Hayatimdegisti.com kişisel gelişim ritmotrans telkinli Cd'leri

Hayatimdegisti.com kişisel gelişim ritmotrans telkinli Cd'leri (http://www.hayatimdegisti.com/forum/index.php)
-   Osho (http://www.hayatimdegisti.com/forum/osho/)
-   -   OSHO' nun kitaplarından seçmeler... (http://www.hayatimdegisti.com/forum/osho/6476-osho-nun-kitaplarindan-secmeler.html)

Pamukk 20-12-2008 01:58 PM

Sürekli olarak egoyu bırakmaktan söz ediyorsunuz fakat neyin ego ve- neyin benim hakiki doğam olduğunu ayırt edemezken bunu nasıl yapabilirim?

Ego bırakılamaz. O tıpkı karanlık gibidir: Karanlıktan vazgeçemezsin, sadece içeriye ışık getirebilirsin. Işık olduğu an karanlık yoktur. Karanlıktan vazgeçmenin yolunun bu olduğunu söyleyebilirsin ama onu sözcük anlamı olarak alma. Karanlık var olmaz bile; o ışığın yoklu- ğudur. Bu yüzden ona doğrudan bir şey yapamazsın. Sadece ışığa bir şey yapabilirsin; ya ışığı içeri getirirsin ya da dışarı çıkarırsın. Karanlık istersen ışığı kapat; karanlık istemezsen ışığı aç. Ego bırakılamaz.

Meditasyon öğrenilebilir. Meditasyon bir ışık gibi iş görür, meditasyon ışıktır.

Işık ol ve hiçbir yerde egoyu bulamayacaksın.

Şayet onu bırakmak istersen başın derde girecektir çünkü onu bırakmak isteyen kişi kimdir? O egonun kendisidir: Soruyu kim soruyor? O seni aptal yerine koyan egonun kendisidir. Ve egonun nasıl bırakılabileceğini sorduğunda doğal olarak sen “Bu ego olamaz, ego nasıl olur da kendi rını isteyebilir?” diye düşünürsün. Ego seni kandırmaya böyle devam eder.

Senin kendi doğanın soruları yoktur, onun cevaplara ihtiyacı yoktur. Senin kendi doğan mutlak ışıktır, ışıkla doludur. O karanlık nedir bilmez, o asla hiç karanlıkla buluşmamıştır.

Egoyu bırakmaya ihtiyacın yok. Sadece içeri bak, nerede olduğunu araştır; ilk önce onu bul. Kendi doğan hakkında şimdilik endişelenme. Sadece içeri gir, egoyu ara ve onu bulamaya- caksın; onun yerine kendi ışıltılı, nilüfer gibi hoş kokulu doğanı bulacaksın. Kişi asla başka bir yerde böylesi bir güzellikle karşılaşamaz. O hayattaki en güzel deneyimdir. Ve bir kez sen kendi ışığının nilüferinin açtığını görürsen ego sonsuza dek bitmiştir. O zaman öyle anlamsız sorular sormayacaksın.

“Neyin ego ve neyin kendi hakiki doğam olduğunu nasıl ayırt etmeli?” diye soruyorsun.

Ya ego oradadır, o zaman hakiki doğa bilinmiyordur; ya hakiki doğa biliniyordur o zaman ego kalmamıştır. İkisine birden sahip olamazsın bu yüzden bir ayrım yapamazsın; onları ayırt edemezsin, aynı anda ikisi mevcut olamaz. Sadece bir tanesi mevcuttur.

Şu an sen ne olursan ol egodur, o yüzden ayırt etmek konusunda endişelenme. Eğer ego olmasaydı bu soru ortaya bile çıkmazdı. Kendi doğan hiçbir soru bilmez, kendi doğan saf mutluluktur, bir sorun değildir.

OSHO-Ego


http://www.resim-yukle.gen.tr/images...tenco0ys3z.jpg

Pamukk 20-12-2008 07:48 PM

Sevgi çok nadirdir. Bir insanın gönlüne ulaşmak büyük bir devrim yaşamaktır.

Çünkü eğer bir insanın gönlüne ulaşmak istiyorsan, o kişiye de senin gönlüne ulaşma olanağını sunman gerekir. O zaman savunmasız olursun, tamamen açılır ve korunmasız kalırsın.

Bu risklidir. Bir başkasının, gönlüne ulaşmasına izin vermen riskli ve tehlikelidir, çünkü o kişinin sana ne yapacağını bilemezsin. Bütün sırlarını öğrendikten, bütün gizlediklerin açığa çıktıktan, kendini tamamen açığa çıkarttıktan sonra diğer insanın ne yapacağını asla bilemezsin. Böyle bir korku vardır. Zaten o yüzden açılmayız.

Sadece tanışıklık olan bir şeyi sevginin oluşması gibi yorumlarız. Çeperler buluşur ve biz tanıştığımızı zannederiz. Sen çeper değilsin. Aslında çeper senin bittiğin sınırdır, sadece etraında oluşmuş olan çittir. O sen değilsin. Çeper senin bittiğin ve dünyanın başladığı noktadır.

Yıllarca birlikte yaşamış olan karı kocalar bile sadece tanışıklık yaşamış olabilir. Belki birbirlerini gerçekten tanımamışlardır. Biriyle ne kadar uzun süre birlikte yaşarsan, onun gönlüyle hiç tanışmamış olduğunu o kadar çok unutursun.

O yüzden anlaşılması gereken ilk şey, tanışıklığı sevgi olarak görmemektir. Birinin senin gönlüne girmesine ancak korkmadığın zaman, korku yaşamadığın zaman izin verirsin.

İki tür yaşam vardır: korku yönelimli ve sevgi yönelimli. Korku yönelimli yaşam seni asla derin bir ilişkiye götürmez. Korkmaya devam eder ve diğerine asla izin veremezsin. Onun, senin özüne ulaşmasına asla izin veremezsin. Ona bir ölçüye kadar izin verirsin ve sonra duvar oluşur ve her şey durur.

Sevgi yönelimli insan gelecekten korkmayan insandır. Sonuçlardan ve olası bedellerden korkmaz; o yerde, o anı yaşar. Sonuçları kafana takma; bu, korku yönelimli zihinlere ait bir şeydir. Sonunda neler olacağını düşünme. Burada ol ve tüm benliğinle davran. Hesapçı olma. Korku yönelimli insan sürekli hesap yapar, planlar, düzenler ve koruma duvarları oluşturur. Bu şekilde tüm hayatını heba eder.

Yaşlı bir Zen rahibi hakkında bir hikâye duydum:

Ölüm döşeğindeymiş. Son günü gelmiş ve o akşam artık öleceğini ilan etmiş. O yüzden müritleri, havarileri ve arkadaşları gelmeye başlamış. Onu seven çok insan varmış ve hepsi gelmek istiyormuş. Çok uzaklarda olanlar bile hemen gelmiş.

En eski müritlerinden biri ustasının ölmek üzere olduğunu duyunca hemen pazara koşmuş. Biri sormuş: “Usta kulübesinde ölüyor, sen neden pazara gidiyorsun?” Eski mürit yanıtlamış: “Ustamın bir tür pastayı çok sevdiğini biliyorum. Gidip ona o pastadan alacağım.”

Pastayı bulmak hiç kolay olmamış ama akşamüstü bir şekilde bulmuş ve elinde pastayla kulübeye koşmuş.

Kulübede herkes endişeliymiş. Sanki Usta birini bekliyor gibiymiş. Gözlerini açıp etrafı taradıktan sonra tekrar kapatıyormuş. Mürit, kulübeye gelince hemen sormuş: “Tamam, sonunda geldin. Pasta nerede?” Mürit pastayı çıkartmış. Usta pastayı sorduğu için de çok mutlu olmuş.

Ölmek üzere olan Usta pastayı eline almış ... ancak, eli titremiyormuş; çok yaşlı olmasına rağmen elleri titremiyormuş. O yüzden biri sormuş: “Bu kadar yaşlısın ve ölmek üzeresin. Yakında son nefesini vereceksin ama ellerin bile titremiyor.”

Usta yanıtlamış: “Ben asla titremem, çünkü korkum yok. Bedenim yaşlanmış olabilir ama ben hâlâ gencim ve bedenim geride kaldıktan sonra bile genç olarak kalacağım.”

Sonra pastadan bir lokma alıp çiğnemeye başlamış. O sırada biri sormuş: “Son sözün ne olacak, Usta? Yakında aramızdan ayrılacaksın. Neyi hatırlamamızı istersin?”

Usta gülümsemiş: “Ah, bu pasta çok lezzetli.”

Şu anda, burada yaşayan adam budur: Bu pasta çok lezzetli. Ölüm bile önemsiz. Bir sonraki dakika bile anlamsız; bu anda, bu pasta çok lezzetli. Eğer bu anın içinde olabiliyorsan, şimdiyi bu an içinde her şeyiyle yaşayabiliyorsan, ancak o zaman sevebilirsin.

Sevgi nadiren açan bir çiçektir. Sadece bazen yaşanabilir. Milyonlarca insan sevgili oldukları kanısına kapılmıştır. Onlar sevdiklerine inanıyor, ancak bu sadece onların inancı.

Sevgi nadiren açan bir çiçektir. Bazen yaşanır. Nadirdir, çünkü ancak korkunun olmadığı bir yerde filizlenebilir, başka yerde değil. Yani sevgi ancak ruhu çok derin, dindar birinin başına gelebilir. Tanışıklık herkes için mümkündür. Ama sevgi değil.

Korkmadığın zaman saklayacak bir şeyin yoktur; ancak o zaman bütün sınırları kaldırıp açık bir insan olabilirsin. Ancak o zaman bir başka insanı kendi gönlüne davet edebilirsin.

Ve unutma; eğer birinin gönlüne girmesine izin verirsen, o biri de senin onun gönlüne girmene izin verecektir. Çünkü birini kendi özüne kabul ettiğin zaman güven duygusu yaratılır. Sen korkmadığın zaman diğeri de korkusuz olur.

Senin sevginde her zaman korku vardır. Koca karısından korkar, kadın kocasından korkar. Sevgililer sürekli korkar ve o zaman yaşanan bir sevgi olmaz. Yaşananlar sadece birbirine dayanan iki korku dolu insanın arasında yapılmış olan bir düzenlemedir. Kavga, sömürü, manipülasyon, kontrol, hükmetmek, sahiplenmek vardır ama bu, sevgi değildir.

Eğer sevginin oluşmasına izin verirsen duaya ihtiyaç kalmaz, meditasyona ihtiyaç kalmaz; herhangi bir kilise ya da tapınağa ihtiyaç kalmaz. Çünkü sevgi sayesinde her şeyi yaşamış olacaksın. Meditasyonu, duayı, Tanrıyı, her şeyi yaşamış olacaksın.

Ancak, sevgi zordur. Korkunun geride bırakılması gerekir. İşin garip tarafı da bu; kaybedecek hiçbir şeyin olmamasına rağmen bu kadar korkuyor olman.

Kabir isimli mistik bir yerde şöyle söylemiştir: “İnsanlara bakıyorum. Çok korkuyorlar, nedenini anlamıyorum; çünkü kaybedecek hiçbir şeyleri yok. Bunlar tıpkı çıplak olmalarına rağmen elbiselerini nerede kurutacağını bilemediği için nehirde yıkanmaktan korkan insanlara benziyor.” Senin de durumun bu. Çıplaksın, hiç elbisen yok ama sürekli elbiseler için endişeleniyorsun.

Kaybedecek neyin var? Hiçbir şey. Ölüm bu bedenini elinden alacak; ölüm onu almadan önce, onu sevgiye ver. Her şeyin elinden alınacak; alınmadan önce neden onları paylaşmıyorsun? Ona sahip olmanın tek yolu bu. Eğer paylaşıp verebiliyorsan, sahip sensin. Zaten elinden alınacak. Hiçbir şeye sonsuza dek sahip olamazsın. Ölüm her şeyi yok edecektir.

Eğer beni doğru anladıysan mücadelenin ölümle sevgi arasında olduğunu anlarsın. Eğer verebiliyorsan bir ölüm olmayacak. Senden bir şey alınmadan önce sen onu çoktan vermiş, onu hediye etmiş olursun. O zaman ölüm olamaz.

Seven için ölüm söz konusu değildir. Sevmeyen biri için her an ölüm demektir, çünkü sürekli ondan bir şeyler kopartılmaktadır. Bedeni kayboluyor, her anı kaybediyor. Ve sonra bir de ölüm gelecek ve her şey yok olacak.

O zaman bu korku ne? Neden bu kadar korkuyorsun? Hakkındaki her şey biliniyor olsa bile, açık bir kitap olsan bile neden korkuyorsun? Sana nasıl zarar verebilirler? Bunlar sahte kavramlardır, toplumun neden olduğu şartlandırmalardır. Toplum her şeyi gizlemen gerektiğini, kendini korumak zorunda olduğunu, sürekli mücadele içinde olman gerektiğini, herkesin düşmanın olduğunu ve herkesin sana karşı olduğunu söyleyip durur.

Hiç kimse sana karşı değil! Birinin sana karşı olduğunu hissetsen bile, o bile sana karşı değildir. Çünkü herkes kendisiyle ilgilenmektedir, seninle değil. Korkacak bir şey yok. Gerçek bir ilişkinin oluşması için önce bunun hayata geçirilmesi gerekiyor. Korkacak hiçbir şey yok.

Bu konu üzerinde meditasyon yap. Sonra başkalarının sana girmesine izin ver, onları davet et. Hiçbir yerde bir engel yaratma. Bir koridor ol; her zaman açık, kilitsiz ve kapısız ol. Üzerinde kapalı bir kapı olmasın. O zaman sevgi mümkün olabilir.

Sevgi, iki merkez buluştuğu zaman ortaya çıkar. Ve sevgi simyasal bir olgudur. Tıpkı hidrojen ve oksijen bir araya geldiği zaman su gibi yeni bir şeyin yaratıldığı gibi. Hidrojenin olabilir, oksijenin olabilir ama eğer susamışsan bunlar hiçbir işine yaramayacak. İstediğin kadar oksijene, istediğin kadar hidrojene sahip olabilirsin ama susuzluğunu gideremezsin.

İki merkez bir araya geldiği zaman yeni bir şey yaratılır. Bu yeni şey sevgidir. Ve tıpkı su gibi, birçok hayatın susuzluğunu giderir. Birden doygun olursun. Bu, sevginin görünür işaretidir; sanki her istediğini elde etmiş gibi doygun olursun. Artık ulaşılacak bir hedef kalmamıştır; amacına ulaşmışsındır. Başka bir hedef yok, yazgını gerçekleştirdin. Tohum bir çiçeğe dönüştü, mutlak olgunluğuna erişti.

Sevginin görünür işareti derin bir doygunluktur. Bir insan sevdiği zaman derin bir doygunluk haline girer. Sevginin görünür tek işareti doygunluk, derin bir tatmin duygusudur. Her nefesinde, her hareketinde tüm varlığı doygunluğa ulaşmıştır.

Sevginin insanı arzusuz yaptığını söylersem şaşırabilirsin ama arzu zaten tatminsizlikten ortaya çıkar. Sahip olmadığın için arzularsın. Arzu edersin, çünkü eğer o şeye sahip olursan seni tatmin edeceğini düşünürsün. Arzu, tatminsizlikten ortaya çıkar.

Sevgi olduğu zaman; iki merkez buluşup, kaynaşıp, bütünleştiği zaman yeni bir simyasal nitelik doğar ve doygunluk ortaya çıkar. Sanki tüm varoluş durmuş, atalete bürünmüş gibi. O zaman yaşanan an, varolan tek an olur. İşte o zaman “Bu pasta çok lezzetli,” dersin. Sevgiyi yaşayan bir insan için ölüm bile herhangi bir şey ifade etmez.

OSHO-Cesaret


http://tbn0.google.com/images?q=tbn:...org/flower.jpg

Pamukk 20-12-2008 07:49 PM


aysegul_tirtil 26-12-2008 09:47 PM

Coşku kendi varlığının içine girmektir. Başlangıçta zordur, çetindir.
Başlangıçta acıyla yüzleşmek zorunda kalacaksın; bu yol çok çetrefillidir.
Ancak, onun içine ne kadar girersen, ödülü de o kadar büyüktür.

ANLAMAK ANAHTARDIR

Bir şeyi anlamak zorundasın: Aydınlanmak acıdan kaçmak değil, acıyı anlamaktır, ıstırabını anlamaktır, mutsuzluğunu anlamaktır; üstünü örtmek, bir şeyin yerini tutmak değildir ama, “Niçin mutsuzum, niçin çok fazla kaygı var, niçin çok fazla ıstırap var, içimde bunları yaratan nedenler nedir?” diye sorduğun derin bir kavrayıştır. Ve bu nedenleri net bir şekilde görebilmek, onlardan özgürleşmek demektir.

Istırabına ilişkin bir kavrayış, acıdan özgürleşmeyi getirir. Ve geride kalan şey aydınlan- madır. Aydınlanma sana gelen bir şey değildir. O, acının ve mutsuzluğun ve ıstırabın ve kaygının mükemmelen anlaşıldığı ve buharlaştığı zamandır, çünkü artık sende var olmalarına gerek yoktur; bu hal aydınlanmadır. O, ilk kez sana gerçek doyumu, gerçek saadeti, hakiki coşkunluğu getirecektir. Ve ancak o zaman karşılaştırabilirsin.

Önceden “doyum” olarak adlandırdığın şey doyum değildi. Önceden “mutluluk” olarak adlan- dırdığın şey mutluluk değildi. Fakat tam şu an onu karşılaştırabileceğin hiçbir şey yok.

Bir kez aydınlanma sana gerçek olanı tattırdığında, tüm zevklerinin, tüm mutluluklarının, en basitinden, hayallerin yapıldığı şeyden yapıldığını; onların gerçek olmadığını göreceksin. Ve şimdi gelmiş olan şey sonsuza kadar gelmiştir.

Gerçeğin tanımı budur: Sana gelen ve asla seni bir daha terk etmeyen hoşnutluktur gerçek hoşnutluk. Sana gelen ve tekrardan giden bir hoşnutluk ise hoşnutluk değildir, o sadece iki mutsuzluk arasındaki boşluktur. Tıpkı bizim iki savaş arasındaki boşluğa “barış zamanı” dememiz gibi; o, barış dolu bir zaman değildir, o sadece yeni bir savaş için hazırlıktır. Şayet savaş pozitif bir savaşsa, iki savaş arasındaki zaman bir negatif savaştır, bir soğuk savaştır. Alttan altta devam eder; sıcak bir savaşa hazırlanıyorsun.

