Hayatimdegisti.com kişisel gelişim ritmotrans telkinli Cd'leri

Hayatimdegisti.com kişisel gelişim ritmotrans telkinli Cd'leri (http://www.hayatimdegisti.com/forum/index.php)
-   Geliştiren Yazılar (http://www.hayatimdegisti.com/forum/gelistiren-yazilar/)
-   -   Küçük Şeyler'den Alıntılar (http://www.hayatimdegisti.com/forum/gelistiren-yazilar/620470-kucuk-seylerden-alintilar.html)

Işıldayan Safir 14-01-2012 12:07 AM

Cevap: Küçük Şeyler'den Alıntılar
 

Kendilerini herkesten üstün görenler, kendi onurlarına onulmaz biçimde hayran olanlar, insan ilişkileri konusunda kendilerini eğitimle geliştirebileceklerine inanmayanlar, bana Küçük Ağaç'taki hindiyi hatırlatıyorlar.

İlginç bir roman olan "Küçük Ağacın Eğitimi"nde Kızılderili dede ve nine ile Küçük Ağaç adlı çocuk arasındaki ilişki anlatılmaktadır. Küçük Ağacın dedesi, giderek derinleşen, üstü dallara örtülü, hindinin boynundan alçak bir tünel kazar, tüneli derin bir çukura bağlar. Toprağın yüzeyinden tünelin içine doğru mısır taneleri serpiştirir. Yaban hindisi başını eğip taneleri yiye yiye tüneli geçer, çukura girer. Başını kaldırır, çukurun üstü açıktır ama çukur derindir. Tek bir çıkış yolu vardır, başını eğip tünelden gerisin geriye gitmek. Ancak hindi başını eğmeyi akıl edemediği için çukurdan çıkamamaktadır.

Küçük Ağaç dedesine, "Dede, hindi niçin kafasını eğip tünelden dışarı çıkmıyor?" diye sorar. Dedesi "Yavrum, hindi kendini herkesten üstün gördüğü için, öğrenebileceği yeni bir şeyler bulunduğuna inanmadığı için, alçak gönüllülük gösterip başını eğemediği için girdiği çukurdan çıkamıyor." der.

Çukurlar içinde kala kalma tehlikesi hepimiz için vardır. Ama eğer tüm insanların onurlarının eşit olduğuna inanırsak bu tehlike bizden uzaklaşır. Daha onurlu bir insan olmaya çalışmak yerine, daha bilgili, daha etkili, daha iyimser, daha sevecen olmaya çalışmak, daha akıllıca olsa gerek. Anadolu'da "Boş başak dik durur." derler.

Dolu ve alçakgönüllü bir başak olduğumuzda, yaşam kalitemiz artacaktır.


Işıldayan Safir 14-01-2012 12:21 AM

Cevap: Küçük Şeyler'den Alıntılar
 

Hangisi daha fazla saygı görüyor; ekmek mi?, insan mı? Gözlenen o ki, ekmek daha fazla saygı görüyor ülkemizde. Yukarıda değerlere uyma konusunda üç tür -kanıksadığımız- hata sergilediğimizi belirttik. Bazı değerler söz konusu olduğunda bu hataları yapmayız. Ekmeğe yönelik olarak da söz konusu hataların sergilendiğini hemen hiç görmeyiz.

Hangi ortamda olursa olsun -evde veya sokakta- ekmeğe saygı gösteririz. Yerdeyse basmayız, üstünden atlamayız; kaldırıp kenara, yüksekçe bir yere koyarız; hatta öperiz ekmeği. Ekmeğe gösterdiğimiz saygı, ekmeğin büyüklüğünden ve niteliğinden bağımsızdır. Yerdeki ekmeği kaldırma konusunda, büyük-küçük veya buğday-arpa ayırımı yapmayız. Keyfimiz olsa da olmasa da yerdeki ekmeğe basmayız.

İnsanlara, sokaklara karşı sergilediğimiz üç temel halkayı ekmeğe karşı sergilemeyiz. Kısacası ekmeğe çok saygılıyızdır. Ekmeğe gösterdiğimiz saygıyı birbirimize göstersek çok daha huzurlu yaşarız.

Ekmeğe niçin saygı gösteririz? Çünkü nimettir. İyi de eşlerimiz, çocuklarımız nimet değil mi? Öğrencilerimiz, çıraklarımız, komşularımız nimet değil mi?

Ekmeğe gösterdiğimiz saygıyı
birbirimize göstersek,
ne güzel olurdu.


Ben ülkemde yerdeki ekmeğe tekme atıldığını hiç görmedim. Ama yerdeki insana tekme atıldığını çok gördüm. Yerdeki ekmeklere gösterdiğimiz saygıyı birbirimize de göstereceğimiz günlerin gelmesini diliyorum. (Sanırım o günler yakındır.)


Işıldayan Safir 14-01-2012 01:27 PM

Cevap: Küçük Şeyler'den Alıntılar
 
http://www.animaatjes.de/bilder/s/schmetterling/bb9.gif

ÇELİŞKİLERİMİZ, İKİLEMLERİMİZ

Çelişki, İkilem

Günlük yaşamda çelişki, ikilem, dilemma, paradoks kavramlarını genelde yanlış kullanıyoruz, birbirinin yerine kullanıyoruz. Örneğin bazen "Hangisini seçeceğim konusunda çelişkiye düştüm.", bazen de, "İkilem içinde olduğunun farkında değil." diyoruz. Sanırım böyle dediğimiz zaman, çelişki ve ikilem kavramlarını birbirine karıştırmış oluyoruz. Konumuz çelişkilerimiz ve ikilemlerimiz. Dilemma ve paradoks kavramları içi nfelsefe sözlüklerine bakılabilir. ("Ben adalıyım; bütün adalılar yalan söyler" demek bir dilemma sayılabilir. "Bir okun hareket noktasıyla hedefi arasında sonsuz nokta vardır; sonsuz noktayı kat etmek ise sonsuz zaman alır; bu yüzden bir ok hedefine hiçbir zaman ulaşamaz." demek ise galiba bir paradoksal düşüncedir.) Şimdi çelişki ve ikilem kavramları arasındaki farka bakalım. Galiba doğrusu şu:

Doğada ya da insan zihninde zıtlıkların birlikte bulunması bir çelişki sayılabilir. (Bir tezin antitezini içermesi bir çelişki sayılabilir.) İnsan, sahibi olduğu çelişkili düşüncelerin genelde farkında değildir, ikilem ise iki farklı davranıştan hangisine yönelmek gerektiği konusunda sıkıntı, kararsızlık çekmek demektir. Sahip olduğumuz çelişkili düşüncelerin, davranışların genelde farkına varmayız, ikilemde ise farkında olduğumuz bir kararsızlık söz konusudur.

Bir dostunuzu hem seviyor hem de kızıyorsanız ve bu iki zıt duyguya/düşünceye birlikte sahip olduğunuzun farkında değilseniz, bu durumu bir "çelişki" olarak adlandırmaktan yanayım. Benzer şekilde, belirli bir olay karşısında üzgün olduğunuz halde sevinmiş gibi davranıyorsanız ve bu tezadı fark etmiyorsanız, yine çelişki içinde olduğunuzu düşünebiliriz. Ama eğer bir arkadaşınızı sevip sevmediğinize bir türlü karar veremiyorsanız veya iki meslekten hangisini seçeceğinize karar veremiyorsanız, bir "ikilem" içinde olduğunuz kanısındayım.

Çoğunlukla alttaki çelişkiler, görünürdeki bir takım ikilemleri yaratır. Bu durumda, çelişkilerimizi fark etmekten, ikilemlerimizi ise çözmekten söz edebiliriz.

Çelişkiler ve ikilemler, farkında olduğumuz ve olmadığımız sıkıntılar yaratır. Çelişkilerimizi fark ettiğimiz, ikilemlerimizden rahatsız olmadığımız zaman, stresle baş etmemiz ve gelişmemiz kolaylaşır. Bazen bir işi hem yapmak istersiniz hem yapmamak istersiniz; hem çalışmak istersiniz hem çalışmak istemezsiniz. Bu ikileminizi "can sıkıcı bir saçmalık" olarak adlandırırsanız sıkıntınız artar. Ama bu ikileminizin yaşamın doğal bir parçası olduğunu düşünürseniz, onunla uzlaşma/çözme şansınız artar.

Tamamen çelişkisiz, ikilemsiz olmak pek mümkün değil. Fazlaca çelişkiye, ikileme sahip olmak ise sorun yaratabilir, ruh sağlığını bozabilir. Bunlara belirli miktarda sahip olmak, ancak yerine göre fark etmek, yerine göre baş etmeyi öğrenmek galiba en sağlıklısı.

İkilemler yaşamın ayrılmaz bir parçası, ikilemlerden arınmış bir dünya mümkün görünmüyor. İkilemler, çelişkiler kimi zaman canımızı sıksa da, toplumların, bireylerin gelişmesi için bazen itici güç oldukları da bir gerçek.


Işıldayan Safir 14-01-2012 01:29 PM

Cevap: Küçük Şeyler'den Alıntılar
 
http://www.animaatjes.de/bilder/s/schmetterling/bb9.gif

İkilemler yaşamın ayrılmaz bir parçası.
İkilemlerden arınmış bir dünya
mümkün görünmüyor.

Sadece canlılar, insanlar için değil, belki nesneler dünyası için de geçerli ikilemler. Aynı anda hem maksimum karmaşaya hem de minimum enerjili bir duruma ulaşmak isteyen sistemler, bir uzlaşma noktasına ulaştıklarında (fiziksel, kimyasal, biyolojik açıdan denge sağlandığında) gezegenler, yaşamlar ortaya çıkıyor belki.

İkilemler evrenin her köşesinde olabilir (olmayabilir de), ancak canlılar, özellikle insanlar, ikilemlere girmekten ötürü acı çekiyorlar. İnsanın görevi, ikilemlerini fark etmek, bunları yaşamın doğal bir parçası kabul etmek, çözebileceklerini çözmek, çözemediklerine ise uyum sağlamak olmalıdır.


Işıldayan Safir 14-01-2012 08:08 PM

Cevap: Küçük Şeyler'den Alıntılar
 

Eski Yunan'dan bu yana hemen her şeyin kendi zıttını içinde barındırdığı görüşü var. Bu görüşten hareketle acaba şöyle düşünebilir miyiz? Buzun içinde ateş vardır. Nasıl mı? Elinize alacağınız bir buz kalıbı oksijen ve hidrojen atomlarından oluşmaktadır. Atom çekirdeklerinin etrafında dönen elektronlar ise yüksek enerjili cisimcikler, bir anlamda küçük ateşlerdir. Buz, bize göre buzdur. Ancak, eğer elektronların bilinci olsaydı, herhalde buz olduklarını düşünmezlerdi.

Bu düşünceden harekede, dalındaki bir yaprağın aslında alev alev yandığını, ama bizim onu yeşil gördüğümüzü ileri sürebiliriz. Galiba doğada zıtlıklar iç içe. Eğer böyleyse, insan zihninde birtakım zıtlıklar bulunması doğal. O halde zihnimizi veya dış dünyayı çelişkilerden ve bunların uzantısı olan ikilemlerden arındırmak yerine, onları fark etmek, onlarla birlikte yaşamayı öğrenmek daha doğru olsa gerek. Çelişkiler, ikilemler yaşamın, yaşamlarımızın önemli bir parçası.

Doğada çelişkiler vardır,
insanın çelişkileri/ikilemleri olması da doğaldır.
Bu yüzden, çelişkisiz, ikilemsiz olmak değil,
onları fark etmek, onlarla uzlaşmak
bir fazilet sayılmalıdır.

http://www.animaatjes.de/bilder/s/schmetterling/bb9.gif

Işıldayan Safir 14-01-2012 08:19 PM

Cevap: Küçük Şeyler'den Alıntılar
 
http://www.animaatjes.de/bilder/s/schmetterling/bb9.gif

İkilemlerde Sıkılmak Bir Tür Çelişki mi?

