşittir bu dünyada. İnsanların bilgileri, yetkileri, statüleri, güçleri farklı farklı olabilir; ancak onurları eşittir. Hiçbir insan, renginden, cinsiyetinden, inançlarından veya hatalı bir davranışından ötürü aşağılanmamalıdır. Bir hırsızın, diyelim ki on davranışı var. Dokuzu iyi, ama onuncu davranışı kötü, hırsızlık yapıyor. Bu onuncu davranış için onu tutuklayabilir, yaptırım uygulayabilirsiniz. Ama onu topyekûn suçlamaya, içinizden geldiği gibi aşağılamaya hakkınız yoktur. Tutukluların, mahkumların hakları vardır; haklarını çiğnerseniz siz de suç işlemiş olursunuz. Bir ülkenin yasalarına göre bir kişiyi idam edeceksiniz diyelim. Bu mahkumu idamdan önce aç bırakmaya veya ona küfür etmeye hakkınız yoktur. O mahkumun onuru, hapishane müdürünün onuruna eşittir; benim onuruma da eşittir. Benim onurum, bir çöpçünün onuruna eşittir. İkimizin bilgisi, yetkisi, statüsü farklıdır. O çöpçü, benim fakülteme gelip ders anlatma yetkisine sahip değildir; ben de sokaktaki çöp bidonunun yerini değiştirme yetkisine sahip değilim. O çöpçü evinin kralıdır. Köyüne gitse,kuyruk olup elini öperler. Ben kendimi ondan üstün göremem. Benim onurum, tuvalet temizleyen bir hanımın onuruna eşittir. O hanım, evine geç gitse, kızı kapıya çıkıp "Anne geç kaldın" diye yanaklarından öpüyor. Benim kızımın, eşimin yanağını öpmesi, o kızın annesinin yanağını öpmesi veya hırsızlıktan hüküm giymiş bir kadının kızının onun iki yanağından öpmesi aynı şeydir; aralarında hiçbir farklılık yoktur. Tüm insanların onurları eşittir. Kızılderili'nin ifadesiyle "Mitaku Oyasın" (Hepimiz -hayvanlar ve bitkiler dahil- kardeşiz). Eğer bir mahkumun hatalı davranışı varsa onu eğitmeli, ıslah etmelisiniz. (Gelecekte mahkumlar tedaviedileceklerdir.) Ben, eğitilebilecek, tedavi edilebilecek bir insandan daha onurlu olduğumu nasıl düşünebilirim? Biz bugün, mahkumları tedavi edemediğimiz, eğitemediğimiz için, arada bir af çıkarıyoruz. Hiç hastanelerde af çıkarıldığını, hastaların sevabına erken taburcu edildiklerini duydunuz mu? İnsanlar, onurlarının eşit olduğunu düşünmek istemiyorlar. Kendilerini başkalarından üstün görüyorlar. Bir yönetici, bir müfettiş, başlangıçta iyi niyetle, işini hakkıyla yapabilmek amacıyla, iş ilişkisi içinde bulunduğu kişilere mesafeli durmaya başlıyor. Giderek bu mesafeli duruş, kendini üstün görmeye dönüşebiliyor. Bu kişiler, hem mesafeden hem de hiyerarşideki konumlarından ötürü, kendilerini her açıdan, bu arada onur açısından da ötekilerden üstün görmeye başlıyorlar. Bu durum, ötekilerden daha fazla uzaklaşmalarına yol açıyor. Sonuçta, kendi yalnızlıkları artıyor, ötekileri mutsuz ediyorlar ve iş zarar görüyor. Bir profesör sözlü sınavda cüppesini giyip, "adayı yakından tanıyor" demesinler, laf gelmesin diye, başlangıçta soğuk, giderek yukarıdan bakan bir ifade takınıp bir engizisyon yargıcının yüz ifadesiyle, adayla hiçbir insani ilişki kurmadan mekanik bir sınav yapabilir; ya da gülümseyerek selam verme, hatır sorma gibi adayla insani ilişkiler kurduktan sonra, ilişkiyi ve işi ayırt ederek, ilişkide eşitlikçi, insan onuruna saygılı, işte ise objektif bir tavır takınabilir. Bir müfettiş, başlangıçta işini iyi yapabilmek amacıyla ciddi davranıp giderek üstatlarının abartısına kapılarak kendini Olimpos'tan inmiş Zeus gibi hissetmeye ve teftiş heyeti başkanından başka dünyada kimseye saygı duymamaya başlayabilir ya da ilişkiyi ve işi ayırt edip tüm insanlara saygılı ama işinde objektif olabilir. |
WEZ Format +3. Şuan Saat: 07:39 AM. |
Powered by vBulletin® Version 3.8.8
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.