Gelen ya da giden şey bir rüyadır. Bırak bu bir tanım olsun. Gelen ve asla gitmeyen bir şey ise gerçekliktir.

Istırabını anlamaya çalış. Onu yaşa, onun en derinine in, nedeni bul, niçin orada? Bırak anlayış senin meditasyonun olsun.

Ve hoşnutluklarını da, mutluluklarını da anlamaya çalış ve onların yüzeyselliklerini göre- ceksin. Bir kez mutluluğunun yüzeysel ve ıstırabınınsa çok derin olduğunu anladığında — ve bu senin elindedir — tüm bilinçliliğinin tarzını değiştirebilirsin. Hoşnutluğun senin tüm varlığın haline dönüşebilir; hoşnutsuzluk için küçücük bir boşluk dahi kalmaz.

Sevgin hayatının kendisi haline gelir. Ve kalır. Zaman geçer ama edinmiş olduğun şey derin- leşmeye devam eder. Daha çok ve daha çok çiçek ve daha çok ve daha çok şarkı doğar ondan. Bizim “aydınlanma” dediğimiz şey budur. Sözcük Doğuludur ama deneyimin Doğu ya da Batı’yla hiç alakası yoktur.

Pamukk 26-01-2009 08:51 PM

Lütfen kişinin kendisini sağlıklı bir şekilde sevmesi ile egoist gurur arasındaki fark hakkında konuşabilir misiniz?

Her ne kadar ikisi çok benzer gibi görünse de ikisi arasında çok büyük bir fark vardır. Kişinin kendisini sağlıklı bir biçimde sevmesinin çok büyük bir dini değeri vardır. Kendisini sevmeyen kişi asla başka birisini sevemeyecektir. İlk sevgi halkası kalbinde ortaya çıkmalıdır. Şayet o senin için ortaya çıkmamışsa başka kimse için çıkamaz çünkü herkes senden çok daha uzaktadır.

Bu durgun bir göle taş atmak gibidir; ilk halka taşın etrafında oluşur ve sonra uzak kıyılara doğru yayılmaya devam edecektir. İlk sevgi halkası senin etrafında olmalıdır. Kişi kendi bedenini sevmelidir, kişi kendi ruhunu sevmelidir, kişi kendi bütünlüğünü sevmelidir.

Ve bu doğaldır; aksi takdirde hayatta bile kalamazdın. Ve bu güzeldir çünkü o seni güzelleş- tirir. Kendisini seven kişi zarif, alımlı olur. Kendisini seven kişinin, kendisini sevmeyen kişiden daha sessiz olması, daha meditasyon halinde, daha dua ile dolu olması kaçınılmazdır.

Eğer evini sevmezsen onu temizlemeyeceksin; eğer evi sevmezsen onu boyamayacaksın; eğer sevmezsen onu, nilüfer havuzu olan güzel bir bahçe ile çevrelemeyeceksin. Eğer kendini seversen kendinin etrafında bir bahçe yaratacaksın. Kendi potansiyelini geliştirmeye çalışacaksın, içindeki her şeyi ifade etmek için ortaya çıkarmaya çalışacaksın. Eğer seversen kendi üzerine yağdıracaksın, kendini beslemeye devam edeceksin.

Ve eğer kendini seversen şaşıracaksın: Diğerleri seni sevecektir. Hiç kimse kendisini sevmeyen kişiyi sevmez. Sen bile kendini sevemezsen başka kim bu derdi üstlenecek. Ve kendisini sevmeyen kişi tarafsız kalamaz. Unutma hayatta tarafsızlık yoktur.

Kendini sevmeyen insan kendinden nefret eder, nefret etmek zorunda kalacaktır; hayat tarafsızlık tanımaz. Hayat her zaman bir seçimdir. Eğer sevmezsen bu, sadece sevmeme halinin içinde kalabileceğin anlamına gelmez. Hayır, nefret edeceksin. Ve kendinden nefret eden kişi tahripkâr hale gelir. Kendinden nefret eden kişi diğer herkesten nefret edecektir; o son derece öfkeli ve saldırgan ve sürekli olarak hiddet içerisinde olacaktır. Kendinden nefret eden kişi nasıl diğerlerinin onu seveceğini umut edebilir. Onun tüm yaşamı mahvolacaktır. Kişinin kendisini sevmesi çok büyük bir dini değerdir.


(EGO-OSHO)

http://www.seslidilay.com/index/gul_.../gazania01.gif

Pamukk 26-01-2009 08:56 PM

http://www.hermeskitap.com/catalog/i...7043877px6.jpg



(1)


http://static.ak.fbcdn.net/images/spacer.gif?7:11
İnsan hakkında anlaşılması gereken en önemli şeylerden birisi onun uykuda olduğudur. O kendisinin uyanık olduğunu düşünse bile öyle değildir. Onun uyanıklığı çok kırılgandır; onun uyanıklığı o kadar zayıftır ki, önemsenmeye bile değmez. Onun uyanıklığı sadece güzel bir isimdir ama tamamen bomboştur.

Doğumdan ölüme dek uyku alışkanlığını değiştirir durursun; geceleyin uyursun, gündüzleri uyursun ama sahiden hiç uyanmazsın. Sadece gözlerini açıp da uyanıkmışsın gibi kendini kandırma. Kim olduğunu, kendini görmeden uyanık olduğunu düşünme. Bu insanın yaşadığı en büyük yanılsamadır. Ve bir kez zaten uyanık olduğunu kabul edersen, o zaman uyanmak için bir çabaya girmek söz konusu olmaz.

Kalbinin derinliklerinde hissetmen gereken ilk şey uykuda olduğundur, tamamen uykuda. Gece demeden, gündüz demeden rüya görüyorsun. Bazen açık gözlerle ve bazen de kapalı gözlerle rüya görüyorsun ama rüya görüyorsun; sen bir rüyasın. Henüz bir hakikat değilsin.

Elbette rüyada ne yaparsan yap anlamsızdır. Ne düşünürsen düşün bir şey ifade etmez, ne tasarlarsan tasarla hayallerinin bir parçası olur ve senin var olanı görmene hiçbir zaman izin vermez.

Evet şoka uğramazsan, temellerine kadar sarsılmazsan uyanmayacaksın. Uyku o kadar uzun süredir var ki, varlığının merkezinin ta içine kadar ulaşmış durumda; içine batmış durumdasın. Bedeninin her hücresi ve zihninin her köşesi uykuyla dolmuş durumda. Bu küçümsenecek bir olay değil. Dolayısıyla uyanık olmak, dikkatli olmak, tanık olmak için görkemli bir çaba gerekmekte.

İnsan olduğu haliyle uykudadır ve olması gerektiği şey ise uyanık olmaktır. Uyanık olmak hedeftir ve onların tüm öğretilerinin özü uyanık olmaktır. Farklı dillerde, farklı mecazlarla ama şarkıları aynı. Tıpkı denizin tuzlu olması gibi — ister kuzeyden, ister doğudan ya da batıdan tadına bakılsın deniz hep tuzludur

Ancak zaten uyanık olduğunu düşünmeye devam edersen hiç çaba sarf etmeyeceksin. O zaman bir çaba sarf etmenin bir gereği kalmaz; niye zahmet edesin ki?

Sessizlik kişinin uyandığı yerdir ve gürültülü zihin ise kişinin uyuya kaldığı yerdir. Eğer zihnin gevezelik etmeye devam ederse uyuyorsun. Sessizce otururken zihin kaybolursa ve sen kuşların gevezeliklerini duyabilirsen ve içeride zihinsizsen, bir sessizlik... Kuşun bu ıslığı, ötüşü ve zihinsizlik kafanda işliyor, tam sessizlik... O zaman farkındalık içinde yükselir. O dışarıdan gelmez, içinden yükselir, içinde gelişir. Aksi halde unutma: Uyuyorsun.

Pamukk 26-01-2009 08:58 PM

(2)


Uyuya kalmış bir adam hiçbir şeyde bütün olamaz.

Yiyorsun, tamamen orada değilsin; bin bir tane şey düşünüyorsun, bin bir tane rüya görü- yorsun, yalnızca mekanik bir şekilde kendini tıkıyorsun. Ya da belki pazarı düşünüyorsun ya da satın almayı düşündüğün şeylerin fiyatlarını ya da bir arabayı ya da bir evi ya da bin bir tane şeyi..

Eylemlerinde bütün ol — ve eğer bütünsen farkında olmak zorundasın; hiç kimse farkında olmadan bütün olamaz. Bir şey yiyorsan, sadece yiyorsun; tam olarak şimdi buradasın. Yemek her şey; yalnızca kendini tıkamıyorsun, keyif alıyorsun. Ruh, beden ve zihin sen yiyorken uyumlu ve ahenk içerisinde, varlığının bu üç katmanında derin bir ritim var. Küçük şeyler dönüştürülür; onlar ışıltılı eylemler haline gelir.

...

Heraklit insanın en derin sorununa parmak basar; bu da, uyanıkken bile derin uykuda olduğudur.

Uyurken uyursun ama uyanıkken de uyursun. Bunun anlamı nedir? Uyanık gibi görünüyorsun ama bu sadece görüntüdür; içinin derinliklerinde uyku devam etmekte.

Şu an dahi içinde rüya görmektesin. Bin bir tane düşünce akıp gitmekte ve sen ne olduğunun bilincinde bile değilsin, ne yaptığının farkında değilsin, kim olduğunun farkında değilsin. İnsanların uykusunda yaptığı şekilde davranıyorsun. Uykusunda dolanıp, şunu-bunu yapıp tekrar uykusuna dönen birilerini duymuş olmalısın. Uyurgezerlik denilen hastalık vardır. Bazı insanlar gece yataklarından kalkarlar; gözleri açıktır, hareket edebilirler. Dolaşabilirler, kapıyı bulabilirler. Mutfağa gidip bir şey yiyecekler; geri dönüp yatağa girecekler. Ve sabah onlara sorarsan gece hakkında hiçbir şey bilmezler. En fazla hatırlamaya çalıştıklarında, o gece uyanıp mutfağa gittiklerini rüyada gördüklerini söyleyeceklerdir. Ama her şeyden önce o bir rüyaydı; onu bile hatırlamak çok zordur.

Pek çok suç işlemiş insan; pek çok katil mahkeme esnasında böyle bir şeyi yaptıklarını hatırlamadıklarını ve hatta neden bahsedildiğini dahi bilmediklerini söyler. Mahkemeyi kandırmaya çalışmamaktalar, hayır. Artık psikanalistler onların kandırmaya çalışmadıklarını bulguladılar, onlar yalan söylemiyor, tamamen doğru söylüyorlar. Cinayeti işlediler — çok derin uykudayken işlediler — rüyadaymış gibi. Bu uyku normal olandan daha derindir. Bu uyku sarhoşluk gibidir: Biraz hareket edebilirsin, biraz bir şeyler yapabilirsin, birazcık farkında da olabilirsin ama körkütük sarhoşsun. Gerçekten ne olduğunu bilmiyorsun.

Geçmişinde neler yaptın? Aynı şekilde yeniden anımsayabilir misin onu, neden yaptığını, ne yaptığını? Sana ne oldu? O olurken uyanık mıydın? Neden olduğunu bilmeden âşık oluyorsun; neden olduğunu bilmeden kızıyorsun. Bahaneler buluyorsun elbette; yaptığın her şeyi mantıklı hale sokuyorsun ama mantıklı olmak farkındalık değildir.

Farkındalık, anda olan her şeyin tam bir bilinçlilikle gerçekleşiyor olması anlamına gelir; sen orada mevcutsun. Kızgınlık gerçekleşirken sen orada mevcut olursan kızgınlık oluşamaz. O sadece sen derin uykudayken gerçekleşebilir. Sen orada olursan varlığında hemen bir dönüşüm olmaya başlar çünkü sen oradaysan, farkındaysan pek çok şey mümkün değildir. Günah denilen tüm şeyler sen farkındaysan mümkün değildir. Dolayısıyla gerçekte sadece tek bir günah vardır o da farkında olmamaktır.

İngilizce’si “sin” olan günah sözcüğünün orijinali kaçırmak anlamına gelir. Yanlış bir şey yapmak anlamına gelmez; kaçırmak, orada olmamak anlamına gelir. “Sin” sözcüğünün İbranice’deki kökü “miss” (kaçırmak) anlamına gelir. Bu bazı İngilizce sözcüklerde geçer: “misconduct, (zina, ahlaksızlık, görevi kötüye kullanmak) misbehavior (terbiyesizlik, kötü davranış)” Kaçırmak, orada olmamak demektir, bir şeyi kendini tam vermeden yapmaktır; tek günah budur.


Pamukk 26-01-2009 09:00 PM

(3)


Hiçbir şeyi değiştirmeye ihtiyacın yok ve değiştirmeye çalışsan da zaten yapamazsın. Kendinde pek çok şeyi değiştirmeye çalışıp duruyorsun. Başarılı oldun mu? Kaç sefer tekrar kızgın olmamaya karar verdin? Kararına ne oldu? Zamanı geldiğinde tekrar aynı tuzaktasın: Kızarsın ve kızgınlık gittiğinde tekrar pişmanlık duyarsın. Bu bir kısırdöngüye dönüştü: Kızıyorsun ve sonra pişman oluyorsun ve sonra da tekrar aynı şeyi yapmaya hazırsın.

Unutma, pişmanlık duyarken dahi orada değilsin, pişmanlık da günahın parçası. Bu nedenle hiçbir şey olmaz. Denemeye ve denemeye devam eder durursun, pek çok kararlar alırsın ve yeminler edersin ama hiçbir şey olmaz; sen aynı kalırsın. Doğduğun zamankiyle tamamen aynısın, küçücük bir değişiklik dahi gerçekleşmedi sende. Denemedin değil, yeterince denemedin değil; denedin ve denedin ve denedin. Başaramazsın çünkü bunun gayret etmekle bir alakası yok. Daha çok çaba yardımcı olmaz. Çabayla değil, dikkatli olmakla ilgisi var.

Dikkatli olursan pek çok şey senin onları bırakmana gerek kalmadan gider. Farkındalıkta belli şeyler mümkün olmaz. Ve bu benim tanımlamamdır, başka bir kriter de yoktur. Eğer farkındaysan aşka düşemezsin; bu durumda aşka düşmek bir günahtır. Aşık olursun ama bu düşüş gibi olmaz, yükselmek gibi olur. Neden aşka düşmek terimini kullanırız? O düşmektir; yükselmezsin, düşersin. Farkında olursan düşmek mümkün olmaz, âşıkken bile. İmkânsızdır; yalnızca imkânsız. Ve aşkta yükselmek aşka düşmekten tamamıyla farklı bir olgudur. Aşka düşmek bir rüya halidir. Bu nedenle âşık insanlar diğerlerine nazaran daha fazla uykudadır, sarhoştur, rüya alemindedir; bunu gözlerinden anlayabilirsin. Bunu gözlerinden anlayabilirsin çünkü gözleri uykuludur.

Aşkta yükselen insanlar tamamen farklıdır. Onların artık rüyada olmadıklarını görebilirsin, onlar hakikatle yüzleşirler ve onun aracılığıyla gelişirler.

Aşka düşerek bir çocuk olarak kalırsın; aşkta yükselerek olgunlaşırsın. Ve yavaş yavaş aşk bir ilişki olmaktansa varlığının bir parçası haline gelir. O zaman onu sevmek ve bunu sevmemek yoktur, hayır; sevgisin sadece. Yakınına gelenler kim olursa olsun onlarla paylaşırsın. Ne olursa olsun sevgini verirsin ona. Bir taşa dokunursun ve ona sanki sevdiğinin bedenini okşar gibi dokunursun. Ağaca bakarsın ve sanki sevgilinin yüzüne bakıyormuşsun gibi bakarsın. Bu bir varoluş şekli haline gelir. Sevmiyorsun; artık sen sevgisin. Bu yükselmektir, düşmek değil.

Onun aracılığıyla yükselirsen aşk güzeldir ve aşk onun aracılığıyla düşersen kirli ve çirkin hale gelir. Ve er ya da geç onun zehirli olduğunun kanıtlarını göreceksin. Kölelik haline gelir. Ona yakalanmış durumdasın, özgürlüğün ezilmiş durumda. Kanatların kesilmiştir; artık özgür değilsindir. Aşka düşerek bir mülkiyete dönüşürüsün; sahip olursun ve birisinin de sana sahip olmasına izin verirsin. Bir nesneye dönüşürsün ve aşka düştüğün diğer kişiyi de bir nesneye dönüştürmeye çalışırsın. Bir karı-kocaya bak: Her ikisi de birer nesneye benzemişlerdir, artık birer kişi değillerdir. Her ikisi de birbirine sahip olmaya çalışıyorlar. Sadece nesnelere sahip olunabilir, kişilere asla! Bir kimseye nasıl sahip olabilirsin? Nasıl bir insanı baskılarsın? Nasıl bir kimseyi bir mülkiyete dönüştürebilirsin? İmkânsız! Ama koca karısına sahip olmaya çalışıyor; karısı da aynı şey için uğraşıyor. O zaman çarpışma vardır, birbirlerine düşman oluverirler. O zaman birbirleri için ölümcül hale gelirler.

Nasreddin Hoca mezarlığın müdürlüğüne gitti ve müdüre şikâyette bulundu: “Çok iyi biliyorum ki eşimin mezarı bu mezarlıkta ama bir türlü bulamıyorum.”

Müdür kayıtları açtı ve, “Eşinizin ismi neydi?” diye sordu.

Nasreddin Hoca da: “Bayan Nasreddin Hoca,” dedi.

Müdür kayıtlarına baktı ve, “Bayan Nasreddin Hoca yok ama bir Nasreddin Hoca var. Özür dileriz galiba kayıtlarda bir karışıklık olmuş.” dedi.

Nasreddin Hoca: “Yanlışlık falan yok. Nasreddin Hoca’nın mezarı nerede? Çünkü her şey benim adıma yapılmıştır.”

Karısının mezarı bile!

Sahiplenmek... Herkes sevdiğine, sevgilisine sahip olmaya çalışıyor. Artık bu aşk değildir. Aslında birisine sahip olduğunda ondan nefret edersin, onu yok edersin, onu öldürürsün: Aşk özgürlük vermelidir; aşk özgürlüktür. Aşk sevileni çok, daha çok özgürleştirecektir, aşk kanatlar takacaktır ve aşk sonsuz gökyüzünü açacaktır. O bir hapishane, hücre haline gelemez. Ama bu aşkı sen bilmiyorsun çünkü sadece sen farkındaysan gerçekleşir; aşkın bu niteliği sadece sen farkında olduğunda gelir.