İkilemlere düşmekten yakındığımız zaman, farkında olmadan bir çelişki içine girmiş oluyoruz. Şöyle ki: İkilemler içinde olmak bizi kısıtlar, "Onu mu seçeyim, bunu mu seçeyim?" diye sıkıntıya gireriz. Ama aynı zamanda ikilemlere sahip olmak özgürlük sayılır; çünkü ikilem var demek, seçenekler var demektir, seçebileceğiz demektir. Belki de bu yüzden, ikilemler karşısında bunalırken, bir yandan söylenip bir yandan da sevinmek gerekir. Sizin için seçilebilecek tek bir mesleğin, evlenilebilecek tek bir kişinin bulunmasını ister miydiniz? İkileme girme zahmetinden, seçim yapma sıkıntısından kurtulurdunuz. Ama sanırım yine de önünüzde seçenekler olmasını, gerektiğinde ikileme girmeyi tercih ederdiniz.


Işıldayan Safir 14-01-2012 08:25 PM

Cevap: Küçük Şeyler'den Alıntılar
 

Soru 1: Diyelim ki arabanızda veya bir otobüstesiniz.Trafik tıkandı, bekliyorsunuz, işe geç kaldınız. Kızar mısınız? Sanırım pek çoğunuz "evet" dersiniz.

Soru 2: Anneler günü, babalar günü, sevgililer günü türünden günleri anlamsız, gereksiz buluyor musunuz? Sanırım pek çok kişi bu soruya da "evet" diyecektir.

Yukarıdaki sorulara "evet" dediğiniz zaman, farkında olmadan bir çelişki sergilemiş, adeta bindiğiniz dalı kesmiş olursunuz. Bakınız niçin: Trafik tıkandığı zaman, tıkayanlara kızıyorsanız, trafiği tıkayan öğelerden birisi de sizsiniz. Bu yüzden kendinize de kızmaktasınız ama muhtemelen farkında değilsiniz. Trafikte "Yahu, her arabada bir ya da iki kişi var; niçin dört komşu birleşip aynı araçla gitmiyor?" diyen arkadaşlarım olur bazen. Bunu söylediği sırada arabasında biz de iki kişiyizdir. Bu çelişkinin farkında değildir.

Trafik niçin tıkanır? Metro yoktur, demiryolu azdır, karayolları yetersizdir, apartmanların park yeri yoktur...

Bir de şu: Ülkemizde trafikteki araç sayısı hızla artmaktadır. Araç sayısının artması, bir açıdan, insanların en azından bir bölümünün parası olduğu anlamına gelir. Bu arabaları alacak kadar parası olanlar, her halde paralarının tümünü bir arabaya yatırmazlar. Başka alanlarda da harcarlar ve/veya israf ederler. Böylece ekonomi canlanır. Bu canlılık pek çoğumuzun cebine para olarak girer, ancak farkında değilizdir.

Bankacısınız diyelim; araba alsınlar diye insanlara düşük faizli kredi verirsiniz. Onlar da bakarlar kredi iyi, arabaları alırlar. Ondan sonra sizin trafik tıkanıyor diye sinirlenmeniz bir çelişki mi, değil mi?

Bir zamanlar Bursa'da trafik çok kötüydü. Otomobil üreticisi bir firmada çalışan bir arkadaşımla birlikte trafikteydik, çok sinirlendi. Ben de ona "Niye sinirleniyorsun, bu arabaları siz yapıyorsunuz. Kapatın firmayı iki yıl, trafik rahatlar" dedim. "Allah saklasın" diye karşılık verdi. "O zaman sıkılma; trafik tıkandığında 'Çok şükür, önüm arkam, sağım solum müşteri' demelisin." dedim. Rahatladı mı bilmiyorum ama, sanırım bir çelişkisini görmek ona ilginç geldi.

Anneler günü, sevgililer günü gibi günlerin temel amacı ekonomiyi canlandırmak olmalı. Ekonomideki canlanma, araba satışları gibi hepimizin cebine katkı sağlıyor. (Ekonomideki canlanmanın getirilen olduğu gibi götürülen de var belki; büyük bir ihtimalle ekonomideki canlanma çelişkisini de içinde taşıyor. Ekonomideki buzun içinde de ateş olabilir. Yaşam göründüğünden daha karmaşık.) En azından yüzeydeki bu katkıyı fark etmiyoruz. Çiçekçi, yıl içindeki en büyük ciroyu anneler gününde yapıyor, parasını götürüp bankaya yatırıyor.

Ondan sonra da hem çiçekçi hem bankacı anneler gününü gereksiz buluyorlar. (Çiçekçi o gün çiçek satıyor, ancak bir ihtimal o günü anlamsız bulduğu için annesine çiçek götürmüyor.) Alttaki durumu bir yana bırakırsak, çiçekçi, bankacı ve belki de hepimiz, bir çelişki içinde miyiz, değil miyiz?


Işıldayan Safir 14-01-2012 08:28 PM

Cevap: Küçük Şeyler'den Alıntılar
 

Moda konusunda, insana özgü, insanca bir çelişki sergileriz. Hem modaya uygun giyinmek isteriz hem de giydiğimiz başka kimsenin üzerinde olmasın isteriz. Bu bir ikilemdir. (Gerçi moda tasarımcısı, hem modaya uygun hem tek olan kıyafetler tasarlayabilir ama toplumun çoğunluğu böyle "hem benzeyen hem benzemeyen" giysiler talep ettiğinde, herkesin bu isteğini karşılamak, herhalde çok güç olacaktır.)

Kişisel Değerimiz


Kendimizi çok önemser ama beğenmeyiz. Örnek: Düğün dernek olur, fotoğrafçı fotoğrafımızı çeker; az sonra basar, getirir. Elimize fotoğrafımızı alınca genel tavrımız şudur: Yalnızca ortada gözüken kendimize bakarız ama onu da beğenmeyiz. "Ay, ne kötü çıkmışım", "Uf, ne biçim bakmışım" deriz.

Kendimizi çok önemser
ama beğenmeyiz.

Galiba bu tavrımız, kendimizi yeterince kabullenmemekten kaynaklanıyor. Kendimizi kabullendiğimizde, kendimizle barışık olduğumuzda, fotoğraflarımıza daha rahat bakabileceğiz.

Kendimizi kabullenme sıkıntısından doğan önem verme ama aynı anda beğenmeme tavrımız, kendimize ve yaşama objektif bakmamızı zorlaştırıyor. Çevremizdeki insanlarla, yakınlarımızla sorunlar yaşamaya başlıyoruz.

İnsanlar, özellikle gençler, ana babalarını çok önemserler -önemsemiyor izlenimini verseler de, içten içe çok önemserler- ama onları kolay kolay beğenmezler, sürekli eleştirirler. Ana babalarda bulunabilecek en küçük kusur, gençleri öfkelendirir.


Işıldayan Safir 14-01-2012 08:42 PM

Cevap: Küçük Şeyler'den Alıntılar
 


Yaygın ikilemlerimizden biri de babaların davranışlarında gözleniyor. Babalar kızlarıyla, oğullarıyla gurur duyuyorlar (herhalde duyuyorlar) ama bunu yeterince açık ifade etmiyorlar.

Ülkemde nice baba, bir oğlu dünyaya geldiğinde günlerce gururla dolaşır. Oğlanın daha hiçbir kişisel özelliği belli değildir, tek belirgin özelliği cinsiyetidir. Olsun, baba bu durumdan müthiş gurur duyar, çevresindekilere ne ısmarlayacağını şaşırır.

Oğlan on beşine gelir, birçok özelliği belirmiştir, eksilerinin yanı sıra pek çok artısı vardır. Bu durumdan da babasının gurur duymasını bekleriz; ya duymaz ya da duyar ama içinde tutar.

Nice baba var, çevredeki gençleri beğenir de bir kendi oğlunu beğenmez, bir tek kendi oğluyla gurur duymaz.

"Bu oğlan adam olamayacak; bu oğlan benim istediğim gibi değil, benim istediğim gibi olsun, canımı alsın" der.("Senin istediğin nedir, yaz bakayım" desem, yazamaz. Çünkü bu babanın kafasındaki belirsiz bir rol tanımıdır.)

Ben tek çocuktum. Babam beni çok sever, sevgisini de açıkça ifade ederdi. Ancak, çok beceriksiz bulurdu; bunu da sık sık söylerdi.

Babam için hayattaki en önemli şey "hayat adamı" olmaktı. Kendi bakış açısına göre kendisi tam bir hayat adamıydı. (Gerçekten de öyleydi; çok zor şartlardan sıyrılıp kendini yetiştirmiş, her durumda pratik çözümler bulabilen, her ortama uyum sağlayabilen, hayatla barışık bir insandı.) Benim de bir hayat adamı olmamı isterdi, ama onun gözünde ben hiç mi hiç hayat adamı değildim.

Ortaokul, lise yıllarımda, çevremizde bulunan yaşıtım bütün gençler babama göre hayat adamıydı; bir tek ben değildim. Babam anneme benim için, "Bu çocuğun tabanı ağır, bir işi iki saatte yapıyor; hayat adamı değil" derdi. Bugün inanılmaz bir yaşam temposu içindeyim. Babam beni şimdi görse, herhalde iftihar ederdi.

Burada anlattıklarımı birkaç yıl önce bir toplantıda anlattım. Bir arkadaşımın on yaşında oğlu varmış, o da babam gibi oğlunun ağır kanlılığından, yavaşlığından yakınıyormuş. Babamla ilgili anlattıklarımı dinledikten sonra bana şunları söyledi: "Baban senin yavaşlığından şikayet ediyormuş, ama bak sen şimdi iyi bir şeyler olmuşsun. Demek benim oğlan da ilerde bir şeyler olabilecek. Acaba ben boşuna mı telaşlanıyorum?" Galiba olay şu: Anneler, babalar çocuklarını çok seviyorlar, onlara çok önem veriyorlar ve onların gelecekleri konusunda kaygı duyuyorlar.


Işıldayan Safir 14-01-2012 08:45 PM

Cevap: Küçük Şeyler'den Alıntılar
 
http://gitan29.g.i.pic.centerblog.net/5rnoc9vb.gif

Ana Babalar ve Çocuklar Arasında Bir Benzerlik

Psikologlar, özellikle gelişim psikologları, ergenlik dönemiyle ilgili olarak şunu sıklıkla vurgularlar: Ergenlik döneminin özelliklerinden birisi, gencin bazı ikilemler içinde olmasıdır. Bunlardan birisi, gencin ana babasına hem çok önem vermesi, onlarla özdeşim kurması, ama aynı zamanda onları eleştirmesi, onlarla çatışmasıdır. (Ergen, kendine özgü bir kimlik oluşturabilmek için bu ikilemi yaşamak zorundadır.)

Bugüne kadar ben de, ana babaya çok önem verip onlarla özdeşim kurmanın, ama aynı zamanda onları eleştirmenin, ergenlik dönemine özgü bir özellik olduğunu düşünüyordum. Fakat bir süredir şunu fark etmeye başladım: Ana babalar da benzeri bir ikilem sergiliyorlar; çocuklarını hem çok seviyorlar, onlara önem veriyorlar hem de onları çok eleştiriyorlar, beğenmiyorlar. Ergenler ile ana babalar arasındaki bu benzerliğin üzerinde düşünmeye ve araştırma yapmaya değer olduğu kanısındayım. Söz konusu ikilem, belki de yalnızca ergenlere özgü değil, herkes için geçerli.


Işıldayan Safir 14-01-2012 08:50 PM

Cevap: Küçük Şeyler'den Alıntılar
 

Seminerlerimden birisini izleyen bir babaya ait bir anıyı aktarmak istiyorum. Kendisinden izin aldım.

Bu beyin oğlu on altı yaşındayken bir gün annesine çıkışmış, sesini yükseltmiş. Bunun üzerine baba oğlunu yandaki odaya çekip sağ elinin işaret parmağıyla onun omzunu ittire ittire, "Bana bak, bir daha annenle öyle konuşma"
demiş. Delikanlı, "Baba tamam, haklı olabilirsin, ama bir daha öyle el hareketi yapma" diye karşılık vermiş. Bey şöyle dedi: "Hocam, anlattığınız gibi, o an hem öfke duydum hem de gurur. Bir yandan öfkelendim, ama bir yandan da, o ana kadar fark etmediğim müthiş bir şeyi fark ettim; benim küçük oğlum, meğer kaşla göz arasında büyümüş, aslan olmuş, güçlenmiş. On yaşındayken onu parmağımla itekleseydim böyle bir şeyi asla söyleyemezdi. Şimdi onurlu, babayiğit bir delikanlı olmuş. Hem kızdım hem gurur duydum. Kızsam mı diye düşündüm; sonra vazgeçtim, sesimi çıkarmadım. İyi ki bir şey dememişim."