Pamukk 26-01-2009 09:02 PM

(4)


Etrafımızda olup bitenlere kesin bir dikkatsizlik gösterir halde yaşayıp gidiyoruz. Evet, bir şeyleri yapma konusunda oldukça yetkinleştik. Yapmakta olduğumuz şeyleri yapmakta o kadar yetkinleştik ki, onu yapmak için hiçbir farkındalığa ihtiyaç kalmadı. Mekanik, otomatik hale geldi. Robotlar gibi işliyoruz. Henüz insan olmadık; makineyiz.

George Gurdjieff’in tekrar tekrar söylediği de buydu: Var olduğu haliyle insan bir makinedir. O pek çok insanı rahatsız etti çünkü kimse bir makine olarak anılmak istemez. Makineler tanrılar olarak adlandırılmak isterler; o zaman çok mutlu hissederler, şişinirler. Gurdjieff insanları makineler olarak adlandırmıştı ve haklıydı da. Kendini izleyecek olursan ne kadar mekanik olarak davrandığını bileceksin.

Rus fizyolog Pavlov ve Amerikalı psikolog Skinner insanlar hakkında yüzde doksan dokuz nokta dokuz oranında haklılar: Onlar insanın güzel bir makine olduğuna inanıyorlar, hepsi bu. Onun içinde ruh yok. Onlar yüzde doksan dokuz nokta dokuz haklı diyorum; küçük bir marjla tutturamıyorlar sadece. Bu küçük marj , uyanmış olanlardır. Ama onlar mazur görülebilir çünkü Pavlov hiçbir zaman bir uyanmış insan ile karşılaşmadı; o senin gibi milyonlarca insana rastladı.

Skinner insanlar ve fareler üzerinde çalışmıştır ve bir fark bulamamıştır. Fareler basit varlıklardır hepsi bu; insan biraz daha karmaşıktır. İnsan oldukça karmaşık bir makinedir, farelerse basit makinelerdir. Fareler üzerinde çalışmak daha kolaydır; o nedenle psikologlar sürekli fareler üzerinde çalışır. Fareler üzerinde çalışıp insan hakkında sonuçlara varırlar ve onların vardıkları sonuçlar neredeyse doğrudur. “Neredeyse” diyorum, dikkatini çekerim çünkü bu yüzde birin onda biri gerçekleşmiş olan en önemli olaydır. Bir Buda, bir İsa, bir Muhammed; bu az sayıdaki uyanmış insanlar gerçek insanlardır.


B. F. Skinner bir uyanmış insanı nereden bulsun? Hatta bulsa bile onun önceden belirlenmiş önyargıları, düşünceleri görmesini engelleyecekti. O farelerini görmeyi sürdürecekti. Farelerin Ve o insanı bir farenin büyütülmüş hali olarak tahayyül ediyor. Ve ben yine de onun insanlığın çok büyük bir kısmı hakkında haklı olduğunu söylüyorum; onun çıkarımları yanlış değil..Normal insanlık tamamen uykuda. Hayvanlar bile o kadar uykuda değil.

Hiç, bir geyiği ormanda gördüğün oldu mu; öylesine tetikte görünür ki, öylesine dikkatli yürür ki? Hiç bir kuşu ağaçta otururken gördün mü; etrafında olup bitenleri öylesine zekice gözlemeye devam eder ki? Kuşa doğru yürürsün; izin verdiği belli bir alan vardır. Onun ötesine bir adım daha at ve uçup gider. Onun kendi alanıyla ilgili belli bir farkındalığı vardır. Şayet birisi bu alana girecek olursa tehlikelidir.

Etrafına bakacak olursan şaşıracaksın: İnsan yeryüzündeki en derin uykudaki hayvandır.

Eğer bir ormancı ağacı kesme maksadıyla elinde baltasıyla gelecek olursa onun geldiğini gören tüm ağaçlar korkudan titrerler. Artık buna ilişkin bilimsel kanıtlar var; şiirsel bir şeyden bahsetmiyorum, bilimden söz ediyorum bunu söylerken. Artık ağacın mutlu mu, mutsuz mu; korkmuş mu, korkmamış mı; üzgün mü, sevinç içinde mi olduğunu ölçecek aygıtlar var. Ormancı geldiğinde onu gören tüm ağaçlar korkudan titremeye başlarlar. Ölümün yakınlarında olduğunun farkına varırlar. Ve henüz ormancı hiçbir ağacı kesmedi bile; sadece geliyor...

Ve çok, çok daha garip başka bir şey daha var; eğer bir ormancı bir ağaç kesme maksadı olmadan sadece oradan geçiyorsa hiçbir ağaç korkmaz. Aynı ormancı, aynı baltayı taşıyor. Görünen o ki adamın ağaçları kesme niyeti ağaçları etkilemekte. Bunun anlamı adamın niyetinin anlaşıldığıdır; titreşimlerin ağaçlar tarafından çözülebildiği anlamına geliyor bu.

Ve bir başka önemli olgu daha bilimsel olarak gözlemlenmiştir; ormana gidip bir hayvanı öldürürsen sadece hayvanlar alemi sarsılmaz, ağaçlar da sarsılır. Bir geyiği öldürürsen etraftaki tüm diğer geyikler katliamın titreşimlerini hisseder, üzülür; büyük bir korkuyla titremeye başlarlar. Aniden belirli bir neden bile olmadan korkarlar. Geyiğin öldürüldüğünü görmemiş olabilirler ama bir şekilde, kolay anlaşılamayan bir yoldan; içgüdüsel olarak, sezgisel olarak etkilenirler. Fakat tek etkilenen geyikler değildir; ağaçlar etkilenir, papağanlar etkilenir, kaplanlar etkilenir, kartallar etkilenir, yeşilliklerin yaprakları etkilenir. Katliam olmuştur, yok etme gerçekleşmiştir, ölüm gerçekleşmiştir; etraftaki her şey etkilenir. Anlaşılan o ki, en fazla uykuya dalmış olan insandır...


Sadece farkında olduğun oranda canlısın. Yaşamla ölüm arasındaki ayrım farkındalıktır. Sadece nefes aldığın için canlı sayılmazsın, sadece kalbin attığı için canlı sayılmazsın. Hiç bilincin olmadan, fizyolojik olarak hastanede canlı tutulabilirsin. Kalbin atmaya devam edecek ve nefes alabileceksin. Mekanik ayarlamalarla nefes alma ve kalbin atması ve kanın dolaşımı anlamında yıllarca canlı tutulman mümkün olabilir. Artık dünyanın çeşitli yerlerindeki gelişmiş ülkelerde bitkisel olarak hayatına hastanelerde devam eden pek çok insan vardır çünkü gelişmiş teknoloji ölümünü sonsuza dek erteleyebilecek olanaklar yarattı; yıllar boyunca hayatta tutulabilirsin. Şayet bu yaşamaksa hayatta tutulabilirsin. Ama bu yaşamak falan değil. Bitkisel olarak yaşamak hayat değildir.

Pamukk 26-01-2009 09:04 PM

(5)


Bir kişi iki şekilde yaşayabilir; çeperinde yaşayabilir veya merkezinde yaşayabilir.

Çeper egoya aittir ve merkez ise varlığa aittir. Egondan yaşıyorsan her zaman diğeriyle ilişkili olarak yaşıyorsun. Çeper diğeriyle ilgilidir.

Her ne yaşıyorsan yaşa hiçbirisi bir eylem değildir, her zaman bir tepkidir; sana yapılmış olan bir şeye karşılık yapıyorsun. Çeperden hiçbir eylem yoktur, hepsi bir tepkidir; merke- zinden hiçbir şey gelmez. Bir anlamda sen koşulların kölesisin. Sen hiçbir şey yapmıyorsun; daha çok, bunu yapmak zorunda bırakılıyorsun.

Merkezden bu durum tamamen değişir. Merkezden eyleme geçmeye başlarsın; ilk kez bir bağımlı olarak değil, kendi doğrularınla var olmaya başlarsın.


Sana merkezine dokunulduğundan değil, bir merkezin olmadığı için dokunuluyor. Sen sade- ce bir çepersin, çeperle özdeşleşmişsin. Çeper her şey tarafından, gerçekleşen her şey tarafından dokunulmaya mahkûmdur. O senin sınırındır, dolayısıyla ne olursa olsun ona dokunacaktır ve senin bir merkezin yok. Bir merkezin olduğu anda, o zaman kendinle aranda bir mesafe vardır; çeperinden bir mesafen vardır. Birisi çeperini taciz edebilir ama seni değil. Sen ayrı durabilir, dışında kalabilirsin; kendin ve sen arasında bir mesafe kalır. Çeperin olarak seninle ve merkezin olarak seninle ... bir mesafe vardır. Ve bu mesafe başka birisi tarafından yok edilemez, çünkü hiç kimse senin merkezine sızamaz. Dış dünya sadece senin çeperine dokunabilir.

Eylem ve tepki arasındaki farkı net bir şekilde anlamalısın. Birisini, seni sevdiği için sevi- yorsun. Eylem senden kaynaklanır ve tepkiyse sana dayatılır. Merkezinde olmak, artık eylemde bulunmaya başladın demektir.

Hatırlanması gereken bir başka şey de, eylemde bulunduğun zaman, eylemin her zaman tam olduğudur. Tepki verdiğinde hiçbir zaman tam olamazsın. O her zaman kısmidir, parçalıdır, çünkü çeperimden hareket ettiğimde — yani tepki verdiğimde — bütün olamam çünkü ben gerçekten ona katılmam. Yalnızca benim çeperim katılır, dolayısıyla o bütün olamaz. Bu demektir ki, eğer çeperinden seversen sevgin hiçbir zaman tam olamaz; her zaman kısmi olur. Ve bu çok şey ifade eder çünkü sevgi tam değilse, o zaman boş kalan kısım nefretle dolacaktır. Şefkatin kısmiyse kalan kısım gaddarlıkla dolacaktır. İyilikseverliğin kısmiyse, o zaman boş kalan kısmı kim dolduracak? Şayet Tanrın tam değilse, o zaman kalan boşluğu doldurmak için bir şeytana ihtiyacın olacak.

Bu, kısmi bir eylemin çelişkili, kendisiyle çatışma halinde kalmasının kaçınılmaz olduğu anla- mına geliyor. Modern psikoloji aynı anda hem sevdiğini hem de nefret ettiğini söylüyor. Zihnin bir amfibidir, çelişkili; aynı objeyle hem sevgi hem nefret ilişkisi kuruyorsun. Ve eğer sevgi ve nefretin ikisi de oradaysa, o zaman kafa karışıklığı olacaktır, hem de zehirli bir kafa karışıklığı. Şefkatin ve gaddarlığın karışmış durumda ve senin yardımseverliğin hırsızlıktır, ibadetinse bir çeşit şiddete dönüşmüştür. Çeperde bir aziz olmaya çalışsan da, azizliğin günahla çınlamaya mahkûmdur. Çeperdeki her şey kendisiyle çatışma halinde olacaktır.

Sadece merkezinden hareket ettiğinde eylemin tamdır. Ve eylemin tam olduğunda kendisine has bir güzelliği vardır. Eylem tam olduğunda anlıktır. Eylemin tam olduğunda anısını taşı- mazsın, buna gerek duymazsın! Eylemin tam değilse o, havada asılı kalmış bir şeydir.

Bir şey yiyorsun; yemen tam değilse, gerçekten yemen bittiği zaman bile zihninde yemeye devam edersin. O sürüncemede kalır. Yalnızca tam bir şeyin bir başlangıcı ve bir sonu vardır. Kısmi bir şey ise başı-sonu belli olmayan devamlı bir dizidir. Evindesin ve dükkânını ve çarşıyı yanında taşıdın. Dükkânındasın ve evini ve ev işlerini yanında getirdin. Tek bir an bile tam olarak içinde olmadın — ve olamayacaksın — çok fazla şey devamlı taşınmakta. Zihinde ve kalpteki ağırlık, yoğun ağırlık budur.

Bütün bir eylemin bir başlangıcı ve sonu vardır. O atomiktir; bir dizi değildir. Şimdi orada ve sonra orada değil. Bilinmeyenin içine girebilmek için ondan tamamıyla özgürsün. Aksi takdir- de kişi, bir yivin içinde döner durur; zihin takılıp kalmıştır. Sürekli aynı dairesel harekete, fasit bir dairede devam eder durursun. Çünkü geçmiş hiç bitirilmemiştir, şimdiki ana gelir. Devam eder ve geleceğin içine girer.

Dolayısıyla kısmi bir zihin, çeperdeki bir zihin kendi geçmişini taşır ve geçmiş büyük bir şeydir! Elli yılın güzel-çirkin deneyimi ama bitmemiş; hiçbir şey bitmemiş, yani elli yıl uzunluğunda ölü bir geçmişi devamlı taşımaktasın. Bu ölü geçmiş şimdiki tek bir anın üzerine çullanacak, onu öldürmesi kaçınılmaz!

Bu durumda yaşayamazsın, imkânsız. Üzerindeki bu geçmişle yaşayamazsın; her an o kadar taze ve narindir ki tüm bu ölü yük onu öldürecek. Öldürüyor! Geçmişin sürekli şu anını öldürüyor ve şu anın öldüğünde sırtındaki ağırlığın bir parçası olur. Canlıyken senin bir parçan değildir; öldüğünde, geçmişin tarafından öldürüldüğünde senin olur, o zaman senin bir parçandır. Durum bundan ibaret.

Merkezinden eyleme geçtiğin an, her eylem bütündür, atomiktir. Oradadır ve sonra da değildir. Ondan tamamen özgürsün. O zaman sırtında yük olmadan, ağırlıksız hareket edebilirsin. Ve ancak o zaman, taptaze bir şekilde ona gelerek her zaman orada olan yeni anın içinde yaşayabilirsin. Ancak, ona sadece geçmişin ağırlığını taşımıyorsan taze bir şekilde gelebilirsin.

Ve eğer geçmiş bitirilmediyse geçmişi taşımak zorunda kalacaksın, çünkü zihin her şeyi bitirme eğilimindedir. Bitirilmediyse, o halde taşınmak zorunda. Bir şey gün içinde tamam- lanmadıysa, geceleyin rüyasını göreceksin, çünkü zihin her şeyi bitirme eğilimine sahiptir. Bittiği an zihin onun ağırlığından kurtulur. Bitirilmediği sürece zihin tekrar ve tekrar ona dönmeye mahkûmdur.

Ne olursa olsun, yaptığın her şey — sevgin,arkadaşlığın — bitmemiştir. Ve çeperde kalarak onu bütün yapamazsın. Peki, nasıl kendi merkezimizde olabiliriz? Nasıl merkezde olmayı başarıp çeperde olmayacaksın? Bunun tekniği tanık olmadır.


Burada bir çiçek var ve ben sana diyorum ki, “Ona bak ama düşünme. Çiçeği gör ama düşünme.” Bu durumda ne yapabilirsin? Düşünmeye izin verilmediyse ne yapabilirsin ki? Yalnızca tanık olabilirsin; sadece farkında olabilirsin. Sadece çiçeğin farkında olabilirsin. Sadece çiçeğin bilincinde olabilirsin. Gerçekle yüzleşebilirsin; çiçek orada. Artık onunla karşılaşabilirsin. Düşünmeye izin verilmezse, “O güzel,” veya “O güzel değil; onu biliyorum,” ya da “O çak garip; daha önce hiç görmemiştim,” diyemeyeceksin. Hiçbir şey söyleyemezsin. Sözcükler kullanılamaz çünkü her sözcüğün içinde bir değerlendirme vardır. Her sözcük bir yargıdır. Dil yargıların ağırlığını taşır; dil hiçbir zaman tarafsız olamaz. Bir sözcük kullandığın anda yargılamışsındır.

Bu durumda dili kullanamazsın, sözcüklerle ifade edemezsin. Sana, “Bu bir çiçek, ona bak ama düşünme,” dediğimde, sözlerle ifade etmeye izin yok demektir. O halde ne yapabilirsin? Sadece bir tanık olabilirsin. Şayet düşünmeden orada durup bir şeyle yüzleşirsen o, tanık olmaktır. O halde tanık olma pasif bir farkındalık demektir. Unutma, pasif. Düşünmek aktiftir, bir şey yapıyorsun. Bir şeye bakarken onunla bir şey yapıyorsundur. Pasif değilsin, bir ayna gibi değilsin; bir şey yapıyorsun. Ve bir şey yaptığın anda bir şeyi değiştirmiş oldun.

Bir çiçek görüyorum ve, “O güzel!” diyorum; onu değiştirdim. Şimdi çiçeğe bir şey dayattım. Artık çiçek her neyse, benim için o bir çiçek artı onun güzel olma duygusudur. Artık çiçek çok uzaklarda; çiçek ve benim aramda benim yargılayıcı hislerim, onun güzel olduğu değer- lendirmem var. Artık çiçek benim için aynı değil, nitelik değişti. Onun içine girdim, artık benim yargım gerçeğin içine nüfuz etti. Artık o daha çok kurgu ve daha az gerçek.

Çiçeğin güzel olduğu duygusu çiçeğe ait değildir, bana aittir. Ben gerçeğe girdim. Artık benim zihnim onun bir parçası haline geldi. Aslında, benim zihnim onun bir parçası oldu demek, benim geçmişim onun parçası oldu anlamına gelir. Çünkü ben, “Bu çiçek güzel,” dediğimde bu, ben onu geçmiş bilgilerim aracılığıyla yargıladım anlamına gelir. Bu çiçeğin güzel olduğunu nasıl söyleyebiliyorsun? Geçmişinin deneyimleri, geçmişinin kavramları böyle bir şey güzeldir der; sen onu geçmişine göre yargıladın demektir.

Zihin senin geçmişin, anıların demektir. Geçmiş, şimdinin üzerine yığıldı. Saf bir gerçeği yok ettin, artık o çarpıtıldı. Artık çiçek yok; kendi içindeki bir gerçeklik olarak çiçek artık orada değil. Senin tarafından bozuldu, yok edildi; senin geçmişin araya girdi. Yorumladın; düşünmek budur. Düşünmek geçmişi şu anın gerçekliğine getirmektir.

Bu nedenle düşünmek seni asla hakikate ulaştırmaz çünkü hakikat saftır ve onunla tüm saflığıyla yüzleşmek zorunludur. Geçmişini getirdiğin anda onu yok ediyorsun. O zaman o bir yorumdur, gerçekliğin görülmesi değil. Onu bozdun, saflık kayboldu.

Düşünmek geçmişini şimdiki ana getirmektir. Tanık olmak, geçmiş yok demektir; sadece şu an, geçmişin araya girmemesidir.

Tanık olmak pasiftir. Sen bir şey yapmıyorsun; sen varsın! Sadece oradasın. Sadece orada mevcutsun. Çiçek orada mevcut, sen orada mevcutsun; o zaman orada bir tanık olma iliş- kisi vardır. Çiçek mevcut olduğunda ve sen değil, senin tüm geçmişin mevcut olduğunda, o zaman o bir düşünme ilişkisidir.

Bir deney yapsak: Bütün geçmişini kes, kendinden uzaklaştır; hiç anı yok. Anne babanın kim olduğunu bilmiyorsun, kime, hangi ülkeye, hangi dine, hangi ırka ait olduğunu bilmiyorsun. Nerede eğitildiğini, eğitilip eğitilmediğini bilmiyorsun. Sadece tüm geçmişi kes ve kim olduğunu anımsa.

Kim olduğunu hatırlayamazsın! Açıktır ki sen varsın. Sen varsın ama sen kimsin? Tam bu anda bir ‘ben’ duygusu gelemez.

Ego sadece biriktirilmiş geçmiştir. Ego senin sıkıştırılmış, kristalize edilmiş düşüncendir.

Tanık olmada bir ‘ben’ duygusu yoktur; düşünmedeyse vardır. Sözde düşünürlerin, çok derinden egolarında kökleşmişlerse bu bir rastlantı değildir. Sanatçılar, düşünürler, felsefeciler, edebiyatçılar; şayet onlar çok egoistlerse bu sadece bir rastlantı değildir. Ne kadar çok düşünceye sahipsen, o kadar büyük bir egon vardır.

Pamukk 26-01-2009 09:06 PM

(6)


Bir gün Nasrettin Hoca çok endişeliydi, kara kara düşünüyordu. Yüzüne bakan herkes onun, düşüncelerinin içinde bir yerlerde kaybolmuş, çok gergin, ıstırap içerisinde olduğunu hissedebilirdi. Karısı alarma geçti. Sordu: “Ne yapıyorsun Nasrettin? Ne düşünüyorsun? Sorun nedir, neden bu kadar endişelisin?”

Hoca gözlerini açtı ve dedi ki: “Bu nihai olan problem. Kişinin, öldüğünü nasıl anladığını düşünüyorum. Kişi ölü olduğunu nasıl bilir? Ölecek olursam öldüğümü nasıl anlayacağım? Çünkü ölümü henüz bilmiyorum. Tanımak bir şeyi önceden bilmek demektir.”

“Sana bakıyorum ve senin A ya da B ya da C olup olmadığını tanıyorum çünkü senin kim olduğunu biliyorum. Ölümü ise bilmiyorum. Ve ne zaman gelir, onu nasıl tanıyacağım? Problem bu ve ben çok endişeliyim. Ve ölü olduğum zaman başka kimseye soramam, yani bu kapı da kapalı. Hiçbir kutsal metne de danışamam, hiçbir öğretmenin bir yararı dokunamaz.”

Karısı kahkahayı basıp, “Boşuna endişeleniyorsun. Ölüm geldiğinde kişi ansızın bilir. Ölüm sana geldiğinde bileceksin çünkü soğuk, buz gibi soğuk olacaksın,” dedi. Hoca rahatlamıştı; belli bir işaret, anahtar elindeydi.

Bir-iki ay sonra ormanda odun kesiyordu. Bir kış akşamıydı ve her şey soğuktu. Aniden anımsadı ve ellerini hissetti; elleri soğuktu. “Tamam! Şimdi ölüm geliyor ve ben evden çok uzaktayım, kimseye haber bile veremem. Şimdi ne yapmalıyım? Karıma sormayı unuttum. Bana kişinin nasıl hissedeceğini söylemişti ama ölüm geldiğinde ne yapılması gerekir? Şimdi burada kimse yok ve her şey giderek soğuyor!” dedi.

Sonra anımsadı. Pek çok ölü insan görmüştü, o da “Yere yatmak iyi olur,” diye düşündü. Bu, tüm ölü insanların yaptığı tek şeydi ve o da yere yattı. Elbette daha da soğuk hale gelir, daha çok üşür; ölüm üzerindedir. Eşeği yanındaki ağacın altında dinleniyordu. İki kurt Hoca’nın öldüğünü zannedip eşeğe saldırırlar. Hoca gözlerini açar ve, “Ölü insanlar hiçbir şey yapamazlar. Canlı olmuş olsaydım siz kurtlar eşeğime karşı bu kadar küstahça davrana- mazdınız. Ama artık hiçbir şey yapamam. Ölülerin bir şey yapabildiği hiç duyulmuş şey değildir. Sadece tanık olabilirim,” diye düşünür.

Eğer geçmişin için ölü, tamamen ölü hale gelirsen, o zaman sadece tanık olabilirsin. Başka ne yapabilirsin? Tanık olmak, geçmişin için; anılar, düşünceler, her şey için ölmek demektir. O zaman şimdiki zamanda ne yapabilirsin? Sadece tanıklık. Hiçbir yargılama mümkün olmaz; yargı sadece geçmiş deneyimler karşısında mümkündür. Hiçbir değerlendirme müm- kün olmaz; değerlendirme sadece geçmiş değerlendirmeler karşısında mümkündür. Hiçbir düşünce mümkün olmaz; düşünce sadece geçmiş varsa, şimdiki ana getirilmişse mümkün- dür. Öyleyse ne yapabilirsin? Tanık olabilirsin.




………

Kızmamaya çalıştın, pek çok kereler bu kararı aldın ama hâlâ oluyor. Hırslı olmamaya çalıştın ama tekrar tekrar aynı tuzağa düştün. Kendini değiştirecek tüm şeyleri denedin ama hiçbir şeyin olacağı yok gibi. Hep aynı kalıyorsun.

Ve ben burada diyorum ki basit bir anahtarı var; farkındalık. Buna inanamazsın. Nasıl olur da yalnızca farkındalık, başka pek çok şeyin bir yararı yokken yardım edebilir? Anahtarlar her zaman için çok küçüktür; anahtarlar büyük şeyler değildir. Küçücük bir anahtar çok büyük bir kilidi açabilir.

Pamukk 26-01-2009 09:08 PM

(7)

İnsan şimdiki andaymış gibi görünür ama bu sadece görünüşte böyledir.

İnsan geçmişte yaşar. Şimdiki andan geçer ama kökleri geçmişte kalır. Sıradan bilinç için gerçek zaman şimdiki zaman değildir; sıradan zihin için gerçek, geçmiş zamandır. Şimdiki zaman sadece geçmişle gelecek arasındaki geçittir, anlık bir geçit. Geçmiş gerçektir ve gelecek de öyledir ama şimdiki an sıradan bilinç için gerçek değildir.

Gelecek sadece genişlemiş geçmiştir. Gelecek tekrar tekrar geçmişin yansıtılmasıdır. Şimdiki zaman yokmuş gibi gelir. Şimdiki anı düşünecek olursan onu bulamayacaksın bile çünkü onu bulduğun an geçmiş olur. Bir an önce, onu bulmamışken, o gelecekteydi.


Bu neden böyledir? Neden geçmişte yaşıyorsun? Çünkü zihin biriktirilmiş zihinden başka bir şey değildir. Zihin hafızadır; yaptığın tüm şeyler, rüyasını gördüğün tüm şeyler, yapmayı isteyip yapamadığın tüm şeyler, geçmişte kafanda canlandırdığın her şeydir zihin. Zihin ölü bir mevcudiyettir. Zihnin aracılığıyla bakarsan şimdiyi asla bulamazsın çünkü şimdiki an yaşamdır ve yaşama asla ölü bir şey aracılığıyla yaklaşamazsın. Zihin ölüdür.

Zihin bir aynanın üzerini kaplayan toz gibidir. Ne kadar çok tozla kaplanırsa ayna o kadar az ayna gibi olur. Ve eğer senin üzerindeki gibi toz katmanı kalınsa, o zaman ayna yansıtma yapmayacaktır bile.

Herkes toz topluyor; sadece toplamıyor, ona yapışıyorsun, onun bir hazine olduğunu düşünüyorsun. Geçmiş bitti, neden ona yapışıyorsun? Onunla hiçbir şey yapamazsın, geçmişe gidemezsin, onu silemezsin; neden ona yapışıyorsun? O bir hazine değil. Ve şayet geçmişe yapışır ve onun bir hazine olduğunu düşünürsen elbette zihnin onu gelecekte tekrar tekrar yaşamak isteyecek. Geleceğin, modifikasyon yapılmış geçmişten başka bir şey olamaz; birazcık yontulmuş, birazcık dekore edilmiş ama aynısı olacak çünkü zihin bilinmeyen bir şeyi düşünemez. Zihin sadece bilineni tasarlayacaktır, bildiğin şeyi.

Bir kadını seversin ve kadın ölür. Şimdi nasıl başka bir kadın bulacaksın? Diğer kadın, ölmüş karının modifikasyondan geçmiş bir hali olacaktır; bu senin bildiğin tek yol. Gelecekte yapacağın her ne olursa olsun, geçmişin bir devamından başka bir şey olmayacak. Biraz değiştirebilirsin; bir yama oraya, bir yama şuraya ama ana kısım olduğu gibi kalır.

Ölüm döşeğinde yatarken birisi Nasrettin Hoca’ya sordu: “Sana yeni bir hayat verilse onu nasıl yaşardın Nasrettin? Herhangi bir değişiklik yapar mıydın?” Nasrettin kapalı gözlerle derin derin düşündü, taşındı, evirdi çevirdi, sonra gözlerini açtı ve dedi ki: “Evet, eğer bana yeni bir hayat verilirse saçlarımı ortadan ayıracağım. Bunu hep istemiştim ama babam her zaman yapmamam konusunda ısrar etti. Ve babam öldüğünde de saçlarım artık öyle alışmıştı ki ortadan ayrılmıyordu.”

Gülme! Yaşamınla ne yapacağın sana sorulursa bunun gibi çok az değişiklik yapacaksın. Burnu birazcık daha değişik bir koca, karından biraz değişik yüzlü bir kadın, biraz daha büyük yahut küçük ev. Ama bunlar saçını ortadan ayırmaktan daha başka bir şey değil, ıvır zıvır, önemsiz. Öz hayatın aynı kalacak.

Zihin kendisini yansıtır ve zihin geçmiştir, o halde geleceğin, geçmişten başka bir şey olmayacaktır. Ve nedir geçmiş? Geçmişte ne yaptın? Her ne yaptıysan iyi, kötü; şu, bu ne yaparsan yap kendi tekrarını yaratıyor. Karma teorisi budur. Evvelsi gün kızdıysan dün tekrar kızmak için belli bir potansiyel yarattın. Sonra bunu tekrar ettin, kızgınlığa daha çok enerji verdin. Kızgınlık halini daha da kökleştirdin, suladın; bugün artık onu daha büyük bir güçle, daha çok enerjiyle tekrar edeceksin. Ve yarın yine bugünün kurbanı olacaksın.

Yaptığın ve hatta düşündüğün her eylemin kendine has tekrar ve tekrar ısrar etme yolları vardır çünkü bu senin varlığında belli bir kanal açar. Senden enerji emmeye başlar. Kızgınsın, sonra bu hal gider ve sen artık kızgın olmadığını düşünürsün; o zaman işin özünü kaçırırsın. Bu ruh hali gittiğinde hiçbir şey olmadı; sadece teker hareket etti ve yukarıda olan teli aşağıya indi. Kızgınlık birkaç dakika önce yüzeydeydi; kızgınlık şimdi bilinçaltının içine, varlığının derinine indi. O zamanın tekrar gelmesini bekleyecek. Eğer ona uygun davrandıysan onu sağlamlaştırdın. Onun yaşaması için tekrar bir ruhsat vermiş oldun. Ona yeniden bir güç, bir enerji verdin. Toprağın altındaki bir tohum gibi zonkluyor, doğru zamanı ve mevsimi bekliyor ve sonra da filizlenecek.

Her eylem kendi kendini yaşatır, her düşünce kendi kendini yaşatır. Onunla bir kez işbirliği yaparsan, ona enerji veriyorsundur. Er ya da geç alışkanlığa dönüşecektir. Onu yapacaksın ve bir yapan olmayacaksın; onu sadece alışkanlığın gücüyle yapacaksın. İnsanlar alışkanlık ikinci doğadır derler; bu bir abartı değildir. Aksine o bir azımsamadır! Aslında, alışkanlık birinci doğa olur ve doğa da ikincil hale düşer. Doğa sadece bir kitaptaki bir ek ya da dipnotlara dönüşür ve alışkanlık da kitabın ana gövdesi olur.

Alışkanlık yoluyla yaşarsın; bunun anlamı, alışkanlık aslında senin aracılığınla yaşar demektir. Alışkanlığın kendisi ısrar eder, onun kendi enerjisi vardır. Elbette senden enerji alır ama geçmişte sen işbirliği yaptın ve şimdi de işbirliği yapıyorsun. Zamanla alışkanlık efendi, sen de yalnızca bir hizmetkâr, bir gölge olacaksın. Alışkanlık emir, komut verecek ve sen de sadece itaatkâr bir hizmetçi olacaksın. Ona uymak zorunda olacaksın.

Kızdığında onu kendinin yaptığını düşünüyorsun. Ona bahaneler uydurup koşulların bunu gerektirdiğini söylüyorsun: “Kızmak zorundaydım, yoksa çocuk yanlış yola sapacaktı. Kızmasaydım işler kötüye gidecekti ve ofiste her şey bir kaosa dönecekti. Hizmetkârlar söz dinlemeyecek; işleri idare etmek için kızmak zorundaydım.” Bunlar bahaneler; egon senin hâlâ patron olduğuna inanmayı bu şekilde sürdürebiliyor. Ama değilsin.

Kızgınlık eski kalıplardan, geçmişten gelir. Ve kızgınlık geldiğinde ona bahaneler bulmaya çalışırsın. Psikologlar deneyler yapmaktadır ve Doğulu ezoterik psikologlarla aynı sonuca ulaşmışlardır: İnsan bir kurbandır, efendi değil. Psikologlar mümkün olan her türlü konforu sağlayıp insanları tamamen tecrit etmişlerdir. Ne ihtiyaçları varsa temin edilmiş ama diğer insanlarla hiçbir temasta bulunmamışlardır. Klimalı hücrelerde hiç çalışmadan, hiç sorun olmadan, hiç belaya karışmadan yaşadılar ama aynı alışkanlıklar devam etti. Bir sabah artık ortada hiçbir neden yokken — çünkü her türlü konfor sağlanmışken, kaygı yokken, kızmak için bir bahane yokken — adam ansızın kızgınlığın, içinde kabardığını fark ediyor.

O senin içinde. Bazen görünürde hiçbir neden yokken aniden üzüntü gelir. Ve bazen kişi mutlu hisseder, bazen kendinden geçecek kadar mutlu hisseder. Tüm sosyal ilişkilerden yoksun bırakılmış, her türlü konfor içerisinde tecrit edilmiş, her türlü gereksinimi karşılanmış bir adam, senin bir ilişkide yaşadığın tüm ruh hallerinin içinden geçiyor. Bu bir takım şeylerin içerden kaynaklandığı anlamına geliyor ve sen onu başkasının boynuna asıyorsun. Bu sadece bir bahane.

İyi hissediyorsun, kötü hissediyorsun ve bu hisler kendi bilinçaltından, kendi geçmişinden kabarıp yükseliyor. Senden başka kimse sorumlu değil. Kimse seni kızdıramaz ve kimse seni mutlu edemez. Kendi kendini mutlu ediyorsun, kendi kendini kızdırıyorsun ve kendi kendini üzüyorsun. Bunu fark etmediğin sürece bir köle olarak kalacaksın.

“Başıma gelen ne olursa olsun, kesinkes ben sorumluyum. Koşulsuz olarak her ne olursa olsun kesinlikle ben sorumluyum.” Kişi bunu fark edince kendisinin efendisi haline gelir.

Başlangıçta bu senin canını sıkıp üzecek çünkü sorumluluğu başkasına atabilirsen, yanlış yapmadığın için kendini iyi hissedebilirsin. Karın saldırgan davranışlarda bulunuyorsa ne yapabilirsin? Kızmak zorundasın. Ama unutma, karın kendi ruhsal mekanizmaları nedeniyle saldırgan davranıyor. O sana karşı saldırgan değil. Sen orada olmasaydın çocuklara saldıracaktı. Çocuklar orada olmasaydı bulaşıklara saldıracaktı; onları yere çarpmış olacaktı. Radyoyu kırmış olacaktı. Bir şey yapması gerekiyordu; saldırganlık geliyordu. Gazete okurken bulunman ve sana karşı saldırması sadece bir rastlantıydı. Yanlış bir zamanda elinin altında bulunman sadece bir rastlantıydı.

Kızgınsın, karın saldırganlaştığı için değil; o sadece uygun durumu sana sağladı, hepsi bu. O sana kızman için bir olasılık, kızman için bir bahane vermiş olabilir ama kızgınlık kabarmaktaydı. Karın orada olmasaydı aynı şekilde kızmış olacaktın; başka bir şeye, bir fikre ama kızgınlık orada olmak zorundaydı. O senin kendi bilinçaltından gelmekte olan bir şeydi.

Herkes kendi varlığından ve davranışlarından sorumludur, tamamıyla sorumlu. Sorumlu olmaktan başlangıçta çok canın sıkılacak çünkü sen her zaman mutlu olmak istiyor olduğunu düşünmüştün; o halde nasıl olur da kendi mutsuzluğundan sorumlu olabilirsin? Her zaman mutluluktan uçmayı arzuluyorsun, nasıl olur da kendi kendine kızabiliyorsun? Ve bu yüzden sorumluluğu başkalarının üzerine atıyorsun.