Gençlerin ana babalarına, ana babaların çocuklarına yönelik ikilemli/çelişkili duyguları olabilir. Çocuklarımıza kızabiliriz. Saldırmadan, küsmeden, uygun lisanla ifade edelim. Fakat madem aynı anda onlarla gurur duyabiliyoruz, o halde gurur duyduğumuzu da ifade edelim. Böyle yaparsak, doğru davranmanın ötesinde, dürüst de davranmış oluruz. Dürüstlük türlerinden birisi, içimizdeki mevcudu, sansürlemeden dışarıya sunmaktır.

Dürüst olma yollarından birisi,
içimizdeki duyguları sansürlemeden
dışarıya ifade etmektir.
İkilemlerimiz olabilir; ikilemleri ifade etmek de bir dürüstlüktür.


İkilemlerimiz olabilir; bu doğaldır. Ancak bunları fark etmeyi ve gerektiğinde ifade etmeyi de doğal kabul etmek gerekir.


Işıldayan Safir 14-01-2012 08:54 PM

Cevap: Küçük Şeyler'den Alıntılar
 

Kendi içimizde ikilemlerin bizi sıkıntıya soktuğu yetmiyormuş gibi, bir de tutar birbirimizi ikilemlere iteriz. Örneğin "Eğer dostumsa iki eli kanda olsa gelmeli" deriz. Varsın, gerisini o düşünsün. (Ellerini mi yıkasın, polise dert mi anlatsın, yoksa kalkıp sizin düğününüze mi gelsin; artık ona kalmıştır.)

En kötüsü de bazen eşler birbirlerine "Ya ben, ya işin" ya da "Ya annen ya ben" derler. İki seçenekten birisini seçmek zorunda kalmak zordur, bazen ruh sağlığımızı bile bozabilir. Oysa yaratıcı düşündüğümüzde yeni yollar bulabiliriz, "hem bu hem o" diyebiliriz. İki seçenekten birisini seçmeye zorlamak, zorlanmak, yaratıcılık değildir. Üçüncü seçeneği oluşturmak ise yaratıcılıktır. Üçüncü seçenek uzlaşma getirebilir.

İki seçenekten birisini seçmeye zorlamak,
zorlanmak, yaratıcılık değildir. Üçüncü seçeneği oluşturmak ise yaratıcılıktır.


İnsan, bazen çok gaddar olabiliyor. Ötekini ikileme sokmak kimi zaman işkenceye dönüşebiliyor. Gerçek yaşamda ve onun uzantısı olan sanatta bunun örneklerine rastlamak mümkün. Sophie'nin Seçimi adlı filmde olduğu gibi. (Bu filmde Nazi subayı, bir anneye geriye dönüşü olmayan bir kapının önünde, iki çocuğundan birisini yanına almasını söyler. Kadın seçmediği çocuğunu sonsuza kadar göremeyecek ve onun akıbetinden haberdar olamayacaktır.) Tanrı, insanı insandan korusun!

Biz yetişkinler, birbirimize eziyet ettiğimiz yetmezmiş gibi, bir de -belki de mazoşist yanımızı tatmin için- çocukları ikileme itmeye çalışırız. (Buna bayılanlarımız vardır.)

Kimimiz, bir çocukla ayaküstü sohbet etmek istediğimizde, aklımıza daha yaratıcı bir soru gelmediği için "Söyle bakiim, anneni mi daha çok seviyorsun, yoksa babanı mı?" diye sorarız. (Bu soru inanılmaz bir sohbetçilik örneğidir.) Şimdi çocukcağız ne cevap versin? Annemi mi desin, babamı mı? Tut ki cevap verdi. Bu cevap ne işimize yarayacak? En fazla çocuğu sıkıntıya sokmaya yarayacak.


Işıldayan Safir 14-01-2012 09:00 PM

Cevap: Küçük Şeyler'den Alıntılar
 

Özetleyerek ifade edecek olursak, olayları "1 veya 0" diye değerlendiren bir düşünce şeklimiz vardır. Buna, günlük yaşamda "Aristo mantığı" diyoruz. Bu ifade, "ya hep ya hiç" anlamı taşır. Bu düşünme şekline göre, bir şey ya doğrudur ya yanlış, ya siyahtır ya beyaz. Griler yoktur.

Kuantum fiziği ortaya çıktığında, "1-0" mantığının atomaltı parçacıklarda geçerli olmadığını gösterdi. Örneğin, fotonun ya dalga ya parçacık olması gerekirdi eski bakış tarzına göre. Üçüncünün imkânsızlığı ilkesinden ötürü, aynı anda hem dalga hem parçacık olamazdı. Oysa kuantum fiziği, onun hem dalga hem parçacık olduğunu gösterdi.

Fizikteki bu gelişme, insanı ve günlük olayları değerlendirmede de yepyeni bir bakış tarzı kazandırdı bize. Bugün, günlük yaşamda, bazen Aristo, bazen kuantum mantığı kullanabileceğimizi düşünüyoruz. Özellikle insan ilişkilerinde sürekli Aristo mantığı kullanmak çatışmaları ve stresi artıran bir yaklaşım oluyor.

Aristo mantığı kullanmak, düşünceleri doğrular -yanlışlar, insanları iyiler- kötüler diye katı sınıflara sokma anlamı taşıyor. Televizyonlardaki açık oturumlarda katılımcılar belki de böyle yaptıkları için sabahlara kadar uzlaşamıyorlar. (Çatışan tarafların bitirdiği açık oturum hiç görmedim; oturumu yöneten, "süremiz bitti" diyerek programı sonlan diriyor.) Oysa "1-0" diye düşünmek yerine, grileri de dikkate alsak, bu mantığı öğrenmeye başlasak, 1 ile 0 arasında çok sayıda değer bulunabileceğini düşünsek, uzlaşma ihtimali artacaktır.

Size bir soru soracağım, sadece Aristo mantığıyla "Evet" veya "Hayır" deme hakkınız var. Açıklama yapmanız yasak. Soru:

"Dünyada inek kutsal mıdır, değil midir?"

Bu soruya açıklama yapmaksızın, sadece "evet" veya "hayır" diye cevap vermeniz işe yaramaz. Oysa aynı soruya kuantum mantığı ile "1 ve 1" diye cevap verebilir; "Hem evet hem hayır" diyebilirsiniz. Bu dünyada inek bazı ülkelerde kutsaldır, bazılarında değildir.


Işıldayan Safir 14-01-2012 09:05 PM

Cevap: Küçük Şeyler'den Alıntılar
 

Bazı filmlerde görürsünüz, tanıklar, zanlılar avukatların, savcıların sorularına yalnızca "evet" veya "hayır" diye cevap verebilirler, açıklama yapmaları yasaktır. Bu kuralın bazı yararları bulunabilir. Ancak bir hukukçu, bu kuraldan yararlanıp ustaca sorular sorarak tanığı zor duruma düşürebilir, ağzından istediği cevapları alabilir.

Sürekli "evet-hayır" diye cevap vermek zorunda kalan bir tanık -veya bir zanlı- çok bunalmış, hakime "Sayın hakim, izin verirseniz sayın avukata bir soru soracağım; ama o da benim gibi yalnızca evet veya hayır diyebilsin." demiş. Fıkra bu ya, hakim de izin vermiş. Bunun üzerine tanık avukata dönüp
"Sayın avukat, hâlâ uyuşturucu kullanıyor musunuz?" diye sormuş. Avukat "Hayır" deyince tanık keyifle hakime dönüp "Başka sorum yok" demiş.

Bu fıkradaki avukatın işi zordur. Açıklama yapamadığı sürece, evet de dese, hayır da dese, -en azından- bir zamanlar uyuşturucu kullandığı düşünülecektir. Bu yüzden avukatın evet-hayır dışında cevap verme hakkı olmalıdır.

Günlük yaşamda bazen 1-0 şeklindeki Aristo mantığını, bazen de 1-1 şeklindeki kuantum mantığını kullanmakta yarar vardır. Aslında zaten bu mantığı dolaylı olarak yaşamın her alanında kullanıyoruz. "Ya istiklâl ya ölüm" bir Aristo mantığıdır. Elektrikteki seri devreler bir Aristo mantığıdır; tek bir düğme açıldığında akım kesilir. Bir siperler savaşı olarak tarihe geçen Birinci Dünya Savaşı'ndaki müdafaa hattı fikri bir Aristo mantığıdır. Bunların yanı sıra paralel devreler kuantum mantığına daha yakındır; paralel devreler ya hep ya hiç değildir. Galiba "Hattı müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır." fikride kuantum mantığına uygundur.


Işıldayan Safir 14-01-2012 09:52 PM

Cevap: Küçük Şeyler'den Alıntılar
 
http://gitan29.g.i.pic.centerblog.net/5rnoc9vb.gif

YÜZDE YÜZ HAKLI OLUNUR MU?

Hiç Yüzde Yüz Haklı Oldunuz mu?

Şu an geçmişte yaşadığınız ve kendinizi yüzde yüz haklı gördüğünüz birkaç çatışmayı hatırlamanızı rica ediyorum. Evde, trafikte veya işyerinizde, haklılık konusunda, kendinize yüz, çatıştığınız kişiye sıfır puan verdiğiniz en az bir çatışma düşününüz.

Bu çatışma konusunda yüzde yüz haklı olduğunuza emin misiniz?

Bence emin olmayın. Bugüne kadar yaşayarak öğrendiğim şeylerden birisi şu: Taraflardan birinin yüz, diğerinin sıfır olduğu hiçbir çatışma yoktur. Bakınız niçin? Öncelikle şunu düşünmek gerekir: Sizin "Yüzde yüz haklıyım" iddianızın matematiksel olarak doğru olabilmesi için çatıştığınız kişinin de kendisini yüzde yüz haksız görmesi gerekir. Eğer o kişi kendini yüzde on bile haklı görüyor ise ortaya bir işlem hatası çıkar. Bir seçime katılan adayların aldıkları oy oranları toplandığı zaman sonuç yüz olmalıdır. Yüzden büyük çıkarsa bir işlem hatası var demektir. Haklı olma konusunda da öyle. (Kavga eden pek çok kişi kendini yüzde yüz haklı gördüğü için, ortada yüzde iki yüzlük bir hakkaniyet durumu var gözüküyor. Bu, sanal bir durum olmalı. Yüzde iki yüz kağıt üzerinde olur da pratikte imkânsızdır.)

Taraflardan birinin yüz, diğerinin sıfır olduğu hiçbir çatışma yoktur.

http://gitan29.g.i.pic.centerblog.net/5rnoc9vb.gif

Işıldayan Safir 14-01-2012 09:58 PM

Cevap: Küçük Şeyler'den Alıntılar
 

Ben küçükken annemle babam birbirlerine güzel sıfatlarla seslenirlerdi; "Hayatım, canım!" gibi. Ancak tartıştıkları, kavga ettikleri de olurdu. Tartıştıkları zaman üzülürdüm.

O yıllarda, tartıştıklarında hangisi haklı diye düşündüğümde, bana hep annem haklı geliyordu. O günkü değerlendirmeme göre, bütün tartışmalarda annem yüzde yüz haklıydı, babam ise yüzde yüz haksız.

Büyüdüm, evlendim. İlk aylarda eşimle kavgamız yoktu; tartışmadık bile. Bebeğimiz doğduktan sonra bu durum değişti. İkimiz de doktora yapıyorduk, bebeğin bakımı, doktoru, aşısı, evin sorumlulukları ağır geldi. Tartışmaya, kavga etmeye başladık.

O günlerde "Kim haklı?" diye baktığımda, yüzde elli ben, yüzde elli eşim haklı gibi geldi. Olabilir. Sonra bir gün, birden bire bir şeyi fark ettim: Annemle babamın tartışmalarında meğer yüzde elli annem haklıymış, yüzde elli babam. O yıllarda babam hayattaydı. Bunu ona söyledim; "Baba ben küçükken seni hep haksız, annemi haklı görürdüm, şimdi anladım ki meğer yüzde elli sen haklıymışsın, yüzde elli de annem." Bunu duyan babam, "Tabii oğlum" dedi, "Ben sana hep söylerdim, büyüyünce, baba olunca anlarsın diye, bak anladın". Evet, anladım.