Eğer sorumluluğu başkalarına atmaya devam edecek olursan şunu unutma ki bir köle olarak kalacaksın çünkü hiç kimse başka birisini değiştiremez. Başka birini nasıl değiştirebilirsin? Hiç, birisi başka birisini değiştirmiş midir? Dünyadaki en az yerine gelmiş dileklerden birisi, başka birisinin değişmesini istemektir. Bunu hiç kimse bugüne kadar yapamadı, bu imkânsızdır çünkü başka bir insan da kendinden menkul bir var oluş sürer; onu değiştiremezsin. Sorumluluğu başkalarının üzerine atmaya devam edersin ama diğerini değiştiremezsin. Ve sorumluluğu başkalarına attığın için de temel sorumluluğun sana ait olduğunu hiç göremezsin. Temel değişiklik kendi içinde gereklidir.


aysunbenli 27-01-2009 07:48 AM

hayırlı sabahlar diyerek başlamak istiyorum,yine uzun bir yazı olacak gibi,nedense son günlerde zombi gibi oldum uykum var gözlerimin altı çöktü uyuyamıyorum.uyusamda dengesiz hiç düzenim kalmadı umarım en yakın zamanda bu gelgitler biter,çetin ceviz olduğumu biliyordum direncimin bu kadarını beklemiyordum herneyse bu işime yarıyor burda okuyabildiğim kadar okuyorum hızlı okuyan biriydim okumam dahada hızlanmaya başladı birsürüde bilgi ediniyorum siz üstadlardan,şuanki yazacaklarımı çok dikkatli yazmak istiyorum imla hatalarından dolayı özür ne almancada nede türkçede hiç işim olmamıştır ben konuşmada etkiliyim idare ederseniz sevinirim bu konudada sizlerin yazılarını okudukça belki bu eksikliğimide düzeltirim,lütfen yanlış anlaşılma olmasın kendimi ifade edebildiğim kadar ifade etmek istiyorum.cehaletimi mazur görürseniz sevinirim,şimdiye kadar okuduklarımla ilgili bana tezatta gelse fikrimi yazmadım lazım olanı kabul ettiklerimi almaya özen gösteriyorum,kendimle meşguldüm hoş halada öleyim.ancak günlerdir okuyorum.bikaç yazımda truzimde çalıştığımı okumuşsunuzdur,benim asıl işim insan bedeni aldığım eğitim almanyada "krankengimnastik"türkçede karşılığını bilmiyorum.duyduğuma göre türkiyede de üni ye yeni alınmış bir meslek,onunda son sınıfına kadar okudum diplomayı almadan alm.dan döndüm ne mezunuyum bilen yok 10 yıla yakın animasyonda su jimnastiği,jimnastik aerobik v.s. görev yaptım ailemde çok fazla sporcu var sanırım ben su koyverdim son yıllarda,daha sora bana yabancı olmayan bir branjda devam ettim spa wellness termal tesislerde info,dolayısiyle çalışma arkadaşlarım reiki uzmanları,bio enerji v.s.bizde şifacı olarak bilinir,grupta mutlaka biri veya ikisi bulunuyor hatta uzak doğudan bile,lafı uzattığımı düşünmenizi istemiyorum hiçbir bilgisi olmayan biri olarak soru sormak"buda nerden çıktı"tanımı yaratabilir işimde oldukça iyiyim normal zamanlarımda inşallah dahada başarım devam edecek sizlerin sayesinde.işimde insan psikolojisi,rahatsızlıkları masajlar ve etkileri hakkında bilgi önemli.araştırmak zorundayım ki doğru masaj veya tedaviye yönlendirebileyim çokmu biliyorum tabiki yeterli değil bilemediğim zaman kandırmamaya özen göstererek kıvırma becerimi kullanıyorum veya doktora gitmesini söylüyorum bilgim dahilinde,ben dindar biri değilim hatta yarı aleviyim,aleviliğin felsevi yönünü çok seviyorum bana çok şeyler kattığına inanıyorum ama manen dinimi kendime göre uyarlayan inançlı biriyim lazım olanı at gereksizleride yanlış tercüme edilmiş de uyarla.herşeyi kötüleştiren insanların kendisi dinlerin bir suçu yok bence,herkesin inancınada saygılıyım her dinden görüşten arkadaşlıklarım oluyor çokda iyi anlaşıyorum,asla din veya politika tartışması bu siteyi tanımadan öncede kuralımdı.benim kafam karıştı
ben bunca bilgiyi kendi inancıma nasıl adapte edicem.bana göre ki araştırmalarımda onu doğrular nitelikte,reiki yoga v.b. uzak doğu dini bu fikrime katılmıycak kişileri tahmin edebiliyorum:) lütfen samimiyetime inanın ve biz burada bu dinlerin felsefi yönünü öğrenmeye çalışıyoruz buda güzel,neden bazen karma sentezler üzerinde durulup tüm inancı olanların kullanabileceği ve uygulayabileceği meditasyonlar yazılmıyor ben şaştım,ölemi meditasyon bölemi yapcam,osho mesela adam ateist tanrılığa soyunmuş biri gibi bişeyler almaya çalışayım dedim,nasıl alayım adamın doğa kanununamı kendinemi inandığı belli değil, bu düşüncesi biraz irrite etti kusura bakmayın,belki beni cahil olarak görebilirsiniz bu siteye birsürü ziyaret olabilecekken biçok kişi belkide bu tip yazılar dan ürküp kaçıyordur herkes bizler gibi düşünmek zorunda değil veya bunca üstadların yazılarının yanına bi not eklense hiç fena olmaz,veya arada bizim aydınlarımızdan,sadece bikaç ufak kesit okudum şimdiye kadar mevlanadan,yunus emreler şimdi diyeceksinizki çok biliyorsan kendin bul,haklısınız ama bu konuda henüz sizin kadar becerim yok,bu yazı belkide tepki toplıycak umarım olmaz tabiki osho veya diğerleri okunması taraftarıyım çok güzel mesajları var,yazıyı daha fazla uzatmamak adına sadece belirtmek istedğim son bikaç bişey var yoksa çok uzayabilir ben verebileceğiniz cevaplarıda tahmin etmeye çalışarak bu yazıyı yazdım inanın hepsini düşünmeye çalıştım,ben bu siteden kopmak istemiyorum,burda okuduğum herşeyin gerekli kısmını alabilecek becerim var sentez oluşturamasamda klendime bir yol belirleyebilirim bunu yapmaya bile fırsatı olmayabilenler adına üzüldüm aydınlanmaktan farkındalıktan gerçek içsel sevgiden,kendini etrafındakileri iyileştirmekten çoğul düşünceden bahsediyoruz ihtiyacı olanlar belkide muaf kalacak,lütfen rica ediyorum sizden,amacım kimseyi yargılamak değil haddimede değil, atakan bey umarım beni siteden atmazsınız rahatsız edici bulursanız silmeniz beni kırmaz belki size bir fikir verir.herkese teşekkürler,sevgiyle kalın

Pamukk 15-02-2009 03:27 PM

SEVGi :Aşkın En yüksek Hali

Sevgi sadece anlayış ve farkındalıkla mümkündür.

Sadece diğer kişiyi anlayıp ona saygı duymakla kalmayıp,varlığının ta en derindeki özüne varmışsındır.

Kendi en derin özünü görerek,diğerindeki en derin özü de görmeye muktedir hale gelmişsindir.

Artık diğeri bir beden yahut bir zihin olarak var olmaz;diğeri bir ruh olarak da var olur.

Ve ruhlar ayrı değildir;
iki ruh buluştuğunda bir olurlar.

Sevgi aşkın en yüksek halidir.

OSHO-Sevgi

http://img364.imageshack.us/img364/1...ume1121zg7.gif

Pamukk 15-02-2009 03:43 PM

SEVGİ ; İhtişamlı Yalanlar

(1)

Sevgi bilincin nihai çiçeklenmesidir. O tüm karanlıktan özgürleşmiş tutkudur, o tüm esaretten özgürleşmiş tutkudur, o tüm zehirlerden arınmış tutkudur. Tutku sevgiye dönüşür. Tutku tohumdur, sevgi onun çiçeğidir. Ancak, sevgi merhamet değildir, merhamet sevgi değildir.

Merhamet, ego tarafından yönlendirilen bir tavırdır, o egoyu güçlendirir. Birisine merhamet gösterdiğinde, sen kendini üstte hissedersin. Birisine merhamet gösterdiğinde onun ardında derin bir hakaret vardır; sen diğerini aşağılıyorsun ve onun aşağılanması ile mutlu hissediyorsun. Bu nedenle merhamet asla affedilmez. Her kime merhamet göstermiş olursan ol, o kişi sana bir şekilde bir yerlerde öfkeli kalacaktır ve senden intikam alması kaçınılmazdır. Bunun nedeni merhametin sadece yüzeyde sevgi olarak görünmesidir. Fakat derinde onun sevgi ile hiçbir alakası yoktur. Onun başka, saklı kalmış dürtüleri vardır.

Sevginin motivasyonu yoktur; o herhangi bir dürtüye sahip değildir. Başkası ihtiyaç duyduğundan değil basitçe sende olduğundan sen verirsin. Sevgide diğeri bir etken değildir. Sende çok fazlası olduğu için taşmaya devam edersin. Sevgi kendiliğindendir, doğaldır, nefes gibidir. Merhamet, oluşturulan bir tavırdır. Merhamet bir tür kandırmacadır; o hesaptır, o aritmetiktir. En önemli deyişlerden birini duymuş olmalısın “Başkalarına sana davranılmasını istediğin gibi davran.” Bu hesaplanmış bir tavırdır, sevgi değildir. “Başkalarına sana davranılmasını istediğin gibi davran.” Bunu yapıyorsun çünkü sadece karşılığında tam olarak aynısını istiyorsun. Bu bencilliktir, bu kendini merkeze koymaktır, bu egoistliktir. Diğerine hizmet etmiyorsun, diğerini sevmiyorsun; dolaylı bir şekilde kendine hizmet ediyorsun. Diğerini kullanıyorsun. O hafifletilmiş egoistliktir. Ama egoistliktir. Çok zekice bir egoistliktir. Sevgi hesaplanmamış bir çiçek açmadır, akıştır. Sen basitçe vermeye devam edersin çünkü başka bir yolu yoktur.

Bu nedenle unutma, birincisi: Sevgi bir anlamda merhamet değildir; senin merhamet sözcüğünü kullandığın anlamda o merhamet değildir. Diğer bir anlamda sevgi gerçek olan yegâne merhamettir. Sen birisine “merhametli” olmuyorsun, sen diğerinden daha büyük değilsin, sen basitçe bütünden aldığın enerjiyi serbest bırakıyorsun. O bütünden gelir. Ve bütüne geri döner; sen yolun üzerinde bir engel gibi durmuyorsun, hepsi bu.

İskender Hindistan’da seyahat ederken büyük mistik Diyojen’i görmeye gitmişti. Diyojen derenin kıyısında yatıp güneşleniyordu. İskender, her zaman için bu adamı, Diyojen’i görme arzusu hissediyordu çünkü bu adamın hiçbir şeye sahip olmadığını ama yine de bu adamdan daha zengin hiç kimsenin olmadığını duymuştu. Onun içinde bir şey vardı, o ışıklar saçan bir varlıktı. İnsanlar, “O bir dilenci ama gerçekte o bir imparator” diyorlardı. Bu yüzden İskender meraklanmıştı. Seyahat ederken Diyojen’in yakınlarda olduğunu duymuştu. Bunun üzerine onu görmeye gitti.

Sabahın erken saatinde güneş doğuyordu. Diyojen kumun üzerinde çıplak yatıyordu... İskender, “Seni gördüğüme memnun oldum. Duyduğum her şey doğruymuş gibi gözüküyor. Bu kadar mutlu bir insan hiç görmemiştim. Sizin için bir şey yapabilir miyim efendim?” dedi. Ve Diyojen, “Sadece kenara geç, güneşimi engelliyorsun. Ve asla güneşi engellememeyi unutma. Sen tehlikelisin, güneşin benim insanlarıma ulaşmasını engelleyebilirsin. Sadece kenarda dur.” dedi.

Sevgi senin başkalarına verdiğin bir şey değildir; o sadece güneşi engellememektir.

Bunun özünü anlamaya çalış: O sadece tanrısallığı engellememektir. O ilahî olanın aracı haline gelmektir, o sadece ilahî olanın senin aracılığınla akmasına izin vermektir. Sen boş bir bambu olursun ve ilahî olan senin içinden geçer. Sadece içi boş bir bambu bir flüt haline gelebilir çünkü sadece içi boş bir bambu bir şarkının kendi içinden akıp gitmesine izin verebilir.

Sevgi senden gelmez, sevgi varoluştan, ilahî olandan gelir. Merhamet senden gelir; anlaşılması gereken ilk şey budur. Merhamet senin yaptığın bir şeydir, sevgi varoluşun yaptığı bir şeydir. Sen basitçe onu engellemezsin, sen onun yolunda durmazsın. Sen güneşin inmesine, nüfuz etmesine nereye gitmek isterse gitmesine izin verirsin.

Merhamet egoyu güçlendirir ve sevgi sadece ego tamamen kaybolduğunda mümkündür. Bu nedenle sözlüklerin seni yanıltmasın çünkü sözlüklerde sevgi ve merhametin eşanlamlı olduğunu bulacaksın. Varoluşun gerçek sözlüğünde bu böyle değildir.

Sevgi bu hiç bitmeyen şarkının senin aracılığınla akmasına, senin aracılığınla kalbinin atmasına; bu tanrısallıkla işbirliğine, onunla el ele dolaşmaya izin vermendir. Bunun seninle hiçbir alakası yoktur, onun olması için senin kaybolman gerekir. Sevginin olması için senin tamamen yok olman gerekir; o sadece senin yokluğunda akabilir.

Üretilmiş merhamet seni son derece egoist yapar. Bunu görebilirsin: Merhametli insanlar son derece egoisttir, zalim insanlardan daha egoist. Bu garip bir şeydir: Zalim kimse en azından birazcık suçlu hisseder ama sözde merhametli kişi mükemmel bir şekilde iyi hisseder, her zaman senden daha kutsal her zaman başkalarından daha iyi. O yaptığı her şeyde son derece bencildir; her merhametli olma eylemi ona daha çok enerji verir ve egosunu güçlendirir. O her gün giderek daha çok büyüyor ve büyüyor. Tüm yolculuk egoya aittir.

İlk olarak anlaşılması gereken şey sevginin sözde merhamet olmadığıdır. O merhametin özüne ait kısmına; yumuşak olmaya, sempati duymaya kendini karşındakinin yerine koymaya, sert olmamaya, yaratıcı olmaya, yardımcı olmaya sahiptir. Ancak, senin tarafından bir eylem olarak hiçbir şey yapılmaz; her şey senin içinden akar. O varoluştandır ve sen varoluşa seni bir araç olarak seçtiği için şükran duyarsın ve mutlu olursun. Sen geçirgen hale gelirsin ve merhamet senin içinden geçer. Sen şeffaf bir cam olursun ve güneş senin içinden geçer. Sen onu engellemezsin. O içinde hiç ego olmayan saf merhamettir.

İkinci olarak sevgi senin sözde aşkın da değildir. Onda aşkın özündeki nitelik vardır ama senin aşk olarak bildiğin şey değildir. Senin aşkın sadece aşk kılığında gösteri yapan tutkudur. Senin aşkının aşkla hiçbir alakası yoktur; o diğerini bir anlamda, güzel isimlerle, ihtişamlı bir sloganla sömürmektir.

Seni seviyorum demeye devam eder durursun ama gerçekten birisini hiç sevdin mi? Sen basitçe başkalarını kullanmışsındır; sevmemişsindir. Başkasını kullanmak nasıl sevgi olur? Aslında, diğerini kullanmak dünyadaki olabilecek en zararlı eylemdir çünkü birisini bir araç olarak kullanmak suçtur.

Immanuel Kant, kendi ahlakını tanımlarken, birisini bir araç olarak kullanmanın ahlaksızlık olduğunu, en temel ahlaksızlık olduğunu söyler. Asla birisini bir araç olarak kullanma çünkü herkes kendi içinde bir amaçtır. Diğerine kendi içinde bir amaç olarak saygı duy. Birisine kendi içinde bir amaç olarak saygı duyduğunda, seversin.

İnsanlar nefret tarafından mahvolmazlar, insanlar sözde sevgileri tarafından mahvedilirler. Ve onlar ona sevgi dediklerinden ona dikkatli bir şekilde bakmazlar. Ona sevgi dedikleri için onun iyi ve güzel olduğunu zannederler. Öyle değildir. İnsanlık bu sözde sevgi hastalığı yüzünden ıstırap içindedir; şayet derinlemesine onun içine bakacak olursan sadece şehveti göreceksin. Şehvet sevgi değildir. Şehvet almak ister, sevgi vermek ister. Şehvetin tüm istediği şudur: “Alabildiğin kadar çoğunu al ve mümkün olduğunca azını ver. Az ver, daha çok al. Eğer verirsen, onu sadece bir yem olarak ver.” Şehvet kesinlikle bir pazarlıktır. Evet, bir şey vermen gerekir çünkü almak istiyorsun ama fikir daha az verip daha çoğunu almaktır. İşadamı zihni budur. Şayet vermeden alabiliyorsan iyidir! Şayet vermeden alamıyorsan, birazcık ver; çok veriyormuş gibi yap ve diğerinden bütününü kopart.

Şehvet sömürüdür. Sevgi sömürü değildir. Bu yüzden sevgi sıradan anlamıyla aşk değildir ve aynı zamanda gerçek anlamıyla aşktır. Sevgi sadece verir, o geri almakla ilgili hiçbir fikre sahip değildir. Geri almaz demek değildir bu, hayır; bunu bir saniyeliğine bile düşünme. Geriye hiçbir şey elde etme düşüncesi olmadan verdiğinde, bin katını geri alırsın. Ancak, bu başka bir şeydir; bunun seninle hiçbir ilişkisi yoktur. Ve sen çok fazla elde etmek istediğinde, aslında kandırılmışsındır; hiçbir şey elde edemezsin. Sonunda sen sadece hayal kırıklığına uğrarsın.

Her aşk ilişkisi hayal kırıklığıyla biter. Her aşk ilişkisinin sonunda seni bir üzüntü, depresyon çukurunun içinde, kandırılmışlık duygusuyla bıraktığını hiç gözlemlemedin mi? Sevgi hayal kırıklığı nedir bilmez çünkü sevgi bir hayal ile başlamaz. Sevgi asla karşılığında bir şey istemez, buna gerek yoktur. Çünkü sevecen insan her şeyden önce, “Verdiğim şey benim kendi enerjim değil, o varoluşun kendisinin enerjisidir. Ben kimim ki onun karşılığında bir şey isteyeyim? Bir teşekkür istemek bile anlamsız,” diye hisseder.

Sevgi vermeye devam eder ama verme duygusu nedir bilmez, “ben bir vericiyim” duygusu nedir bilmez. Ve o zaman varoluş bin bir şekilde yanıt vermeye devam eder. Sen birazcık sevgi ver ve her yerden sevgi akmaya başlar. Sevgi dolu bir insan hiçbir şeyi koparmaya çalışmaz, o açgözlü değildir. O karşılığını beklemez, o vermeye devam eder. O almaya da devam eder ama aklındaki bu değildir.

O halde ikinci şey şudur: Sevgi sözde aşk değildir ama yine de o gerçek aşktır.

Üçüncüsü şudur: Sevgi entelekt değil zekâdır. Zekâ tüm biçimlerden, tüm mantık biçimlerinden özgürleştiğinde, zekâ tüm tartışmalardan özgürleştiğinde, zekâ sözde rasyonellikten özgürleştiğinde — çünkü rasyonellik sınırlanmaktır — zekâ özgürlük olduğunda, o sevgidir. Sevgi dolu bir insan muazzam düzeyde zekidir ama o bir entelektüel değildir. O doğrudan ve dolaysız görebilir, onun keskin bir görüşü vardır, onun görmek için gerçek gözleri vardır, onun için hiçbir şey gizli değildir ama bu bir tahmin değildir. Bu mantık aracılığıyla değildir, zorlama yoluyla değildir, o net görüş aracılığıyla olur.

Aklından çıkarma: Sevgi dolu bir insan aptal değildir ama o entelektüel de değildir. O muazzam bir zekâdır, o zekânın bedenlenmiş halinin ta kendisidir. O saf ışıltıdır. O bilir; ama o düşünmez. Bildiğin zaman düşünmenin ne gereği vardır. Sen sadece onun yerine geçsin diye düşünürsün. Bilmediğin için düşünürsün. Bilemediğin için düşünürsün. Düşünmek bir ikâme etme işlemidir. Ve o zayıf bir ikâmedir, unutma. Bilebiliyorken, görebiliyorken düşünmek kimin umurundadır?

Sevgi dolu insan bilir; entelektüel düşünür. Entelektüel bir düşünendir. Ve sevgi dolu insan bir düşünmeyen, entelektüel olmayandır. Zekâsı vardır, muazzam zekâsı vardır ama onun zekâsı entelekt kalıbı aracılığıyla çalışmaz. Onun zekâsı sezgi ile çalışır.

Ve dördüncüsü: Sevgi hissetmek değildir çünkü hissetmekte sevgi ile alakalı olmayan pek çok şey vardır. Hissetmek duygusallıktır, hassaslıktır; bunlar sevginin içinde var olmazlar. Sevgi dolu insan hisseder ama hiçbir duygu olmaksızın. O hisseder fakat duygusallık yoktur. O her ne gerekiyorsa yapacaktır. Ama yine de onun tarafından dokunulmadan kalır. Bu çok derinden anlaşılması gereken bir şeydir.
OSHO-Sevgi

http://img.blogcu.com/uploads/sinemc...ound_cicek.gif

Pamukk 15-02-2009 03:54 PM

(2)

Birisi acı çekiyor; duygusal insan ağlamaya başlayacaktır. Ağlamanın bir faydası olmayacak. Birisinin evi yanıyor; duygusal insan bağıracak ve ağlayacak ve göğsünü yumruklayacaktır. Bunun bir yararı olmaz. Sevgi dolu insan harekete geçecektir. Ağlamayacaktır, bu anlamsızdır. Gözyaşlarının bir yararı olmaz. Gözyaşları ateşi söndüremez, gözyaşları acı için ilaç olamaz, gözyaşları adamı boğulmaktan kurtaramaz. Bir adam boğuluyor ve sen kıyıda durmuş ağlayıp zırlıyorsun ve ağlamak ve zırlamak gerçekten zordur. Sen duygusal bir adamsın, kesinlikle. Ama sevgi dolu bir adam değilsin. Sevgi dolu bir insan hemen eyleme geçer. Onun eylemi anındadır; o tek bir an bile tereddüt etmez. Onun eylemi anındadır; onun görüş alanında herhangi bir şey ortaya çıktığı an o bunu hemen eyleme döker. Tam olarak o, bunu eyleme dökmez; o eyleme dönüşür. Onun anlayışı ve onun eylemi aynı olgunun iki yüzüdür, onlar iki ayrı şey değildir. Onun bir tarafına anlayış denir, diğer tarafına eylem denir.

Bu yüzden ben dindar insan doğası gereği dahildir, adanmıştır; hayata kendini adamıştır diyorum. O ağlayıp gözyaşı dökmeyecektir. Duygusal insan bazen sevgi dolu bir insanmış gibi gelebilir. Bu seni yanıltmasın; duygusal insanın bir faydası yoktur. Aslında o daha çok karmaşa yaratacaktır. Onun hiçbir yararı olmayacaktır, o daha çok kafa karışıklığı yaratacaktır. Bir faydası olmaktansa o bir şeyleri engelleyecektir.

Sevgi dolu insan keskindir. Gözyaşları olmadan, duygular olmadan, o basitçe eyleme geçer. O soğuk değildir ama sıcak da değildir. O basitçe ılıktır ve serindir. Sevgi dolu insanın paradoksu budur. O sevecen olduğu için ılıktır ve aynı zamanda serinliğini de korur. Onun serinliği asla kaybolmaz; her ne olursa olsun o serin kalır ve bu serinliğin içerisinden eyleme geçer. Ve o serin kaldığı için yardımcı olur.

Bu dört şey anlaşılmalıdır, o zaman senin sevginin ne olduğuyla ilgili dört boyutlu bir görüşün olur. Bu sevgi nasıl ortaya çıkar? Çünkü o oluşturulamaz. Eğer oluşturursan o merhamete dönüşür. Bu sevgi nasıl hayata getirilebilir? Şu ana kadar yaptığın gibi severek daha çok ve daha çok sevmeye devam edemezsin. Aynı yönde hareket etmeye devam edersen sevgiye erişemeyeceksin. Senin sevgin doğru yönde hareket etmiyor. O zaman nicelik daha çok olacaktır ama niteliğin aynı kalacaktır. Sen aynı yönde gitmeye devam edeceksin.

Senin yönün temelden yanlıştır. Sen sevmedin. Bir kez bu senin kalbinin derinliklerine inerse, “Henüz sevmedim” ... evet, “henüz sevmedim” diye hissetmek berbattır, bu çok zordur. Başkalarının sevmemiş olduğuna inanabiliriz — zaten bu inandığımız şeydir — “Kimse beni sevmedi, bunda bir sorun yok, insanlar katıdır,” ama senin de sevmemiş olduğunu görmek egonu paramparça eder.

Bu yüzden insanlar henüz sevmemiş oldukları basit gerçeğini görmek istemezler. Ve onlar görmek istemediklerinden görmezler. Ve onlar görmediği için de asla dönüşemeyecekler. Onlar aynı izi takip edeceklerdir; onlar aynı mekanik şeyi yeniden ve yeniden tekrar edeceklerdir. Ve yeniden ve yeniden onlar hayal kırkılığı yaşayacaklardır.

Peki sevgiyi nasıl içeri almalı? Eğer o sadece senin aşkın olsaydı, aynı yönde koşturmaya devam edebilirdin. Daha hızlı, daha büyük bir hızla ve miktarda koşmak yapılacak doğru şey olurdu. Fakat sen doğru yönde ilerlemiyorsun, bu nedenle eğer daha hızlı gidersen, ondan daha büyük bir hızla uzaklaşıyor olacaksın, ona doğru değil. Hızın bir faydası olmayacaktır çünkü her şeyden önce sen yanlış yönde hareket ediyorsun: O şehvet ve arzunun yönüdür. O zaman sevgiyi nasıl getirmeli? Ve ben onun hisler de olmadığını söylüyorum; aksi taktirde ağlayıp kalbini boşaltabilirsin, kendini paralayabilirsin, etrafta çekilen binlerce acı için binlerce kez gözyaşı dökebilirsin, son derece duygusallaşabilirsin.

Leo Tolstoy anılarında annesini hatırlar. Onun son derece merhametli, son derece merhametli bir insan olduğunu söyler; benim tanımladığım anlamda merhametli, sevgi dolu değil. O çok merhametliydi, o kadar merhametliydi ki tiyatroda sürekli ağlardı. Onlar zengin insanlardı, kraliyete mensuptular. Bir hizmetkâr tiyatroya gittiklerinde Leo Tolstoy’un annesinin yakınında çok sayıda mendille birlikte dururdu çünkü onlara sık sık ihtiyaç duyardı. O her zaman ağlıyordu. Ve Tolstoy ise “Ancak, aşırı derecede soğuk olan Rusya’da kışın, sıfırın altında, kar yağarken o tiyatroya girerken arabasının şoförünü yağan karın altında donarak, hatta hasta düşerek arabanın dışında otururken görmek beni şaşırtıyordu. Asla soğukta bekleyip öylece ıstırap çeken bu adamı düşünmezdi. Fakat tiyatroda görmüş olduğu bir şey için ağlayıp durmaya devam ederdi” diyor.

Hassas insanlar, duygusal insanlar; ağlamak bedavadır, hissetmek bedavadır. Sevmenin bedeli ağırdır. Sevgi dolu olmak tüm hayatına mal olur. Sevgi dolu insan son derece gerçekçidir. Duygusal insan basitçe hayallerin, belirsiz duyguların, fantezilerin içinde yaşar. Bu yüzden o duygularla da getirilemez. O zaman onu nasıl getirmeli?

http://th03.deviantart.com/fs11/300W...jump_4_joy.jpg

Pamukk 15-02-2009 04:05 PM

(3)

Onu getirmenin yegâne yolu meditasyondur. O meditasyon aracılığıyla elde edilir. O halde meditasyonun ne olduğunu anlamamız gerekir.

Deli zihin durmaz; eğer durursa meditasyondur. Meditasyon düşüncelerin olmadığı bir farkındalık halidir. Meditasyon duygusal olmayan, hassas olmayan, düşüncenin olmadığı farkındalıktır; sen basitçe farkında olduğun zamandır, sen bir farkındalığın doruğu olduğundadır, sen basitçe uyanık, tetikte, dikkatli olduğundadır, sen sadece saf farkındalık olduğundadır.

Nasıl bunun içine girilebilir?

İzle. Zihninin ekranından bir düşünce geçer; zihninin radar ekranında düşünce bir bulut gibi geçer. Önce o belirsizdir — o geliyor, o geliyor — sonra birden ekrandadır. Sonra o hareket eder, sonra da ekranın dışına çıkmıştır, o yine belirsizleşir ve kaybolur... Diğer bir düşünce gelir. Bu iki düşünce arasında bir boşluk vardır; bir anlığına yahut tek bir saniyede ekranda herhangi bir düşünce yoktur.

Saf düşüncesizlik haline; anti-düşünceye, anti-söze, zihin çalkalanmadan öncesine hua t’ou denir. Biz içimizde uyanık olmadığımızdan sürekli olarak onu ıskalarız; oysa meditasyon her an gerçekleşmektedir. Sadece onun gerçekleşmekte olduğunu görmen gerekir, sadece her zaman beraberinde taşıdığın hazinenin ne olduğunun farkına varman gerekir. Meditasyonun sana bir yerden getirilmesine gerek yoktur. Meditasyon mevcuttur, tohum mevcuttur. Sadece onu tanıman, onu beslemen, ona dikkat etmen gerekir ve o gelişmeye başlar.

İki düşünce arasındaki aralık hua t’ou’dur. Ve meditasyona girişin kapısı budur. Hua t’ou; terim birebir olarak çevrildiğinde “söz başı” demektir. “Söz” söylenen sözdür ve “baş” ise sözden öncesi demektir. Hua t’ou bir düşünce ortaya çıkmadan öncesidir. Bir sözcük ortaya çıkar çıkmaz o bir hua wei’ye dönüşür. Hua wei’nin birebir çevirisi “söz kuyruğu” demektir. Ve sonra, düşünce gittikten sonra ya da söz gittikten sonra o yeniden hua t’ou’dur. Meditasyon işte bu hua t’ou’nun içine bakmaktır.

“Kişi düşüncelerin ortaya çıkmasından değil, sadece, onların farkında olmaktan geri kalmaktan korkmalıdır.” Kişi sadece tek bir şeyden korkmalıdır: Onların farkında olmamaktan, farkındalığın gecikmesinden.

Bir düşünce ortaya çıktığında eğer düşünce ile birlikte farkındalık da oradaysa; eğer onun ortaya çıktığını görebiliyorsan, onun geldiğini görebiliyorsan, eğer onun mevcut olduğunu görebiliyorsan, eğer onun gitmekte olduğunu görebiliyorsan o zaman hiçbir problem yoktur. Bu görmenin kendisi yavaş yavaş senin kalen haline gelir. Bu farkındalık sana pek çok meyve sunar. Düşünce olmadığın zamanı önce görebilmelisin. Düşünce senden ayrıdır, onunla özdeş değilsin. Sen bilinçsin ve o sendeki içeriktir. O gelir ve gider; o konuktur sen ise ev sahibi. Meditasyonun ilk tecrübesi budur.

Zen, “yabancı toz”dan bahseder; örneğin bir gezgin bir otelde geceyi geçirmek için durur ve yemeğini yer. Sonra çantasını toplar ve yolculuğuna devam eder çünkü onun kalmak için daha fazla zamanı yoktur. Diğer taraftan otelin sahibinin gidecek bir yeri yoktur. Kalmayan kişi konuktur ve kalan kişi ise ev sahibi. O halde bir şey kalmıyorsa “yabancıdır” ya da güneşli bir günde güneş doğduğunda ve gün ışığı pencereden evin içine girdiğinde güneş ışınlarının içinde tozun hareket ettiği görülür. Ancak, boş alan hareketsizdir. Hareketsiz olan boşluktur ve hareket eden tozdur. “Yabancı toz” yanlış düşünmektir ve boşluk ise senin doğanın özüdür. Ev sahibi konuğun gelip gitmesini takip etmez.

Bu çok büyük bir kavrayıştır. Bilinç içerik değildir. Sen bilinçsin: Düşünceler gelir ve gider, sen ev sahibisin. Düşünceler konuklardır; onlar gelirler ve bir süre kalırlar, biraz dinlenirler, biraz yemek yerler ya da geceyi geçirirler ve sonra gitmiş olurlar. Sen her zaman oradasın. Sen her zaman aynısın, sen asla değişmezsin; sen sonsuza dek oradasın. Sen sonsuzluğun kendisisin.

Bunu izle bazen hastasın, bazen sağlıklısın, bazen depresyondasın, bazen mutlusun. Bir zamanlar çok küçüktün, bir çocuktun. Sonra bir genç oldun ve sonra yaşlı oldun. Bir zamanlar güçlüydün; güçsüz olduğun bir gün gelir. Tüm bu şeyler gelir ve gider ama senin bilincin aynıdır. Bu yüzden içine bakarsan ne kadar yaşlı olduğunu tahmin edemezsin. Çünkü bir yaş yoktur. İçeri gidersen ve orada kaç yaşında olduğunu bulmaya çalışırsan, yaş yoktur çünkü orada zaman yoktur. Sen bir çocuk olduğun ya da bir genç olduğun zamanla tam olarak aynısın. Sen içinde mutlak bir şekilde aynısın. Yaş için takvime, günlüklere, nüfuz kağıdına bakmak zorundasın; dışarıdaki bir şeylere bakmak zorundasın. İçerde herhangi bir yaş ya da yaşlanma bulamayacaksın. İçerde zamansızlık vardır. Sen aynı kalırsın; depresyon adında bir bulut olsa da mutluluk adında bir bulut olsa da sen aynı kalırsın.

Bazen gökyüzünde siyah bulutlar olur; gökyüzü bu siyah bulutlar yüzünden değişmez. Ve bazen beyaz bulutlar da olur ve gökyüzü bu beyaz bulutlar yüzünden de değişmez. Bulutlar gelir ve gider ve gökyüzü aynı kalır. Bulutlar gelir ve gider ve gökyüzü baki kalır.

Sen gökyüzüsün ve düşünceler de bulutlardır. Eğer düşüncelerini titizlikle izlersen, eğer onları kaçırmazsan, eğer onlara doğrudan bakarsan ilk şey bunu anlamak olacaktır ve bu çok büyük bir anlayıştır. Bu senin aydınlanmanın başlangıcıdır. Artık sen uykuda değilsin, artık gelip giden bulutlarla özdeş değilsin. Artık sonsuza dek baki kalacağını biliyorsun. Tüm kaygı yok olur. Hiçbir şey seni değiştiremez, hiçbir şey asla seni değiştirmeyecek; o halde kaygılanmanın, mutsuzluğun anlamı ne? Derinliğinin diplerinde tek bir dalga dahi asla oluşmaz. Ve sen oradasın ve sen busun. Sen bu varlıksın. Zen insanları ona ev sahibi olma hali der.

Normalde sen konuk ile aşırı şekilde özdeşleşmişsindir. Istırabının sebebi budur. Bir konuk gelir, çok bağlanırsın. Ve konuk toplanıp ayrıldığında o zaman sen ağlayıp gözyaşı dökersin ve etrafta koşuşturursun. Ve onunla birlikte gidersin, en azından o ayrılırken görmek için ona güle güle demek için. Sonra ağlayarak ve ağlayarak geri dönersin; bir konuk terk etmiştir ve sen çok mutsuz hissediyorsun. Sonra başka bir konuk gelir ve sen yine konuğun içine düşersin, yeniden konukla özdeşleşirsin ve o yine gidiyor...

Konuklar gelir ve gider, onlar kalmaz! Onlar kalamaz, onların kalmaması gerekir, onların işi kalmamaktır.

Hiç herhangi bir düşünceyi izledin mi? O asla kalmaz, kalamaz. Onu tutmaya çalışsan da o kalamaz. Dene. İnsanlar bazen bunu denerler; tek bir sözcüğü zihinde tutmaya çalışırlar. Örneğin tek bir sesi, aum sesini zihinde tutmaya çalışırlar. Birkaç saniye hatırlarlar ve ondan sonra kayıp gitmiştir. Yine onlar işlerini, karısını, çocukları düşünüyor... Ansızın farkına varırlar; bu aum nerededir? O zihinden kayıp gitmiştir.