Yüzde yüz haklı, galiba yoktu.


Işıldayan Safir 14-01-2012 10:01 PM

Cevap: Küçük Şeyler'den Alıntılar
 

Şu ifade kulağınıza tanıdık gelecek mi? Bazen karı koca tartışırlar ve kadın öfkeli, incinmiş bir halde parmağını eşine uzatarak, "Kabul et haksızsın; kabul et, bişicikler demeyeceğim!" der. Burada evin hanımı, "Ben tamamen haklıyım, sen sıfırsın" demek istiyor olmalı. İyi de, evin beyi de kendini tamamen -yüzde yüz- haklı görüyor. Erkek kendini biraz olsun haklı görmese çatışmaya girmez.

Evde veya işyerinde yüzde yüz haklı olduğunuza inansanız bile, bunu ille de karşınızdakine söyletmeyin, haklı olduğunuzu tescil ettirmeyin, bir anlamda haksızlığını karşınızdakinin gözüne sokmayın, onun burnunu sürtmeyin. Eğer böyle yaparsanız, yani yüzde yüz haksız olduğunu karşınızdakine itiraf ettirirseniz, bu durumun kokusu ilerde kötü çıkar genellikle. Yüzde büyük ölçüde, söz gelişi yüzde doksan beş haklı olabilirsiniz ama karşınızdakine de bir yüzde beş pay bırakın; onun da kendince bir nedeni vardır, onu böyle davranmaya iten kendi dışında nedenler bulunabilir.

Evde veya işyerinde yüzde yüz
haklı olduğunuza inansanız bile,
bunu ille de karşınızdakine söyletmeyin.


http://gitan29.g.i.pic.centerblog.net/5rnoc9vb.gif

Işıldayan Safir 14-01-2012 10:10 PM

Cevap: Küçük Şeyler'den Alıntılar
 

Bazen çocuklar, gençler yalan söylerler. Ana babalar da bu yalanı yakalar. İşte bu an kimi ana baba, adeta lüfer yakalamış gibi sevinir. Ana babanın gözünde çocuk/genç yüzde yüz haksızdır, sığınacak hiçbir limanı, mazereti yoktur, bir anlamda batmıştır, bitmiştir. Ana baba, bu kesin galibiyetin tadını çıkararak parmağını çocuğa uzatır ve mağrur bir eda ile "Sus, ayıbınla otur, bana yalan söyledin!" der. Ana baba burada muhtemelen, "Ben yüzde yüz haklıyım, sen sıfırsın" demektedir.

Olabilir; çocuğun/gencin yalan söylemesinde kendi payı yüksektir. Fakat bu yalanda ana babanın hiç mi payı yoktur? Bence, çocuklarımızın söyledikleri her yalanda, biraz olsun bizim de tuzumuz vardır? Bakınız niçin:

1. Çocuğumuz yalan söylemiş ise, yalan söylemeyecek yapıda güçlü bir çocuk yetiştirememişiz demektir. Yalana başvurmayacak kadar güçlü bir yapısı yoksa, bu durum, biraz onun sorumluluğudur, biraz da bizim.

2. Çocuklarımız, bazı hatalarını yalana başvurmadan açıkça ifade ettiklerinde, bu durumu her zaman olgunlukla karşılar mıyız? Galiba hayır. En azından bazılarımız, samimi itiraflar karşısında bazen bağırır, bazen de bayılırız. Bu tavrımızla da çocuklarımızı istemeden yalana iteriz.

3. Biz büyükler -kendimizce haklı nedenlerle- bazen çocukların yanında başkalarına yalan söyleriz. Bazen de "onlara küçük beyaz yalanlar söylenir" diye çocuklara yalan söyleriz. Gün gelir bizim, belli durumlarda yalan söylediğimizi anlarlar. Onlar da belli durumlarda -kendilerince haklı gerekçelerle- yalan söylerler. (Çocuklara küçük beyaz yalanlar söylenebilir düşüncesi tamamen yanlıştır.)

Sonuç: Yukarıda ifade edilenler, yalan söyleyen çocuklara aldırmayalım, hoş görelim anlamına gelmiyor. Yalan söylediklerini fark ettiğimiz zaman, üzüldüğümüzü, rahatsız olduğumuzu belirtelim. Ancak, kendimizi yüzde yüz haklı görüp önlenemez bir öfke içine girmeyelim. Çocuğumuzun yalanını yakaladığımızda kendimizi yüzdeyüz haklı görürsek, öfkemiz de yüzde yüz olur. Eğer çocuğunuz size yalan söylem işse bu yalanda sizin de payınız vardır. Bu gerçekten yola çıkarak olaya baktığımızda, daha ılımlı olabiliriz. Ilımlı olduğumuz zaman ise çocuğumuzu arzu ettiğimiz yönde değiştirme, geliştirme şansımız artar. Onların bir yalanlarına bugün aşırı öfkelenirsek, yarın daha dürüst olmalarına değil, daha iyi kamufle edilmiş, daha organize yalanlar söylemelerine yol açarız.

Eğer çocuğunuz size yalan söylemişse bu yalanda sizinde payınız vardır.

http://gitan29.g.i.pic.centerblog.net/5rnoc9vb.gif

Işıldayan Safir 14-01-2012 10:16 PM

Cevap: Küçük Şeyler'den Alıntılar
 
http://img-fotki.yandex.ru/get/5002/...675_bfb9e817_L

"Yalan Yakalamak" İyi Bir İfade mi?

"Yalan yakalama" ifadesi bence peşinen gerginlik yaratan bir ifade. Bu ifade galiba içimizdeki avcılık isteğinden kaynaklanıyor. Kaçıp kurtulmaya çalışanlara sessizce yaklaşıpbir avcı atikliği ile onları yakalamak istiyoruz. Evlerde ve iş yerlerinde, yaş tahtalara basmamak için, bir kedi, bir panter gibi adımlarını yavaş ve yumuşak atan avcılara benziyoruz. (Eğer avcılık yaparsanız, avları yok ettiğinizi düşünebilirsiniz; ama bir yandan da avları kaçmaya, korunmaya teşvik edersiniz.) Olaylara bakış tarzlarımız ile onları adlandırma şeklimiz arasında karşılıklı ilişki vardır; birisi değişince diğeri de değişebilir. Bu durumda, "yalan yakaladım" yerine "yalanı fark ettim" veya "gerçeği sakladığını fark ettim" diye düşünsek nasıl olur?

Not: Konuyla ilgisi yok ama istemediğim bir çağrışıma yol açmasın diye şunu belirtmek isterim: Ben, genelde avlanmaya, bu arada özellikle ülkemiz gibi doğal yaşamı büyük ölçüde tahrip olmuş topraklarda avlanmaya karşıyım.


Işıldayan Safir 14-01-2012 10:21 PM

Cevap: Küçük Şeyler'den Alıntılar
 

Beni üzmüş bir olayı paylaşmak istiyorum: Çocuktum, ikiünlü takımımız futbol ligindeki son maçlarınıyapacaklardı. A ve B takımları diyelim. Puanları eşit, averajla A takımı önde. Yani maç berabere biterse A şampiyon olacak, sonuç 1-0 B'nin lehine olursa da şampiyon o olacak. A takımından, yanlış hatırlamıyorsan Güven isimli bir oyuncu, heyecanlanıp gereksiz yere ceza sahasında topa elini sürdü. Penaltı verildi. B takımı penaltıyı gole çevirdi. B 1-0 galip gelerek şampiyon oldu.

A takımı ve taraftarları bu sonuç karşısında kahroldular. Eğer Güven topa gereksiz yere elini sürmeseydi biz şampiyon olacaktık diye hayıflandılar. A takımının antrenörü Güven'e çok kızdı ve hiç affetmedi. Yıllarca Güven'i sahaya çıkarmadı, yedekte tuttu. Güven'in A takımından başka bir takıma satılmasını istedi. Satmadılar, oynatmadılar. Böylece bir gencin hayatı mahvoldu.

A takımının antrenörü ve yöneticileri, pek çoğumuzun yaptığı bir hatayı yaptılar, yüz-sıfır diye düşündüler; bütün suçun Güven'de olduğuna inandılar. Penaltının ortaya çıkışında Güven'in payı/hatası vardı. Ancak antrenörün ve takımdan sorumlu olan herkesin de bu penaltıda payı vardı. Örneğin, futbolcuları maç öncesinde rahatlatmayı beceremediler, belki de bir ölüm-kalım mücadelesine çıktıkları mesajını vererek onları daha da gerdiler. (Üniversite sınavı öncesindeki bazı ana babalar gibi.) Ayrıca olayın doğasında gerginlik olduğunu, Güven'in bu gerginliğe kurban gittiğini düşünmediler. (Denk takımlar şampiyonluk maçına çıktıklarında, avantajlı başlayanlar çoğunlukla avantajsız konuma geçerler. Son maçlarda ilk golü atan taraf genelde maçı kaybedermiş.) Eğer bunları düşünselerdi, çok daha iyi olurdu.


Işıldayan Safir 14-01-2012 10:25 PM

Cevap: Küçük Şeyler'den Alıntılar
 
http://img-fotki.yandex.ru/get/5002/...675_bfb9e817_L

Trafik Canavarı Tamamen Canavar mı?


Size bir sorum var: Tek arabalık dar bir yolda gidiyorsunuz. (İki yana park etmiş araçlar yolu daraltmış.) Yolun sonunda kırmızı ışık yanıyor, ışıkta bir araba durmuş. Mecburen siz de durdunuz, çünkü hem kırmızı yanıyor hem de önünüzdeki araç durmuş. Bu sırada üçüncü bir araç gelip arkadan size çarpıyor. Acaba "Efendim bu durumda bendeniz yüzde yüz haklıyım!" der misiniz?

Bence siz, yukarıda belirtilen durumda hukuksal açıdan yüzde yüz haklısınız; ancak ahlaki açıdan yüzde yüz haklı değilsiniz. Size arkadan çarpan adamın davranışında bir miktar sizin de tuzunuz vardır. Hatta bu olaydan kilometrelerce uzakta bulunan bendenizin de çarpma olayında tuzu/katkısı var. Bakınız niçin:

Yirmi yaşıma geldiğimde ehliyet için başvurdum. O yıllarda ehliyet çok zor alınıyordu. Sınavlar çok zordu; arabayla geri giderek 8 çizmenizi isterlerdi. Hemen herkes pek çok defa girdikten, araba kullanmayı iyice öğrendikten sonra ehliyet alırdı. Sonra, seksenli yıllarda bir mucize oldu, özel kurslar açıldı ve ehliyet almak birden kolaylaştı. Adeta kontağı çevirebilenlere ehliyet verilmeye başladı. Kimse bu duruma itiraz etmedi. Örneğin o yıllarda ben öğretim üyesiydim; hiçbir yere, "Bu ülkede trafik kazaları zaten çok olur, ehliyet bu kadar kolay alınırsa kazalar artar." diye iki satır yazı yazmadım. Çevremdeki herkes, bu arada ben de ehliyet almak kolaylaştı diye sevindik. Şehirlerimizde metro yoktur, apartmanlara park yeri yapılmaz... Bütün bunlara toplumca itiraz etmedik. Bu durumda, size arkadan çarpılmasında, siz dahil herkesin biraz sorumluluğu vardır. En azından ahlaken sorumluyuz.


Işıldayan Safir 16-01-2012 11:17 AM

Cevap: Küçük Şeyler'den Alıntılar
 
http://img-fotki.yandex.ru/get/5002/...675_bfb9e817_L

Mafyaya Destek Olmuşluğunuz Var mıdır?

Başlıktaki soruya herhalde pek çoğunuz "Hayır" dediniz. Emin misiniz? Eğer sokaktaki dilenci çocuklara, en az bir defa para verdiyseniz -pek çoğumuz hatalı olduğunu bildiğimiz halde dayanamayıp bu işi yapıyoruz- siz dilenci mafyasına destek oldunuz demektir. O çocukların sokaklarda açıkça ihmale ve istismara uğramalarının nedeni aileleri, dilenci mafyası, bu durumu önleyemeyen ilgili kuruluşlar olabilir. Ama onlara bilinçsiz şekilde para veren bireyler de bu işin sürmesine destek oluyorlar diyebiliriz. Bir şehirde iki yıl kimse dilenci çocuklara para vermese, bu trajedi biterdi. (Dilenci çocukların kazandıkları para, ne okumalarına ne de kaliteli yaşamalarına katkıda bulunuyor. Yalnızca dilenci mafyasına katkıda bulunuyor.)

Pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da, olayların ahlaki sorumluluğunu üstlenmediğimizde olup biten işlerin tamamen başkalarının sorumluluğunda olduğunu düşünüyoruz ve değişmeye/gelişmeye kişisel katkıda bulunamıyoruz.


Işıldayan Safir 16-01-2012 11:20 AM

Cevap: Küçük Şeyler'den Alıntılar
 

İnsan, birtakım çelişkiler/ikilemler yaşar. Bu kaçınılmazdır. Ancak eğer, yaşamının bir parçası olan çelişkilerini fark ederse, kararsız kalma, acı çekme ihtimali azalır, üstelik toplumun gelişmesine katkıda bulunur. Ya hep-ya hiç, diğer bir ifadeyle yüz-sıfır, insan ilişkilerini zedeleyen, gelişmeyi engelleyen önemli bir ikilemdir. Yüzde yüz haklıyım anlayışı, çözümsüz çatışmalar doğurabilir, ben-merkezci olmamıza yol açabilir. "Yüzde yüz haklıyım." anlayışından vazgeçmek, bireyin acı çekme ve acı çektirme ihtimalini azaltacak, insanları daha duyarlı hale getirecektir.

Ya hep-ya hiç, diğer bir ifadeyle yüz-sıfır,
insan ilişkilerini zedeleyen, gelişmeyi engelleyen önemli
bir ikilemdir.

http://img-fotki.yandex.ru/get/5002/...675_bfb9e817_L

Işıldayan Safir 16-01-2012 11:28 AM

Cevap: Küçük Şeyler'den Alıntılar
 
http://img-fotki.yandex.ru/get/5002/...675_bfb9e817_L

"HEM ŞOFÖR MEHELLİ, HEM BEŞ KURUŞ" (VEYA "YÜZ ALTIN SENDROMU")

Psikolojide Bilişsel Davranışçı Yaklaşım adı verilen bir yaklaşım var. Özetle şunu söylüyor: Duygularımızı ve davranışlarımızı ortaya çıkaran şey, dış faktörler değil, zihnimizin bir köşesine kaydetmiş olduğumuz kalıp düşüncelerdir. Kimi kuramcılar, söz konusu düşüncelerden bazılarının akılcı/gerçekçi olmadığını ve bunların sıkıntı yaratan duygulara ve davranışlara yol açtığını, ruh sağlığını olumsuz yönde etkilediğini belirtmektedirler.*

* Bilişsel Davranışçı Yaklaşımın genel çerçevesi içinde, "Ben yetersizim" şeklindeki bir kalıp düşünce/temel inanç, ana inançlara, ara inançlar ise "Ben bu sınavdan geçemem." şeklindeki otomatik düşünceye yol açar, sıkıntı yaratır.

Duygularımızı ve davranışlarımızı
ortaya çıkaran şey, dış faktörler
değil, zihnimizin bir köşesine kaydetmiş olduğumuz
kalıp düşüncelerdir.


Sıkıntı yaratan kalıp düşüncelere birkaç örnek:

"Herkes bana iyi ve kibar davranmalıdır."

"Her zaman her işte başarılı olmalıyım; kusursuz olmalıyım."

"Hayat bana istediklerimi hemen vermeli, istemediklerimi vermemeli."


Yukarıdaki cümlelerden üçüncüsü, belki ilk ikisini de kapsıyor. Üçüncü cümlede, dünya ve onun bir parçası olan toplum, bana benim istediğim gibi davransın talebi var. Şüphesiz bu ben-merkezci bir tavır ve gerçekçi değil.

"Hayat bana istediklerimi tam olarak vermeli." düşüncesinin akılcı olmadığı ve bu düşüncenin duygularımızı ve davranışlarımızı nasıl etkilediği, son yıllarda Albert Ellis tarafından ortaya atılmış, incelenmiş. Ancak bundan yüzyıllar öncesinde insanlar Ellis'in görüşüne paralel sayılabilecek görüşler ileri sürmüşler. Örneğin Epiktetos, "Olaylar önemli değildir; asıl onları algılama şeklimiz önemlidir." demiş. Epiktetos'un bu görüşü, Bilişsel Davranışçı Yaklaşımı özetlemektedir.


Işıldayan Safir 16-01-2012 11:32 AM

Cevap: Küçük Şeyler'den Alıntılar
 

Akılcı olmayan düşüncelerimizi, mükemmeliyetçiliğimizi -biraz da açgözlülüğü- irdeleyen, eleştiren bir Bektaşi fıkrası var. Şöyle:

Bektaşi'nin Altınları


Bektaşi'nin biri bir gün "Tanrım, bana gökten yüz altın at. Bak ama, doksan dokuz olsa kabul etmem." demiş. Tanrı'dan yüz altın isteyen, aşağısına razı olmayan Bektaşi, bir anlamda, "Hayat bana istediklerimi hemen vermeli, istemediklerimi vermemeli." demektedir.

Söz konusu akılcı olmayan düşünceye ilişkin bir de Erzurum hikâyesi var. Önce hikâyeye bakalım, sonra da yorumlayalım.

Hem Şoför Mehelli, Hem Beş Kuruş


Rivayete göre, 1940'larda geçmiş bir olay: O zamanlar taşımacılık kamyonla yapılıyor. Bir kamyon yolcularını yüklenirken Erzurum yakınlarındaki Köprüköy'e gidecek bir yolcu gelir. Şoför ile yolcu arasında şu konuşma geçer:

Yolcu: "Dadaş, hele beni bir Köprüköy'e götür."

Şoför: "He geç."

Yolcu: "Kurban, kamyonun üzerine binmeyeyim, sovuktur, rüzgârdır; şoför mehelline oturayım."

Şoför: "Tamam geç."

Yolcu: "Şoför mehelli kaç kuruştur?"

Şoför: "Yirmi beş kuruş."

Yolcu: "Ben beş kuruş versem olmaz mı?"

Şoför: "Dadaş, hem şoför mehelli hem Körpüköy hem beş kuruş; bu nasıl iş?"

Galiba pek çoğumuz, -belki de hepimiz- Bektaşi gibi hayattan yüz altın istiyoruz. Veya dadaş gibi, hayat bizi şoför mahallinde, Köprüköy'e beş kuruşa götürsün istiyoruz. Bu istediğimiz olmadığında da küçük aksiliklere esef ediyoruz, öfkeleniyoruz. Yüz altın sendromu yüzünden hem kendimizi hem çevremizi huzursuz ediyoruz.


Işıldayan Safir 16-01-2012 11:35 AM

Cevap: Küçük Şeyler'den Alıntılar
 

Diyelim bir sabah evden çıktınız ve anahtarı evde unuttuğunuzu fark ettiniz. Üç kat merdiven çıkıp anahtarı alacaksınız. Bu durumu olgunlukla kabullenir misiniz, yoksa kendinize esaslı miktarda kızar mısınız? Sanırım çoğunluk, "Allah beni kahretsin, Allah benim belamı versin." diye söylene söylene çıkıyor merdivenleri.

Niçin kızıyorsunuz kendinize? Bugüne kadar pek çok defa anahtarlı çıktınız evden; bu başarınızdan ötürü hiç kendinizi kutladınız mı? Hayır. Doğru şeyler yaptığımız zaman kendimizi kutlamayız, hatalı bir şey yapınca kızarız. Niçin? Bunun nedeni hayattan yüz altın beklememiz olmalı.


Işıldayan Safir 16-01-2012 11:37 AM

Cevap: Küçük Şeyler'den Alıntılar
 

Diyelim öğrenciyiz, bize iyi bir gelecek sağlamaya katkısı olacak diye lisede veya üniversitede okuyoruz. Hem okuyoruz hem de durmadan derslerin ağırlığından, sınavların sıklığından şikayet ediyoruz. Hiç okumasak sıkıntı da olmaz ama iyi bir gelecek umudu da suya düşer. Yani hem sıkıntıya girmeyeceğimiz bir öğrencilik yaşamımız hem de iyi bir geleceğimiz olsun istiyoruz. Farkında olmadan hem şoför mahallinde oturmak hem beş kuruş ödemek istiyoruz. Ne yazık ki bu kadar cömert bir dünyamız yok. Pratikte fazla cömert olmayan dünyayı, çok cömert hale getirmek istediğimizde kopya çekeriz. Bu durumda hem şoför mahalli hem beş kuruş olur. Ama ne yazık ki kopya, dürüst bir yol olmadığı gibi uzun vadede kârlı da değildir.


Işıldayan Safir 16-01-2012 11:42 AM

Cevap: Küçük Şeyler'den Alıntılar
 
http://img-fotki.yandex.ru/get/5002/...675_bfb9e817_L

Diyelim Bir İşyerinde Çalışıyorsunuz

Bazı iş yerlerinde patron asgari ücreti, maksimum performansı, çalışanlar ise asgari performansı, maksimum ücreti tercih ediyor. Sonuçta iki taraf da yüz altın'cı oluyor.

Diyelim bir işyerinde çok yoğun çalıyoruz. Ama bunun karşılığında da iyi sayılabilecek bir ücret alıyoruz, üstelik kendimizi geliştirmemiz, gerçekleştirmemiz de mümkün oluyor. Buna rağmen zaman zaman tablonun genelini unutup çok çalışmaktan yakınıyoruz. Daha az ücrete daha az çalışmayı gerektiren bir iş bulabiliriz; ama bunu asla istemeyiz. Yine, hayattan, istediklerimizi tam olarak vermesini, istemediklerimizi vermemesini, her şeyin kusursuz olmasını istedik demektir. Diğer bir ifadeyle, hem şoför mahalli hem beş kuruş. Ne yazık ki ikisi bir arada olmuyor. Aslında, hem az çalışmak hem de çok kazanmak mümkündür. Bunun yollarından birisi üçkağıtçılık, hortumculuktur. Bunları yaptığınızda, hem şoför mahalli hem beş kuruş olur. Olur da, dürüst olmaz; uzun vadede kârlı olmaz. Torunlarınıza kötü bir miras, üçkağıtçı bir dünya bırakmış olursunuz.

Hem iyi ücret alayım hem az çalışayım gerçekçi değil. Ancak bunun tersi bir durum varsa ve siz yakınıyorsanız, gerçekçi düşünmediğinizi söyleyemeyiz. Örneğin bir patron, nasıl olsa piyasada iş az, eli mahkum diye düşünüp asgari ücretin altında bir ücretle sizi günde sekiz saatin çok üzerinde çalıştırır, bu arada sigortanızı da yaptırmazsa ve siz de bu durumdan sızlanırsanız, gerçekçi düşünüyorsunuz demektir. Bu patronunuzun ayıbıdır. Patronunuz kısa vadeli kârdadır; ancak torunlarına haksızlığın, ahlaksızlığın arttığı bir dünya bırakacaktır. Torunlarının aynı sömürüye uğramayacağını kim garanti edebilir?

Diyelim işyerinizde bir hatanız oldu; herkes fark etti. Günlerce üzülür müsünüz? "Evet" dediğinizi duyar gibiyim. Peki bu hataya eşit bir başarınız oldu. Günlercemi sevinirsiniz, yoksa daha kısa bir süre mi? Eğer "evet" derseniz, demektir ki, yine kusursuz davranmayı, hayatın size kusursuzu vermesini istiyorsunuz.

Birkaç defa cerrahlar ameliyatta hastanın karnında makas, gazlı bez bırakmıştır. Bu kamuoyuna çok ilginç gelir, yıllarca söylenir. Ama aynı hekimler, her gün binlerce hayatı kurtarır, binlerce kişiyi ölümün kıyısından döndürür; bu ilginç gelmez. Bir eksi fark edilir, 9999 artı fark edilmez. Sanırım bu da bir yüz altın sendromu.