Konuklar konukturlar; onlar sonsuza dek kalmak için gelmemişlerdir. Bir kez senin başına gelen her şeyin senden uzaklaşacağını gördüğünde o zaman niye endişelenesin? İzle: Bırak gelsinler, bırak toplansınlar, bırak ayrılsınlar. Sen kal. Şayet her zaman baki kalacağını hissedebilirsen huzurun ortaya çıkacağını görebiliyor musun? Sessizlik budur. Bu endişesiz bir haldir. Bu ıstırapsızlıktır. Özdeşleşme kaybolduğu anda, ıstırap da yok olur. Özdeşleşme, hepsi bu. Ve şayet bu sonsuz zamansızlığın içerisinde yaşayan birisini izleyebilirsen, onun etrafında bir zarafet, bir serinlik, bir güzellik hissedeceksin.


OSHO-Sevgi


http://th00.deviantart.com/fs25/300W..._grandma_S.jpg

TR-ance 17-02-2009 06:47 PM



Özgün bir asi olan Lao Tzu — Gautam Buda ve Mahavira’dan çok daha özgündür,- çünkü o bu dünyada kalmış ve bu dünyada savaşmıştı — kendi ışığına göre,- mücadele ederek, kaçmadan yaşamıştı.

O kadar bilge bir hâle gelmişti ki imparator onu başbakan yapmak istedi. O bunu basitçe reddetti. Şöyle dedi, “Bu bir işe yaramaz, çünkü herhangi bir konuda aynı sonuçlara varmamızın olanağı yok. Siz, size atalarınız tarafından verilmiş ideallere göre yaşıyorsunuz; ben kendi bilincime göre yaşıyorum.” Ama imparator ısrar ediyordu; herhangi bir sorun göremiyordu.

Daha ilk gün huzuruna bir hırsız getirildi; adam başkentteki en zengin adamdan para çalarken suçüstü yakalanmıştı, çalıyor olduğunu da itiraf etti. Lao Tzu hem hırsızı hem de zengin adamı altı ay hapse mahkûm etti. Zengin adam, “Ne? Ben soyuldum, ben bir kurbanım, beni nasıl cezalandırırsın? Deli misin nesin? Tarihte parası çalındığı için cezalan- dırılmış kimse yok,” diye bağırdı.

Lao Tzu, “Aslında sana hırsıza verildiğinden daha uzun bir hapis cezası verilmeli bence, sana fazlasıyla merhamet gösteriyorum; çünkü sen şehirdeki tüm parayı kendine toplamışsın. Para gökten mi yağıyor zannediyorsun? Kim bu insanların para çalmak zorunda kalacak kadar fakir olmalarına neden oldu? Bundan sen sorumlusun,” diye yanıt verdi.

“Ve her hırsızlık olayında benim vereceğim karar da bu olacak; her iki insan da hapse girecek. Senin suçun çok daha büyük, onunki hiçbir şey değil. O fakir ve bundan sen sorumlusun. Ve eğer o senin hazinelerinden bir parça para çalıyorsa bu çok da büyük bir suç değil. O para senin paralarını aldığın çok sayıda fakir insana ait. Çok fazla sayıda insan giderek daha fakir bir hâle gelirken sen giderek daha zenginleştin.”

Zengin adam şöyle düşündü, “Bu adam çıldırmış, kesinlikle çıldırmış.” Ve “İmparatoru bir kere olsun görebilmek istiyorum,” dedi. O kadar zengindi ki imparator bile eskiden ondan borç para alıyordu. İmparatora olan biteni anlattı. Ona şöyle dedi, “Eğer bu adamı mahiyetinizden çıkarmazsanız siz de benim gibi hapishaneye atılacaksınız; siz bu hazineleri nereden buldunuz? Eğer ben suçluysam siz benden çok daha büyük bir suçlusunuz.”

İmparator bu durumun mantığını anlamıştı. Lao Tzu’ya, “Belki de bizim aynı sonuçlara varmamızın zor olduğu konusunda haklıydın. Seni görevlerinden alıyorum,” dedi.


Başkaldırmak — Yaşamsal Bir Nitelik


TR-ance 18-02-2009 04:23 PM


Sevgi, doğal bir benlik durumudur.

Ne kolay, ne de zordur. Bu sözcükler ona uygulanamaz. Bir çaba olmadığı için, ne kolay olabilir ne de zor. Nefes almak gibi bir şey. Kalbin atması, kanın vücudunda dolaşması gibi bir şey.

Sevgi senin varlığındır. Ama bu, sevgi neredeyse imkânsız olmuştur. Toplum buna izin vermez. Toplum seni öyle bir şartlar ki, sevgi imkânsız olur ve ancak nefret mümkün olan tek şey olarak ortaya çıkar. O zaman nefret kolaydır; sevgi ise sadece zor değil, imkânsız olur. İnsan çarpıtılmıştır. Eğer insan en başta çarpıtılmazsa onu köleleştirmek imkânsız olur. Politikacılar ve din adamları çağlar boyunca derin bir komplo içinde olmuştur. İnsanlığı bir köle kalabalığına dönüştürmek için işbirliği yapmıştır. İnsandaki her türlü başkaldırı duygu- sunu yok ediyorlar. Ve sevgi ise bir başkaldırıdır, çünkü sevgi sadece kalbin sesini dinler ve başka hiçbir şeyi umursamaz.

Sevgi tehlikelidir, çünkü seni bir birey yapar. Ama hükümetler ve kiliseler kesinlikle bireylik istemez. Onlar insan değil, koyun sürüsü ister. Onlar sadece insan gibi görünen ama ruhları çok ezilmiş, çok büyük hasar gördüğü için bir daha tamir edilmesi imkânsız olan kişiler ister.

Ve bir insanı yok etmenin en iyi yolu da, onun içindeki doğal sevgiyi yok etmektir. Eğer insanda sevgi olursa, ülkeler varolamaz; ülkeler nefret üzerinde varolabilir. Hintliler Pakis- tanlılardan, Pakistanlılar da Hintlilerden nefret eder. Ancak o zaman bu iki ülke var olabilir. Eğer sevgi ortaya çıkarsa sınırlar kalkar. Eğer sevgi yeşerirse, o zaman kim Hıristiyan ve kim Yahudi olur? Eğer sevgi ortaya çıkarsa, din de kaybolur.

Eğer sevgi ortaya çıkarsa, kim tapınağa gider? Ne için gider? Tanrıyı aramanın tek nedeni sevgi eksikliğidir. Tanrı, eksik olan sevginin yedeğinden başka bir şey değildir. Mutlu olma- dığın, huzurlu olmadığın, coşkulu olmadığın için Tanrıyı arıyorsun. Aksi halde, ne gerek var? Kimin umurunda? Eğer hayatın bir dans ise, zaten Tanrıya ulaşmışsın demektir. Sevgi yüklü bir kalp Tanrıyla doludur. O yüzden aramaya gerek kalmaz, dua etmeye gerek kalmaz, herhangi bir tapınağa ya da rahibe gitmeye gerek kalmaz.

O yüzden rahip ve politikacı ikilisi insanlığın düşmanıdır. Onlar büyük bir komplo içinde, çünkü politikacı bedenine ve rahip de ruhuna hükmetmek istiyor. Kullanılan araç da aynı; sevgiyi yok et. O zaman insan içi boş ve anlamsız bir varoluştan başka bir şey olmaz. O zaman insanlığı istediğin gibi yönlendirebilirsin ve kimse başkaldırmaz, kimsede isyan ede- cek cesaret olmaz.

Sevgi cesaret verir. Sevgi bütün korkuyu siler atar. Ve baskıcı güçler senin korkuna daya- nır. Senin içinde bin bir çeşit korku yaratırlar. Etrafın korkuyla çevrili, bütün psikolojin korkuya dayalı. Kendi içinde titriyorsun. Sadece yüzeyde belirli bir görünüm sergiliyorsun; ama bunun altında derin korku katmanları bulunuyor.

Korku dolu bir insan sadece nefret edebilir. Nefret, korkunun doğal bir sonucudur. Korku dolu bir insan aynı zamanda öfke doludur. Korku dolu bir insan, yaşamdan yana olmak yerine yaşama karşıdır. Korku dolu bir insan huzurun ancak ölümle yaşanabileceğini düşü- nür. Korku dolu bir insan ra meyilli olur, negatif yaşar. Hayat onun için tehlikeli görü- nür, çünkü yaşamak demek sevmek demektir. Nasıl yaşayabilirsin? Nasıl bedenin yaşamak için nefes almaya ihtiyacı varsa, ruhun da yaşamak için sevgiye ihtiyacı vardır. Ve sevgi zehirlenmiştir.

Sevgi enerjini zehirleyerek senin içinde bir ayrım yarattılar. Seni ikiye bölüp, içinde bir düşman yarattılar. Bir iç savaş yarattılar ve o yüzden sürekli çatışma halindesin. Bu çatışma senin enerjini dağıtıyor; o yüzden hayatın sana zevk ve neşe vermiyor. Hayatında bir enerji taşması yaşanmıyor; donuk, yavan, sönük oluyor, zekân köreliyor.

Sevgi zekâyı keskinleştirir, korku köreltir. Senin zeki olmanı kim ister? Herhalde gücü elinde tutanlar değil. Senin zeki olmanı nasıl istesinler? Eğer zeki olursan onların stratejilerini, oyunlarını görmeye başlarsın. Onlar senin aptal ve vasat olmanı istiyor. İş söz konusu oldu- ğu zaman verimli olmanı istiyorlar ama zeki olmana karşılar. O yüzden insanoğlu potansiye- linin ancak minimum seviyesini ortaya koyabiliyor.

Bilimsel araştırmacılar sıradan bir insanın hayatı boyunca zekâ potansiyelinin sadece yüzde beşini kullandığını söylüyor. Sıradan insan sadece yüzde beş kullanıyor. Peki ya sıradan ol- mayanlar? Peki ya bir Albert Einstein, bir Mozart, bir Beethoven? Araştırmacılar bu çok yete- nekli insanların bile yüzde ondan fazla kullanmadığını ifade ediyor. Dâhi olarak tanımladı- ğımız kişiler bile sadece yüzde on beş kullanıyor.

Herkesin potansiyelinin yüzde yüzünü kullandığı bir dünyayı düşünün ... o zaman tanrılar dünyayı kıskanır, o zaman tanrılar dünyada doğmak ister. O zaman dünya bir cennet olur. Süper bir cennet olur. Şu anda bir cehennem.

Eğer bir insan rahat bırakılırsa, zehirlenmezse, o zaman sevgi basit olur, hem de çok basit. O zaman bir sorun yaşanmaz. Yatağında akan bir nehir gibi, buharlaşıp yükselen su gibi, çiçek açan ağaçlar ya da öten kuşlar gibi olur. Bunlar kadar doğal ve anlık olur.

Ancak, insan rahat bırakılmaz. Çocuk doğar doğmaz, baskıcılar onun enerjisini ezmek için harekete geçer ve onu o kadar derinden çarpıtırlar ki, o kişi sahte bir hayat sürdüğünün, bir pseudo hayat sürdüğünün farkına bile varamaz. O yüzden yaşamak için doğduğu hayatı, ona bahşedilen hayatı yaşayamaz; gerçek ruhunu yansıtmayan, sentetik ve plastik bir ya- şam sürer. O yüzden milyonlarca insan bu kadar büyük bir ıstırap içinde. Çünkü bir noktada yanlış yola saptıklarını, aslında kendileri olmadıklarını, hayatlarında bir şeylerin yanlış oldu- ğunu hissederler.

Eğer bir çocuğun doğal bir şekilde büyümesine yardımcı olunursa sevgi çok basit olur. Eğer çocuğun doğayla ve kendisiyle uyum içinde olmasına yardımcı olunursa, çocuğun doğal ve kendisi olması için her türlü destek ve cesaret verilirse, o zaman sevgi çok basit olur. İnsan zaten sevgi olur.

O zaman nefret neredeyse imkânsız olur, çünkü birinden nefret etmeden önce, bu zehri kendi içinde yaratman gerekiyor. Bir şeyi başkasına ancak sende varsa verebilirsin. O yüzden de nefret edebilmek için içinin nefret dolu olması gerekir. Nefret dolu olmak ise cehennemde yaşamak demektir. Nefret dolu olmak alevin içinde olmak demektir. Nefret dolu olmak, önce kendini yaralaman anlamına geliyor. Bir başkasını yaralamadan önce kendini yaralaman gerekiyor. Diğeri yaralanmayabilir, bu ona bağlı olacaktır. Ancak kesin olan bir şey var; nefret etmeden önce uzun bir sıkıntı ve ıstırap yaşaman gerekiyor. Diğer kişi belki nefretini kabul etmeyip, onu geri çevirecek. Diğer kişi bir Buddha olabilir ve senin nefretini tebessümle karşılayabilir. Seni affedebilir, tepki vermeyebilir. Eğer tepki vermiyor ise onu yaralaman mümkün olmayabilir. Eğer onu rahatsız edemiyorsan, ne yapabilirsin? Onun karşısında kendini güçsüz hissedersin.

Bu durumda, diğerinin yaralanacağı kesin değil. Ama kesin olan bir şey var: Eğer birinden nefret ediyorsan, önce kendi ruhunu sayısız şekilde yaralaman gerekiyor; başkalarına zehir atabilmek için önce bu zehri içinde biriktirmen gerekiyor.

Nefret doğal değildir. Sevgi bir sağlık belirtisidir; nefret ise hastalık durumudur. Tıpkı hasta- lık gibi doğal olmayan bir şeydir. Ancak doğa ile bağını kopardığın zaman, varoluşla uyum içinde olmadığın zaman, kendinle uyum içinde olmadığın zaman, en derinindeki özle uyum içinde olmadığın zaman ortaya çıkar. O zaman hasta olursun. Psikolojik, ruhsal hasta. Nefret, yalnızca bir hastalık simgesidir; sevgi ise sağlık, bütünlük ve kutsallığın işaretidir.

Sevgi en doğal şeylerden biri olmalıdır ama değil. Tam aksine, en zor şeylerden biri olmuş- tur ... neredeyse imkânsız sayılıyor. Nefret ise kolaylaşmış durumda; nefret için eğitilmiş ve hazırlanmışsın. Hindu olmak demek, Müslümanlar, Hıristiyanlar, Yahudiler için nefret dolu olmaktır; Hıristiyan olmak, diğer dinler için nefret dolu olmak demektir. Milliyetçi olmak, diğer milletlerden nefret etmek demektir.

Sevmenin tek bir yolunu biliyorsun, bu da başkalarından nefret etmek. Ülkeni sevdiğini, ancak başka ülkeleri nefret ederek gösterebiliyorsun. Kilisene duyduğun sevgiyi ancak başka kiliselerden nefret ederek gösteriyorsun. Dağılmış durumdasın!

Bu din denen şeyler sürekli sevgiden söz ediyor ama bu dünyada giderek daha fazla nefret yaratmaktan başka bir şey yapmıyorlar. Hıristiyanlar sevgiden söz ediyor ama din adına birçok savaş çıkartarak Haçlı Seferlerini yarattılar. Müslümanlar sevgiden söz ediyor ama onlar da cihat ilan ediyor. Hindular sevgiden söz ediyor ama eğer yazıtlarına bakarsan nefret dolu olduklarını, diğer dinlere yönelik nefret içinde olduklarını görürsün. Ve bizler bütün bu saçmalıkları kabulleniyoruz! Bunları direnmeden kabulleniyoruz, çünkü bunları kabul etmeye şartlanmış durumdayız. Bize hayatın böyle olduğu öğretildi. O yüzden de kendi doğanı inkâr etmeye başlıyorsun.

Sevgi zehirlenmiştir ama yok edilmemiştir. Bu zehir atılabilir, sisteminden çıkarılabilir. Arına- bilirsin. Toplumun sana zorla benimsettiği her şeyi kusabilirsin. Bütün inançları ve şartlandır- maları geride bırakabilirsin. Özgür olabilirsin. Eğer sen özgür olmaya karar verirsen toplum seni sonsuza dek köle olarak tutamaz.

Artık eski kalıpları geride bırakıp, yeni bir yaşam biçimine başlamanın zamanı geldi; doğal bir hayat, baskıcı olmayan bir hayat, her şeyden mahrum kalan değil, şenlik gibi bir hayat. O zaman nefreti hayata geçirmek giderek daha fazla imkânsız olacaktır. Nasıl hastalık sağlı- ğın karşı kutbuysa, nefret de sevginin karşı kutbudur. Ama hastalığı seçmek zorunda değil- sin.

Hastalık, sağlığın sahip olmadığı birkaç avantaja sahiptir; bu avantajlara bağlanma. Nefretin de sevginin sahip olmadığı birkaç avantajı vardır. O yüzden çok dikkatli olmalısın. Hasta insana herkes daha duyarlı davranır; kimse onu incitmez, herkes sözlerini dikkatle tartar, çünkü o çok hastadır. Odak noktasına dönüşür, herkesin merkezinde yer alır ... ailen, arka- daşların ... merkezdeki insan olur, önemli birine dönüşür. Eğer bu öneme, bu ego tatminine çok fazla bağlanırsa bir daha sağlıklı olmak istemez. Hastalığa kendisi yapışır. Psikologlar birçok insanın hasta olmanın avantajları nedeniyle hastalıklarına bağlandığını ifade ediyor. Hastalıklarına o kadar uzun zamandır yatırım yapıyorlar ki, o hastalığa yapıştıklarını tama- men unutuyorlar. Eğer sağlıklarına kavuşurlarsa tekrar bir hiç olacaklarından korkuyorlar.

Bunu da sen öğretiyorsun. Küçük bir çocuk hastalandığı zaman bütün ailenin ilgi odağı oluyor. Bu tamamen bilime aykırı bir şey. Çocuk hastalandığı zaman gereğini yap ama çok fazla üzerine eğilme. Bu çok tehlikeli, çünkü eğer hastalıkla senin ilgin arasında bir bağ kurulursa ... eğer tekrar tekrar olursa, bu zaten kaçınılmazdır. Çocuk ne zaman hastalansa bütün ailenin odak noktası olur; baba gelir, yanına oturur ve nasıl olduğunu sorar, doktor gelir, komşular ziyarete gelir, arkadaşları arar ve gelenler hediye falan getirmeye başlar. Bütün bunlara çok fazla bağlanabilir; bu durum egosu için o kadar besleyici olmaya başlar ki, bir daha iyileşmek istemez. Eğer bu yaşanırsa, sağlığa kavuşmak imkânsız olur. Artık hiçbir ilaç faydalı olmaz. O kişi hastalığa kararlı bir şekilde bağlanmış olur. Birçok insan bunu yaşamıştır ... çoğunluk.