İşyerinde patronlar, amirler, elemanlarının binlerce artısını, gayretini görmezler de bir tek hataları olduğunda ortaya çıkıverirler. Çünkü yüz altın isterler, kusursuzluk isterler.

"Peki patron hiç mi eleştirmesin?" diyebilirsiniz. Hiç eleştirmesin veya siz kendi kendinizi hiç eleştirmeyin demiyorum. Hatamız olunca birbirimizi eleştirelim ama olumlu davranışlarımızı da vurgulayalım, övelim. Kendi kendimizi de gerektiğinde eleştirelim, davranışlarımızdan geri bildirimler çıkaralım; ama olumlu davranışlarımızı da fark edelim, onlarla gurur duyalım. Marifet iltifata tâbidir. Çevremizdekilere çiçek atalım; arada bir de kendimize atalım.

Hatamız olunca birbirimizi eleştirelim ama olumlu
davranışlarımızı da vurgulayalım, övelim.


İş stresi herkesi rahatsız eder. Bu stresi tamamen yok etmenin bir yolu vardır. Gayet basit: İstifa etmek. Eğer istifa ederseniz, bazı açılardan çok rahatlarsınız. Ancak parasız kalırsınız. Bu dünyada hem şoför mahalli hem beş kuruş yok. Kamyonun üzeri beş kuruştur ama soğuktur. Şoför mahalli yirmi beş kuruştur ama sıcaktır.


Işıldayan Safir 16-01-2012 11:47 AM

Cevap: Küçük Şeyler'den Alıntılar
 

Evlerimizde de yüz altın bekliyoruz. Eşler birbirlerinden kusursuzluk bekliyorlar, dört dörtlük eş, dört dörtlük hayat istiyorlar. Hayat bana istediklerimi tam versin istiyorlar.

Örneğin kadın, hem eşinin akşam belli bir saatte gelmesini, mesaiye kalmamasını, tatillerde çalışmamasını, ama aynı anda da mevcut yaşam standartlarını aynen sürdürmek ister. Veya bir erkek aynı şeyleri karısından ister. Bu iki istek bir arada nasıl olur? Bir insanın hem az çalışması hem çok kazanması oldukça zordur. (Aynı anda dürüst olmak istediğimizde iyice zordur.) Bir insan ailesine daha fazla zaman ayırmak için fazla çalışmaktan ve fazla kazanmaktan vazgeçebilir. Ama bunların üçünü birden istemesi, kendini ve dünyayı zorlamak anlamına gelir; yüz altın istemek anlamına gelir.

Erkekler de eşlerinden yüz altınlık, kusursuz bir gayret bekliyorlar. Söz gelişi erkek açıkça söylüyor, açıkça söylemese bile davranışlarıyla şöylesine bir tablo sergiliyor: Eşi (yani kadın) para kazandığı bir işte çalışsın istiyor. Olabilir. Kadın aynı zamanda akşam kendisinden önce eve gelsin, çocuklarıyla ilgilensin, onların ödevlerini yaptırsın, yedirip içirip yatırsın istiyor. Olabilir. Erkek aynı zamanda, kendisi geç gelse bile sofra hazır, çorba dudak kıvamında/hemen içilebilir sıcaklıkta beklesin istiyor. Bu da olabilir. Erkek bir şey daha istiyor; gecenin bir yarısı karısı kapıyı açtığında sabahlıklı, gecelikli olmasın, şöyle bir güzel giyinmiş olsun istiyor. Hadi bu da olabilir. Ancak erkek bir şey daha istiyor, "Karım kapıyı açtığında, saat kaç olursa olsun güler yüzlü olsun." diyor. İşte bu olamaz. Dört başı mağrur olamaz; hem şoför mahalli hem beş kuruş olamaz; kadından ille de yüz altınlık davranması istenemez. Gün boyu yüzün doksan dokuzunu yerine getirmiş kadının, bir tane de eksiği olmasını kabullenmek gerekli; onun yüzünü asmasını, serzenişte bulunmasını hoş görmek gerekli. (Şüphesiz kadın da, söylenmeyi veya sızlanmayı abartmamalı. Eğer abartırsa, bu kez de o erkekten yüz altınlık bir gayret beklemiş olur.)

Eşimizden yüz altın beklemeyelim. Ama eğer yüzüncü altın yok diye, yani eşimiz bize kusursuz davranmıyor diye canımız sıkılırsa, bu durumda bu beklentimizi oturup konuşalım. Söz gelişi, ev dışında da çalışan, evi-çocukları çekip çeviren bir kadın akşam eşi geç geldi diye yüzünü asarsa, bundan rahatsız olan kocası, ortam uygun ise o an, değilse daha sonra bu olayı gündeme getirmeli, rahatsızlığını belirtmeli.


Işıldayan Safir 16-01-2012 11:50 AM

Cevap: Küçük Şeyler'den Alıntılar
 
http://img-fotki.yandex.ru/get/4401/...7680_9212b80_L

Evlilik Yıldönümlerini Unutan Erkekler

Nice ailede erkeğin evlilik yıldönümünü, eşinin doğumgününü unutması ciddi sorun yaratıyor. Evet bir erkek diyelim eşinin doğum gününü unuttu. Yıl içindeki önemli bir günü unuttu. Ama aynı erkek bir yılda 364 gün işi için, evi için çalıştı, çabaladı. Bu erkeğe o 364 gün için teşekkür edilmemiştir, ama o bir gün için esef edilir. Yine bir yüz altın beklentisi.

Özel bir günü unutan bir erkeğe eşi, kızmak yerine şöyle dese nasıl olur: "Sağ ol, 364 gün evini, beni hatırladın, bizler için çalıştın. Ancak evlilik yıldönümümüzü unuttun. Seneye dilerim 364'ü 365 yaparsın."

Ya da son ana kadar bekleyip eşinizin evlilik yıldönümünü unuttuğu kesinleştikten sonra söylenmek yerine, bir gün önceden hatırlatabilirsiniz. Bakınız artık polisler "Radar var!" diye tabela koyup önceden uyarıyorlar. Siz de peşin peşin uyarabilirsiniz.

(Not: Erkekler "Evlilik yıldönümümüzü unuttun" diye söylenmezler. Çünkü kendileri hatırlamazlar.)


Işıldayan Safir 16-01-2012 12:03 PM

Cevap: Küçük Şeyler'den Alıntılar
 

Bir önceki bölümde sözü edilen, "Hayat bana istediklerimi tam olarak versin, istemediğimi vermesin." düşüncesi gerçekçi değildir. Hayat, içinde çelişkileri de barındırır. Oysa biz çelişki sevmeyiz, çelişkilerden arındırılmış, kılçıkları ayıklanmış bir hayat isteriz. Bu gerçekçi değildir. Kusursuzluğu aramanın bedeli ağırdır.

Kusursuzu, kusursuzluğu aramak bize pahalıya mal olabilir.

Kusursuzluğu aradığımızda, elde edemediğimiz tek şey yüzünden, elimizde bulunmakta olan pek çok şeyi kaybedebiliriz. Yüz altında direnmek, eldeki doksan dokuz altını tehlikeye düşürebilir. En azından, yüzüncü gelmedi diye elimizdeki doksan dokuz altının tadını çıkaramayız. İşte bu yüzden kusursuzluğu aramanın bedeli ağırdır.

"Bir lokma, bir hırka" önerisinde bulunmuyoruz şüphesiz. Ancak, doksan lokmanız, elli de hırkanız varsa ve hâlâ mutsuz dolaşıyorsanız, bunun gerçekçi olmadığını, bir psikologa, bir psikiyatriste gitmenizin iyi olabileceğini söylüyoruz. (Yaşamımızdan hoşnut olmak, gelişmemize engel değildir. Bir çocuğu hem sevip hem onun gelişmesini ister gibi, hem hayatınızdan hoşnut olup hem onu daha da iyiye götürmeye çabalayabilirsiniz.)


Işıldayan Safir 16-01-2012 12:11 PM

Cevap: Küçük Şeyler'den Alıntılar
 

Erzurumlu bir kadın İstanbul'a yerleşmiş, bir düğün yemeğine davet etmişler, gitmiş. Sofra çok zenginmiş; çorbadan dolmaya, tuzludan tatlıya her şey varmış. Ancak İstanbul'da adet olmadığı için yemekten sonra çay vermemişler. Bizimki, yemekten sonra çay içmeye alışık olduğu için, düğün çıkışında, pek çoğunun yaptığı bir şeyi yapmış, dedikodu etmiş. "Vıyh baba çıha, bir çay itmediler ki yediğimizi sindirek." demiş.

Ben, babam tarafından Erzurumluyum; Erzurumlu hemşehrilerim alınmasınlar. Erzurumlu kadının yaptığını aslında hepimiz yapıyoruz. Düğün yemeklerinden sonra dedikodu etmesek içimize sinmiyor; adeta yemeği içimize sindiremiyoruz. Ve bir eksi yüzünden doksan dokuz artının değeri gözümüzde siliniveriyor. Örneğin, eşimizin bin tane güzelliği vardır, sesimizi çıkarmayız, bir eksik gördük mü kıyametleri koparırız. Binlerce güzel anımız olan bir arkadaşımız için, "Bir davranışını gördüm, çizdim üstünü; notunu verdim." deriz.

Yerine göre, sahip olduğumuz değerlere aykırı olan karşımızdaki kişiye ait küçük bir davranışı, büyük/önemli diye algılamaya elbette hakkımız var. Ama günlük yaşamda her şey sürekli olarak sahip olduğumuz değerleri tehdit mi ediyor? Yoksa, bazı küçük davranışlar, içimizde bilmediğimiz bir yerlere dokunduğu için mi gereğinden fazla öfkeli, kırılgan, kırıcı davranıyoruz?

İnsan, kusursuzluğu istiyor; yüz altın istiyor; her şeyi birlikte istiyor. İyi de, her şey'in içinde zıtlıklar da vardır. Her şey'e talip olan insan, dolayısıyla zıtlıklara da talip olmuş oluyor. Ama aynı zamanda zıtlıkları sevmiyor, tutarlılık istiyor. (Bu bir çelişkidir; insanın çelişki yaşamaya da hakkı vardır.)

Yaşama tümüyle talip olan, ancak yaşamın içindeki eksileri, ikilemleri ayıklamaya çalışan insan ikileme giriyor, çoğunlukla da zorlanıyor, acı çekiyor.

Kusursuzluğu/mükemmeli istemek, zorlayıcı olmanın yanı sıra, galiba imkânsız da. Sürekli değişen, gelişen, bir ırmak gibi akıp giden yaşamda, sürekli kusursuzluk istemek, gelişmekten vazgeçmek anlamına gelir. Özel yaşamınızda veya işinizde, varsayalım ki kusursuzluğa ulaştınız. Bu, artık bir anlamda gelişmeyeceksiniz demektir. Oysa değişmek, gelişmek kaçınılmazdır. Kusursuzluk sanal bir şey. Eğer sürekli gelişiyorsak, bir önce yaptığımızın kusursuz olması mümkün değildir. Bu yüzden, kusursuza talip olmak yerine, bir "öncekine göre daha iyiye" talip olmak daha gerçekçi gözüküyor.

Eğer sürekli gelişiyorsak,
bir önce yaptığımızın kusursuz olması
mümkün değildir.

http://img-fotki.yandex.ru/get/4401/...7680_9212b80_L

Işıldayan Safir 16-01-2012 12:20 PM

Cevap: Küçük Şeyler'den Alıntılar
 

Dilimizde, dünden gelen birtakım atasözleri var. Bugün bunlardan bazılarını hâlâ beğeniyoruz, bugünkü bilgilerimize uygun buluyoruz, bazılarını ise beğenmiyoruz. (Eğer dünyadaki bütün dillerde söylenmiş bütün atasözlerini gözdengeçirecek olsak, sanırım hemen her konuda, birbirinin zıttı nitelikte atasözü bulabilirsiniz. Kültürler ve zamanlar arasındaki farklılıklar, atasözlerine deyansımış olsa gerek.) Örneğin "Kızını dövmeyen dizini döver." sözü, eğitim psikolojisi kapsamındaki günümüz bilgileriyle bağdaşmıyor, tedavülden kalkmış gözüküyor. Ancak bazı atasözleri hâlâ geçerli. Bunlardan birisi şu: "Marifet iltifata tâbidir."

"Marifet iltifata tâbidir." sözü, bir insanda bir beceri geliştirmek istediğimizde, o insana iltifat etmek gerektiğini belirtiyor. Bu söz, psikolojideki edimsel (operant) şartlama yaklaşımını adeta özetlemektedir.

Edimsel şartlama kısaca şu: Bir insan veya hayvan, belirli bir uyarıcı karşısında bir davranış sergilediğinde, eğer bir pekiştireç elde ederse -örneğin bir yiyecek veya aferin alırsa- gelecekte aynı davranışı sergileme ihtimali artar.

Köpeğiniz, adını söylediğinizde yanınıza gelse, siz de ona yiyecek verseniz -veya yalnızca sevseniz-, ilerde adını söylediğinizde yanınıza gelme ihtimali yükselir. Ya da diyelim ki bir çocuk eline bir kitap aldı ve resimlerine bakmaya başladı; siz ona "aferin" derseniz, gelecekte çocuğun aynı davranışı tekrarlama ihtimali artar.

Kısacası siz, hayvanlara veya insanlara, bir şekilde iltifat ederseniz (yiyecekle veya aferin vererek iltifat ederseniz), onların kendilerine özgü marifetler/beceriler edinmelerine katkıda bulunmuş olursunuz.

(Bu noktada şunu belirtmekte yarar var: Edimsel şartlamada, dış kaynaklı/güdümlü bir öğrenme, daha doğrusu bir "öğretme" söz konusudur. Çocuğun yaşı büyüdükçe, dışarıdan verilen geribildirimlerin/pekiştireçlerin yerini iç kaynaklı aferinler almalıdır. Örneğin bir genç, birileri ona "aferin" dediği için değil, başarmaktan haz duyduğu için çalışmalıdır. Ancak çocuklar büyüdüklerinde, dışarıdan verilen aferinler, azalarak da olsa devam etmelidir. Yetişkinlerinde, ara ara da olsa aferin'e ihtiyaçları vardır.)

Marifet iltifata tâbidir sözü, geleneksel kültürümüzün sezgi gücünü sergiliyor. Gerçi somut-soyut (yani yiyecek vererek veya överek) iltifat etmek, bir beceri geliştirmede tek yol değildir, insanlar hatta hayvanlar, model alma veya keşfetme yoluyla da öğrenirler. Ancak pekiştireç verme/iltifat etme de öğretmede önemli bir yoldur.

Okulda aferin, evlilikte iltifatın her türlüsü, işyerinde para-övgü, sokakta teşekkür, insanların gelişmelerine, mutlu olmalarına yol açar.


Işıldayan Safir 16-01-2012 12:23 PM

Cevap: Küçük Şeyler'den Alıntılar
 

Kişiler iltifat yoluyla gelişebilirler; aynı zamanda çevrelerine iltifat ederek veya etmeyerek çevrelerini şekillendirirler. İbn-i Sina "Bilim ve sanat iltifat görmediği ülkeyi terk eder." demiş.

Eğer bilime, sanata iltifat ederseniz bunları geliştirirsiniz. Doğaya iltifat ederseniz, doğal yaşamı korursunuz. Ava iltifat ederseniz, doğal yaşamı zedeleyebilirsiniz.

Spora iltifat ederseniz sporu geliştirirsiniz. Gördüğüm kadarıyla toplum olarak spora yeni yeni iltifat etmeye başladık. Ben ilkokuldayken, resim, müzik, beden eğitimi derslerinde çoğunlukla matematik yapardık. Günümüzde artık böyle değil; resim dersinde resim yapılıyor. Ancak yine de toplumca, futbol dışındaki sporlara yeterince ilgi göstermediğimizi düşünüyorum. Halen okullarımızda veli-öğretmen görüşmelerinde fizik, matematik öğretmenlerinin kapısında kuyruklar oluşuyor da, ne hikmetse resim, müzik öğretmenlerinin kapılarında kuyruklar oluşmuyor.

Benim ülkem ne zaman ki resim, müzik, beden eğitimi öğretmenlerinin
kapısında kuyruk olacak,
biz o zaman resimde, müzikte, sporda ve
bunların etkisiyle bilimde daha başarılı olacağız.

http://img-fotki.yandex.ru/get/4401/...7680_9212b80_L

Işıldayan Safir 16-01-2012 12:26 PM

Cevap: Küçük Şeyler'den Alıntılar
 
http://img-fotki.yandex.ru/get/4401/...7680_9212b80_L

Arazi Olmaya Değil, Araziye İltifat Etmeli

Neye iltifat ederseniz ona müstahak olursunuz (onu hak edersiniz). Ülkemize şöyle bir bakınız; insanımız arazisine değil, arazi olmaya iltifat ediyor. Şöyle:

Askere giden gençlere, yarı şaka yarı ciddi "Aklın varsa askerde arazi olacaksın." diye öğüt verirler. Genç de tutar, arazi olmaya, ortalarda gözükmemeye çalışır. Bazı işyerlerinde insanlar, adı resmen konmasa da arazi olmaya çalışırlar. Yeni evlenen erkeklere, tecrübeli erkeklerin yarı şaka yarı ciddi bir önerisi vardır: "Yardım ediyorum diye mutfağa gir, karının bardaklarını kaza süsü vererek kır; seni bir daha mutfağa sokmaz." Yani mutfakta da arazi olmasını öğütlerler. Eh, artık herhalde ülkede de arazi ol, etliye, sütlüye karışma, bana dokunmayan yılan bin yaşasın de! Bu kadar arazi olmak da kötü. Çünkü, bugün arazi olan yarın arazisiz kalır.

Bugün arazi olan yarın arazisiz kalır.
Arazi olmayın, arazinize sarılın.
Eğer siz toprağa iltifat ederseniz,
toprak da size eder.


Benim vatandaşım, üreterek kazanmak yerine toprağını satarak kazanmayı tercih ediyor. Bu yıllardır böyle. Kıyılardaki zeytinlikleri, narenciye bahçelerini sattı, içerlerdeki buğday tarlalarını sattı benim vatandaşım. Zeytin, buğday üreterek kazanmak yerine, topraklarını satıp şehirde bir apartman dairesi almayı tercih ediyor. Elinde kalan beş-on milyar parayla hayat boyu geçinirim sanıyor. Oysa hazıra dağlar dayanmaz. (Vatandaşımın satarak kazanma tercihinde yanlışlık olabilir; ancak onu bugüne getiren şartlarda da yanlışlıklar var. Söz gelişi, eğer kırsal kesimdeki yaşam şartları onu tatmin etseydi, üreterek kazanmayı tercih edebilirdi. Eğer köy enstitüleri kapatılmamış olsaydı, köyünde oturup üreterek kazanmaya iltifat edebilirdi.)


Işıldayan Safir 16-01-2012 12:31 PM

Cevap: Küçük Şeyler'den Alıntılar
 
http://img-fotki.yandex.ru/get/4401/...7680_9212b80_L

Yanlış İltifat, Yanlış Beceri
("Benim oğlan pek zeki...")

Edimsel şartlamada "tesadüfi pekiştirme" denilen bir olay vardır. Gelişi güzel verilen ödüller, hedeflenmeyen davranışların ortaya çıkmasına yol açabilir. Tasmasından tutmuş, köpeğinizi gezdirmektesiniz diyelim. Koşmaya başladığında, onu yavaşlatmak amacıyla "Yavaş!" diyerek tutup severseniz, farkında olmadan, koşmamasını değil, koşmasını pekiştirmiş olabilirsiniz. Gelecekte, siz "Yavaş" dediğinizde koşma ihtimali artacaktır.

Bazen bir çocuk elini ağzına sokar, ana babası "Sokma" diyerek elini tutar, onu kucağına alır. Ana babanın bu davranışı, çocuk için ilgi görmek anlamına gelir; bu ilgiyi sürdürmek amacıyla elini ağzına sokmaya devam eder. Böylece çocuğun elini ağzına sokmaması değil, sokması pekiştirilmiş olur. Tesadüfi pekiştirme sayabileceğimiz bu olayda, yanlış iltifat, istenmeyen bir davranışın ortaya çıkmasına yol açmıştır.

Yerinde kullanılmayan iltifatlar yersiz marifetlere yol açabilir. Bu konuda bir örnek:

Nice baba oğluyla iftihar ederken, oğlunun dinlediğini fark etmeksizin birilerine, "Bu oğlan çok zeki; sınıfta öğretmeni bir dinler, hemen kapar; artık bir daha kitabı okuması gerekmez." der. Bu konuşmaya kulak misafiri olan oğlanlar galiba şu sonucu çıkarıyorlar: "Ben zekiyim (babam öyle diyor), öğretmeni bir dinleyip hemen kapıyorum, artık bir daha okumam gerekmiyor. Benim kadar zeki olmayanların, aptalların, ineklerin, harıl harıl okumaları gerekebilir. Ama çok şükür ben zekiyim." İşte bilinçsizce pekiştirme sonucunda ortaya çıkan bir yargı: "Ben zekiyim; okumam şart değil!"

Baba çocukta böyle bir yargı oluşturmayı hedeflememişti. Ancak bu yargı ve bunun devamı olarak çıkacak "okumama davranışı" çocuğu hayatı boyunca etkileyebilir. (Burada babanın bir hatası daha var. O da şu: "Zeka eşittir ezberleme becerisi" sanıyor. Oysa, yeni bilgileri keşfetmek/üretmek de en az ezberlemek kadar, belki ondan fazla zeka belirtisidir.)


Işıldayan Safir 16-01-2012 12:38 PM

Cevap: Küçük Şeyler'den Alıntılar
 


Aile üyeleri birbirlerine iltifat etmeli. Karı koca birbirlerine zaman zaman iltifat etmeli. Kadın ve erkek, ogüne kadar eşinden aldığı güzel şeylerin ne olduğunu söylemeli. Söz gelişi "Bana güven verdin." veya "Bunca yıl evimizin rızkını çıkardın." ya da "Seninle birlikte olmak keyifli; senin yanında kendimi rahat hissettim/hissediyorum." demeli. Eşimizin, mutlaka bizi rahatsız eden davranışları vardır; bunları söyleyelim. Ama lütfen, onun bizi olumlu yönde etkileyen geçmişe veya şuana ait olumlu duygularını, düşüncelerini, davranışlarınıda dile getirelim, insanlar, birbirlerinin eksilerini/eksiklerini yakalamak için gözlerini dört açarlar da, artılarını, olumlu yanlarını yakalamak için aynı dikkati göstermezler.

Bugüne kadar köyde, kentte nice ailenin sofrasına konuk oldum. Bir kısmı akrabalarımdı, bir kısmı dostlarım. Aile üyeleri, çocuklar, babalar, zaman zaman evin annesine yemeklerde gördükleri eksikleri söylediler, şunun tuzu çok, bu biraz daha pişmeliydi dediler de, şöyle bir yürek dolusu, "Ellerine sağlık, pek güzel olmuş." denildiğini az duydum. Lokantalarda, yemekte bir eksik gören kimi müşteri, aşçıya iletilmesi amacıyla bu durumu garsona söyler. Ancak, başarısı için aşçıyı kutladığını söyleyen çok az kişi gördüm.

Konferanslarımda izleyicilere bazen, "Tipik bir baba, çocuklarına duygularını ifade eder mi?" diye soruyorum. Gurup hep bir ağızdan -bazen yüzlerce kişi- "Etmez" diye cevap veriyor. O zaman, "Arkadaşlar, olumsuz yanlarını ifade eder, olumlu yanlarını ifade etmez." diyorum. Gülüyorlar. Bazen de şöyle devam ediyorum: "Bir baba için sövmek kolay, övmek zordur."

Peki niçin böyle? Niçin çevremizdekilere olumsuz eleştirileri rahatça yöneltiyoruz da olumluları yöneltemiyoruz? Bu konuda pek çok yorum yapılabilir. Şüphesiz konunun tarihsel, kültürel, sosyolojik nedenleri var. Belki olumluyu söylediğimizde, eski bir alışkanlıkla nazar değeceğinden korkuyoruz. Belki olumsuzu söylemek, öfkeli bir avcı davranışı ve bu davranış toplumda prim yapıyor, statüyü yükseltiyor ve eleştiren kendisini güçlü hissediyor. Bu ve bunlara benzer derin yorumlar yapılabilir; ancak konunun basit yorumlarından birisi şu:

İnsanlar olumsuz eleştiride bulunmayı
birbirlerinden öğreniyorlar, özellikle bu konuda
büyüklerini model alıyorlar.


Eğer böyleyse, bu konuda yeni bir öğrenme gerçekleştirmek, olumluyu söylemeyi alışkanlık haline getirmek mümkündür. Bu yeni öğrenme sürecinde ilk adım, olumsuzları söylemeyi alışkanlık haline getirdiğimizi fark etmek olmalıdır.

Aile içinde yakınlarımızın sürekli eksiklerini, istemediğimiz davranışlarını gözleyip söyleyebiliriz. Ama bunun yanı sıra onların güzel davranışlarını da gözleyip söyleyebiliriz. Sözgelişi kayınvalidenizin, size göre pek çok olumsuz davranışı bulunabilir; ama onun en az iki de olumlu özelliği vardır. Bir, eşinizi doğurmuş ve büyütmüştür. İki, çocuklarınızın anneannesi/babaannesi'dir. Bunu hiç düşündünüz mü?

Kayınvalidenizin birtakım eksileri bulunabilir;
ama en az iki de artısı vardır: Eşinizi doğurmuştur ve
çocuklarınızın ninesidir.


Ailelerde kavgalar da olur, şirinlikler de. Aradan yıllar geçtiğinde hatırlananlar, hatırlanmak istenenler genellikle güzelliklerdir, iltifatlardır. Annem ile babam arada tartışırlardı, kavga ederlerdi; ama birbirlerine sevgiyle seslendikleri de olurdu, muhabbetleri de çoktu. Şimdi çocukluğuma dönüp baktığımda kavgalarını, kavga ederken birbirlerine ne söylediklerini hiç hatırlamıyorum. Yalnızca birbirlerine söyledikleri güzel sözler kalmış hatırımda. Birbirlerine
Sabahat'cığım, Salih'ciğim demelerini hatırlıyorum, bir de babamın banyodan çıkma törenini...


Işıldayan Safir 16-01-2012 12:41 PM

Cevap: Küçük Şeyler'den Alıntılar
 
http://img-fotki.yandex.ru/get/4401/...7680_9212b80_L

Kubbemde Baki Kalan: Babamın Banyodan Çıkma Töreni

Çocukluk anılarım arasında annemin banyodan nasıl çıktığına ilişkin bir resim yoktur; çünkü törensizdi. Babamın banyodan çıkışları ise bugünkü gibi aklımdadır, çünkü babamın banyodan her çıkışında küçük çaplı bir tören yapılırdı evimizde. Aksıranlara "Çok yaşa" denmesi gibi alışkanlık haline gelmiş, annemle babamın yıllarca bıkmadan usanmadan ciddiyetle sergiledikleri bir törendi bu. Babam yıkanır, kurulanır, giyinir, banyonun eşiğinde durup "Ceee!" diyen çocuklar gibi "Çıktım açıklara!" diye bağırırdı. Annem de ona her seferinde aynı ciddiyet, aynı sevecenlikle "Canım benim, sıhhatler olsun." diye karşılık verirdi. Bunları dediler de ne oldu? Çok iyi oldu. İyi ki öyle dediler; iyi ki öyle seslendiler. Bu şirin tören, bu rutin, tarih boyunca evimizde tekrarlanmayacaktır. Çünkü artık babam hayatta değil. Bu kubbede baki kalan, gerçekten hoş sadalardır. Zihnimde, kubbemde baki kalan, onların birbirlerine sevecenlikle söyledikleri o hoş sözlerdir. Kavga ettikleri zaman birbirlerinene söylediklerini gerçekten hatırlamıyorum. Sevgi sözcüklerini hatırlıyorum, üstelik hasretle hatırlıyorum.

Sizler sevgili okuyucularım, bugün evlerinizde bağırıp çağırıyor olabilirsiniz. Sanırım aradan kırk yıl geçtiği zaman, çocuklarınız bağırmalarınızı, itip kakmalarınızı hasretle hatırlamayacaklardır. Aradan kırk yıl geçtiği zaman çocuklarınız, güzel geçmiş bir bayram gününü, keyifli bir pazarı hasretle hatırlayacaklardır. Baki kalacak şey, sizin güzel sözleriniz olacaktır.

İşyerlerinde elemanlarınıza bağırıp çağırmalarınızı yıllar sonra kimse hasretle hatırlamayacaktır. Hasretle hatırlayacakları şey, bunaldıklarında yüreklendiren bir cümleniz, işe yeni başladıklarında dostça sergilediğiniz bir tavır olacaktır. Yarınlarda baki kalacak şey, bugünlerdeki hoş sadalardır.


Işıldayan Safir 16-01-2012 12:48 PM

Cevap: Küçük Şeyler'den Alıntılar
 


Çevreme bakıyorum, işyerlerinde birbirlerine iltifat etmeyen insanlar görüyorum. Nice amir, elemanına doğru yaptığı bir iş için teşekkür etmiyor, "Teşekküre ne gerek var, bunu yapmak için para alıyor." diye düşünüyor. Hatta bu düşüncesini dile getiriyor.

Gözlediğim kadarıyla amirler memurlara iltifat etmiyor, memurlar da amirlere etmiyor. Amirin memura iltifat etmesi adetten değildir. Kafalarda olan belki de şu: Eğer amir memuruna iltifat ederse, amirin otoritesi sarsılabilir, memur şımarabilir, yüz bulur zam ister, hiç olmadı izin ister. Eğer memur amirine iltifat ederse, kafalarda klişe hazırdır; amirine iltifat eden memur, yağcılıkla, yalakalıkla, dalkavuklukla veya yöresel ifadelerimizden birisi olan
omolukla suçlanır.

Bütün bunlar gerçekçi mi, yoksa kafalarımızdaki gerçekçiolmayan şemaların/şablonların mı ürünü? İşyerlerinde, gerçekten amir ile memur arasında büyükçe bir mesafe mi bulunmalı, yoksa bulunması gerekli doğal mesafeyi abartıyor muyuz?

Sanırım amir ile memur arasındaki uzak durma problemi, işyerlerine özgü değil, günlük yaşamımızın hemen her alanında karşımıza çıkıyor. Örneğin babalar ile çocukları arasında da benzeri kopukluğu yaygın olarak görmek mümkün. Eskiye göre azalmakla birlikte halen sürüyor, nice oğlan, kız babasına onunla gurur duyduğunu açıkça söyleyemiyor, babasına iltifat edemiyor. Bırakın iltifatı, babasıyla rahatlıkla konuşamıyor. Ve ne yazık ki nice baba, oğlunu, kızını bağrına basıp şöyle bir dolu dolu öpemiyor. Hadi işyerlerinde mesafeli duruş gerekli diyelim. Evde de mi gerekli? Hadi diyelim memurun amirini övmesi yağcılıktır. Aile içinde birbirimizi övmek de mi yağcılık?

Hemen her ortamda insanlar arasındaki ilişkilerde -fiziksel ve psikolojik anlamda- belirli bir mesafe gerekebilir. Ancak bu mesafeyi, kişisel kaygılarımızdan ötürü gereğinden büyük tuttuğumuzda, iletişimde sorunlar ortaya çıkıyor, gerginliğimiz artıyor, hatta bunların uzantısı olarak psikosomatik rahatsızlıklar beliriyor.

Eğer amirlerin memurları, gerektikçe, gerçekçi bir şekilde övmeleri yaygın bir tavır olursa, o zaman insanların bunu yadırgamaları, şımarmaları söz konusu olmaz. Ve eğer bir amir kendine güveniyorsa, memurundan gelen hak ettiği övgüleri yağcılık olarak algılamaz. (Kendilerine güvenleri az olan kişiler, ne söylerseniz söyleyin yadırgarlar; övseniz bile hayra yormazlar.) Hem birbirimize iyi davranmak, birbirimizi yüreklendirmek hem de işimizi iyi yapmak mümkündür.


Işıldayan Safir 16-01-2012 12:53 PM

Cevap: Küçük Şeyler'den Alıntılar
 
http://lysiarose.l.y.pic.centerblog.net/30ea4799.jpg

Tarihten Bugüne İltifat/-sızlık

Bu konuda tarihten iki örnek sunmak istiyorum. Birincisi gerçek, ikincisi rivayet.

Osmanlı'nın son dönemlerinde zengin bir adamın iftar sofraları ün salmış. Bunu duyan padişah bir akşam habersizce konuk gitmiş bu kişiye. Ev sahibi telaşlanmamış. Sadece adamlarına, günlük takımlar yerine altın-gümüş çatal bıçak koymalarını söylemiş. Padişah bakmış, sofrada her şey mükemmel; yemekler güzel, hizmet kusursuz. Yemeğin sonlarına doğru kristal hoşaf kasesinin eğri olduğunu fark etmiş ve hemen bunu ev sahibine söylemiş. "Çelebi, kaselerin eğridir." demiş. Ev sahibi, "Hünkârım, kaseler buzdandır." diye karşılık vermiş. Meğer hoşafı buzdan yapılmış kaselerde sunmuşlar. (Böyle bir kasede hoşaf içmek ilginç ve keyifli olsa gerek.) Padişah hatalı bir çıkış yaptığını düşünmüş, canı sıkılmış.

Büyük ihtimalle padişah iftar için ev sahibine teşekkür etmiştir. Ancak bunun yanı sıra, hepimizin pek çok zaman yaptığımız bir şeyi yapmış, nice olumlu ayrıntıyı tek tek vurgulamamış ama gördüğü olumsuz bir ayrıntının alelacele altını çizip söyleyivermiş. Evlerde ve işyerlerinde aynı tavrı sürekli sergilemiyor muyuz?

Övgüde, iltifatta mehter adımı gidiyoruz da,
olumsuzu söylemekte dört nalayız.


Bir zamanlar padişahlar, vezirleri başarılı olduklarında, kürkler giydirerek, hediyeler vererek onları onurlandırırlardı. Ancak, bazen en ufak bir hataları üzerine onları idam ettirirlerdi. Piri Reis'in gerek askeri gerekse bilim alanında pek çok başarısı olmuştu; ancak seksen yaşlarındayken bir seferdeki hatasından ötürü idam edildi. Geçmişteki bu tavır, bence günümüzde de, biraz stilize olmuş halde de olsa devam ediyor. Şöyle:

İnsanlar birbirlerine bakıyorlar, bir hata görüyorlar, ardından da "Bir hatasını gördüm, çizdim üstünü abi; bir davranışını gördüm notunu verdim, sıfır." diyorlar. Bunun sonucunda da ya küsüyorlar ya da birilerini işten atıveriyorlar. Veya gençliklerinde nice emeği geçmiş çalışanlara, politikacılara yaşlandıklarında, onların son hallerine bakıp "dinozor" diyorlar, onca hizmetlerini unutuveriyorlar. Galiba tarih böyle tekerrür ediyor.

Rivayete göre bir sadrazam sade bir vatandaşla tavla oynarmış. Oynarken zaman zaman oyun arkadaşına "Al efendim, ver efendim, buyur efendim" dermiş. Bir sadrazamın halktan birisine kibar davranmasını yadırgayan bir yakını ona niçin böyle davrandığını sormuş. Sadrazam, "Ben arada padişahla da tavla, satranç oynuyorum. Şimdi buna al ulan, ver ulan dersem, ağzım alışır da bir gün ya padişaha da öyle dersem." diye cevap vermiş. Sadrazam, vatandaşa endişesinden ötürü kibar davranıyormuş. Her yerde, her zaman çevremizdekilere kibar davranmalıyız. Biraz endişemizden ötürü, -bu yetmez-, biraz da genelde insana olan saygımızdan ötürü ağzımızı iyiye, güzele, iltifata alıştırmalıyız. Çocuklarımıza kötü modeller sergilememek için, birbirimizi kırmamak için.



WEZ Format +3. Şuan Saat: 07:49 PM.

Powered by vBulletin® Version 3.8.8
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.