Nefret ettiğin zaman egon tatmin olur. Ego ancak nefret ettiğin sürece var olabilir, çünkü nefret sayesinde kendini üstün hissediyorsun, nefret sayesinde bütünden ayrılıyorsun, nefret sayesinde kendini tanımlıyorsun. Nefret sayesinde belirli bir kimliğe sahip oluyorsun. Sevgi- de egonun yok olması gerekir. Sevgide artık ayrı değilsin. Sevgi, başkalarıyla aynı potada erimeni sağlıyor. Bir buluşmadır, bir bütünleşmedir.

Eğer egoya çok fazla bağlanırsan, o zaman nefret etmek kolay ve sevmek çok zordur. Dikkatli ve tetikte ol: Nefret, egonun gölgesidir. Sevgi için büyük bir cesarete ihtiyaç vardır. Çok büyük bir cesarete ihtiyaç vardır, çünkü egonun kurban edilmesi gerekmektedir. Sade- ce bir hiç olmaya hazır olabilen insanlar sevebilir. Sadece bir hiç olmaya hazır olanlar, egolarından tamamen arınmış olanlar, bilenemeyenden gelecek olan sevgi hediyesini almayı başarabilirler.

EGO KORKAKLIKTIR. Korkaklık, egonun sadece bir parçası değil, egonun tamamıdır. Böyle olması kaçınılmazdır, çünkü ego sürekli ifşa edilme korkusuyla yaşar; içi boştur, aslında öyle bir şey yoktur; o sadece bir görünümdür, gerçeklik değil. Ne zaman bir şey sadece bir görünümse, bir serapsa, merkezinde korku olması kaçınılmazdır.

Çöldeyken uzakta bir serap görüyorsun. O kadar gerçekçi görünüyor ki, aslında varolmayan suyun içinde, civardaki ağaçların yansımasını bile görüyorsun. Ağaçlarla birlikte seraptaki yansımasını bile görüyorsun; su dalgalanıyor ve ağaçların yansıması da bu dalgalarla birlikte titriyor. Ama bütün bunları uzaktan görüyorsun. Yakınlaştığın zaman serap yok olmaya baş- lıyor. Aslında orada bir şey yoktu; gördüğün sadece güneş ışıklarının çölün sıcak kumla- rındaki yansımasıydı. Bu yansımada ve güneş ışıklarının dönüşünde bir vaha serabı yaratı- lıyor. Ancak, bu durum sadece uzaktan baktığın zaman varolabiliyor; yakınlaştığın zaman böyle bir şey olmadığını görüyorsun. Yakınlaşınca sadece sıcak kumu ve yansıyan güneş ışıklarını görüyorsun.

Farklı bir bağlamda anlaması daha kolay olacaktır.

Aya baktığın zaman onun güzelliğini ve dingin ışığını görüyorsun. Ancak, ilk astronotlar çok şaşırdı; çünkü aya yaklaştıkları zaman bir ışık olmadığını gördüler. Ay sadece düz ve çorak bir toprak parçasıydı ... bitki örtüsü ya da herhangi bir yaşam yoktu, sadece cansız bir kaya parçası. Ancak, ayda dolaşırken dünyaya baktıkları zaman hayretler içinde kaldılar: Dünya çok güzel bir ışıkla parlıyordu.

Bu ışıkla kıyaslandığı zaman, ay ve ayın güzelliği çok sönük kalıyordu. Dünya, aydan sekiz kat daha büyük olduğu için ışığı da sekiz kat daha yoğundu. Astronotlar bunun gerçek olma- dığını biliyordu ama gözleriyle görüyordu. Böyle bir şey yoktu ... çok garip bir şey; astro- notlar dünyadayken, ayın çok güzel bir beyaz ışık yaydığını görüyordu. Ayın yüzeyinden baktıkları zaman ise ay sadece cansız bir kaya parçasıydı ve dünya çok güzel bir ışıkla parıldıyordu. Dünyayı biliyorlardı, hayatları boyunca burada yaşamışlardı ama hiç böyle bir şey görmemişlerdi. Güneş ışığının yansımasını görmek için uzaktan bakmak gerekir.

Dünya da ışık yayıyor. Güneş ışığı dünyaya ulaştığı zaman bir kısmı dünya tarafından emi- liyor; ancak, çoğu yansıyor. Bu yansıyan ışığı ancak dünyadan çok uzakta olduğun zaman görebilirsin; aksi halde göremezsin.

Ego aslında varolmayan bir olgudur. Senden uzakta olan insanlar onu hissedebilir, görebilir ve incinebilir. Senin tek endişen onları kendine fazla yaklaştırmamaktır. Herkes başkalarını belirli bir mesafede tutmaya çalışıyor, çünkü insanların fazla yaklaşmasına izin vermek de- mek boşluğunun kapılarını açmak demektir.

Ego diye bir şey yoktur. Ancak sen egonla o kadar özdeşleşmişsin ki, egonun ölümünü, egonun kaybolmasını sanki senin ölümünmüş gibi hissediyorsun. Bu, doğru değil; tam tersine, ego öldüğü zaman gerçek benliğini, içindeki özünü hissedeceksin.

Egoist biri her zaman korkak olacaktır. Hiçbir yakınlığa izin veremez. Dostluk, sevgi ve hatta normal arkadaşlık bile tehlikelidir. Adolf Hitler odasında birinin uyumasına asla izin vermez- di. O her zaman yalnız uyur, kapıyı içeriden kilitlerdi. Hiç evlenmedi, çünkü eğer evlenirse, eşini odaya almak zorunda kalacaktı. Sadece odaya değil, yatağına almak zorunda kala- caktı. Ama o zaman fazla yakın olacaktı ve bu fazlasıyla tehlikeliydi.

Hiçbir dostu yoktu. İnsanlarla arasına her zaman bir mesafe koyuyordu; hayatı boyunca onun omzuna elini koymuş tek bir kişi bile yoktu. Bu kadar yakınlığa izin veremezdi.

Neden korkuyordu? Bu kadar korkmasının nedeni neydi? Böyle bir yakınlığa izin verdiği an, “Büyük Adolf Hitler”in büyüklüğünün kaybolacağından korkuyordu. Çünkü o, sonuçta çok küçük, pigme gibi bir yaratıktı, hiçbir büyüklüğü yoktu. O büyüklük sadece posterlerde, yapılan o yoğun propagandalarda vardı.

Bir insan ne kadar egoistse, o kadar yalnız kalmak zorundadır. Yalnız olmak mutsuzluktur ama her şeyin bir bedeli vardır. Var olmayan egonun gerçek görünmesi için bir bedel öde- men gerekir. Bunu mutsuzlukla, acıyla ve ıstırapla ödersin. Her neyse, herkesi uzak tutmak- ta başarılı olsan bile, sen aslında bunun bir sabun köpüğü gibi olduğunu biliyorsun. Küçük bir iğne bile onu patlatıp yok eder.

Napolyon Bonapart, egoizm tarihinin en büyük egoistlerinden biridir. Ama yenildi. Bu yenil- ginin nedenini değerlendirmek gerekir.

Napolyon küçük bir çocukken, sadece altı aylıkken, bakıcısı onu bahçede bırakıp bir şey almak için eve gittiği zaman bir sokak kedisi çocuğa yanaştı. Altı aylık bir bebek için kedi, büyük bir aslan gibi görünmüş olmalı. Her şey izafidir, yani birbiriyle orantılıdır. O yüzden o bebek için kedi aslında büyük bir aslandı. Kedi sadece oyun oynamak istiyordu ama çocuk büyük bir şok yaşamıştı ve bu şok onu o kadar derinden etkilemişti ki, gençliğinde birçok savaş gördü, müthiş bir askerdi, bir aslanla bile savaşabilirdi ama yine de kedilerden korku- yordu. Bir kedi gördüğü an bütün cesaretini yitirir, birden altı aylık bir bebeğe dönüşürdü.

İngiliz başkomutan Nelson bu durumu biliyordu. Nelson, Napolyon ile kıyaslanabilecek bir asker değildi ama buna rağmen Napolyon’un yenilgiye uğradığı tek savaş bu oldu. Nelson ön cepheye yetmiş kedi getirdi ve Napolyon yetmiş kediyi gördüğü zaman, sinir krizi geçirdi; adama bir tanesi bile yetiyordu. Yardımcısına döndü ve şöyle dedi: “Komutayı sen devral. Ben savaşacak durumda değilim; düşünecek durumda bile değilim. Bu kediler beni öldürdü.”

Tabii, savaşı kaybetti.

Onu Nelson’ın yendiğini söyleyen tarihçiler yanılıyor. Hayır, psikolojik bir oyuna yenildi. Kediler tarafından, kendi çocukluğu tarafından yenilgiye uğradı. Kontrol edemediği korkusu tarafından yenilgiye uğratıldı.

Saint Helena adında küçük bir adaya hapsedildi. Ada çok küçük olduğu için kelepçeye bile gerek yoktu, çünkü buradan kaçmak söz konusu değildi.

Burada geçirdiği ilk gün yürüyüşe çıktı. Yaşadığı sinir krizi ve yenilgi nedeniyle yanında sürekli bir doktor bulunduruluyordu. Doktorla birlikte küçük bir patikadan yürürken, karşı yönden gelen ve büyük bir ot yığını taşıyan bir kadınla karşılaştılar. Patika çok küçük olduğu için birinin yol vermesi gerekiyordu. Doktor İngiliz olmasına rağmen kadına bağırdı: “Kenara çekil! Karşında kimin olduğunu bilmiyorsun. Yenilmiş olması hiç önemli değil. O, Napolyon Bonapart!”

Ama kadın o kadar cahildi ki, Napolyon Bonapart adını hiç duymamıştı. Hemen karşılık ver- di: “Ne olmuş? O kenara çekilsin! Kendinizden utanmalısınız. Sırtımda bu kadar yük varken neden ben size yol verecekmişim?”

Napolyon Bonapart doktorun elini tuttu ve onu kenara çekerek konuştu: “Napolyon Bonapart adını duyan dağların yol verdiği zamanlar geçmişte kaldı; artık o köpük patladı. Sırtında ot taşıyan kadına yol vermem gerekiyor.”

Yenildikten sonra olanları idrak etmişti. Hayatı boyunca bir korkuyu sürekli bastırmıştı. Bu durum büyük bir sır olarak saklanıyordu, ancak artık açığa çıkmıştı ve korkusu herkes tara- fından öğrenilmişti. Napolyon Bonapart artık bir hiçti.

Büyük bir egoistin düştüğü durum bu.

O yüzden korkaklığın egoizmin bir parçası olduğunu düşünme; onun tamamıdır. Ego, kor- kaklık demektir. Egosuz olmak ise korkusuz olmaktır. Çünkü artık senden hiçbir şey alı- namaz; ölüm bile içinde var olan hiçbir şeyi yok edemez. Biri tarafından yok edilebilecek tek şey egodur.

Ego o kadar kırılgandır ki, her zaman o kadar ölümün eşiğindedir ki, ona yapışmış olan insanlar sürekli derin bir korku içindedir. Egoyu bırakmak bir insanın yapabileceği en büyük eylemdir. Bu senin yiğitliğini gösterir, göründüğünden daha büyük olduğunu ispatlar. İçinde ölümsüz, yok edilemez, sonsuz bir şey olduğunu ispatlar.

Ego seni korkak yapar.

Egosuzluk seni yaşamın sonsuz gizeminde korkusuz bir yolcu yapar.
---
Cesaret


TR-ance 18-02-2009 07:26 PM

Başka öğretilerin saflığı bizim için kirliliktir. Gerçekte, saf ya da kirli olan hiçbir— şeyi tanıma.

Bu, Tantra’nın temel mesajlarından biridir. Bunu kavramak çok güçtür, çünkü tamamen etik dışıdır. Ahlaksız demiyorum, çünkü Tantra ahlak ya da ahlaksızlıkla ilgilenmez. Tantra bunun anlamsız olduğunu söyler. Bu mesaj senin saflık ve kirliliğin ötesine, aslında bölünmenin ötesine, ikiliğin ötesine büyümen içindir. Tantra der ki, varoluş ikili değildir, birdir ve tüm ayrımlar insan eliyle yaratılmıştır... Tüm ayrımlar... Ayrımlar bu halleriyle insan yaratımıdırlar. İyi-kötü, saf-kirli, ahlaklı-ahlaksız, erdem-günah; bütün bu kavramlar insan yaratımıdır. Bunlar insanın tavırlarıdır; gerçek değillerdir. Kirli nedir, saf nedir? Senin yorumuna bağlıdır. Ahlaksız nedir, ahlaklı nedir? Senin yorumuna bağlıdır.

Nietzsche bir yerlerde, ahlakın tamamen yorum olduğunu söylemiş. Bu yüzden bu ülkede bir şey ahlaklı olabilir, komşu ülkede ahlaksız olabilir; bir şey bir Müslüman’a ahlaklı gelebilir, bir Hıristiyan’a ahlaklı, bir Jaina’ya ahlaksız gelebilir. Ya da bir şey eski nesil için ahlaklı olabilir, yeni nesil için ahlaksız olabilir. Duruma bağlıdır; bu bir tavırdır. Temel olarak, bir kurgudur. Gerçek, basit gerçektir. Çıplak gerçek, basit gerçektir; ne ahlaklı ne ahlaksızdır, ne saf ne kirlidir.

Yeryüzünü insansız hayal et. O zaman ne saf, ne kirli olacaktı. Her şey olacaktı... Yalnızca ‘olacaktı.’ Hiçbir şey saf olmayacaktı, hiçbir şey kirli olmayacaktı; hiçbir şey iyi olmayacaktı, hiçbir şey kötü olmayacaktı. İnsan ile, zihin işe karışıyor. Zihin bölüyor. ‘Bu’ iyi, ‘o’ kötü diyor. Bu bölünme yalnızca dünyanın bölünmesine sebep olmuyor; bu bölünme bölende de bölünme yaratıyor. Bölersen, o bölünme ile sen de bölünürsün ve dışsal bölünmelerini unutmadığın sürece içsel bölünmüşlüğünü aşamazsın. Dünyada ne yaparsan yap, kendine yapmışsındır.

Siddha Yoga’nın en büyük ustalarından biri olan Naropa şöyle demiş: “Bir santim bölünme ve cennet ile cehennem ayrılır...” Bir santim bölünme! Ama biz bölüp duruyoruz; etiketliyoruz, kınıyoruz, yargılıyoruz. Varoluşun çıplak gerçekliğine bak ve etiketleme. Ancak o zaman Tantra’nın öğretileri anlaşılabilir. İyi ya da kötü deme; gerçeğe zihnini getirme. Zihnini gerçeğe getirdiğin an, bir kurgu yaratmış olursun. Artık o bir gerçek değildir, bir gerçeklik değildir; senin yansıtmandır. Bu sutra diyor ki:

Başka öğretilerin saflığı bizim için kirliliktir. Gerçekte, saf ya da kirli olan hiçbir şeyi tanıma.

Başka öğretilerin saflığı bizim için kirliliktir. Tantra diyor ki: “Başka öğretiler için çok saf olan, bir erdem olan, bizim için günahtır, çünkü onların saflık kavramı böler. Onlar için bir şey kirli olur.”

Bir adama aziz dersen, bir günahkâr yaratmış olursun. Artık bir yerlerde, bir başkasını kınamak zorundasın, çünkü günahkâr olmadan aziz var olamaz. Ve tüm çabalarımızın saçmalığına bak: Günahkârları yok edip duruyoruz ve hiç günahkâr olmayan bir dünya hayal ediyoruz, diliyoruz... Yalnızca azizlerden oluşan bir dünya. Bu saçmadır, çünkü günahkârlar olmadan azizler var olamaz. Onlar aynı madalyonun diğer yüzüdür. Madalyonun bir yüzünü yok edemezsin, ikisi birden var olur. Günahkârlar ve azizler tek bir şeyin parçasıdırlar. Günahkârları yok edersen, azizler de dünyadan silinir. Ama korkma; bırak yok olsunlar, çünkü bir kıymeti olduğunu kanıtlayamamışlardır.

Günahkârlar ve azizler tek bir yorumun, dünyaya karşı, “Bu iyi, bu kötü!” denen tek bir tavrın parçasıdırlar. “Bu kötü!” demediğin sürece “Bu iyi!” diyemezsin. İyiyi tanımlamak için kötüye ihtiyaç vardır. Bu yüzden iyi kötüye bağımlıdır, erdem günaha bağımlıdır ve azizlerin günahkârlar olmadan var olmaları imkânsızdır. Bu yüzden günahkârlara minnet duymalıdırlar; onlarsız var olamazlar. Onlarla karşılaştırma içindedirler, onlarla ilişki içindedirler, bu yüzden günahkârları ne kadar kınarlarsa kınasınlar, aynı olgunun parçasıdırlar. Günahkârlar dünyadan, ancak azizler kaybolduğunda kaybolabilirler... Bundan önce değil. Ve erdem kavramı olmadığında günah da olmaz.

Tantra der ki, asıl olan gerçektir ve yorum gerçekdışıdır. Yorumlama.

Gerçekte, saf ya da kirli olan hiçbir şeyi tanıma.

Neden? Çünkü saflık ve kirlilik, bizim gerçekliğe dayatılan yaklaşımlarımızdır. Şunu dene. Bu teknik zahmetlidir, basit değildir ... çünkü biz ikili düşünceye öyle yönelmişiz ki, ikili düşünceye öyle kök salmışız ki, kendi kınamalarımızın ve haklı çıkarmalarımızın bile farkında değiliz. Biri burada sigara içmeye başlasa, bilinçli olarak hiçbir şey hissetmemiş olabilirsin, ama kınarsın. İçinde, derinliklerinde, kınarsın. Bakışların kınar ya da bakmayışın kınar. O kişiye bakmamış olabilirsin ve onu kınamışsındır.

Bu, zor olacaktır çünkü alışkanlık derinlere kök salmıştır. Kınar durursun, kendini haklı çıkarır durursun... Jestlerinle, oturuşunla, ayakta duruşunla... Ne yaptığının farkına bile varmadan. Birine gülümsediğinde ya da birine gülümsemediğinde, birine baktığında ya da bakmadığında, birini görmezden geldiğinde, ne yapıyorsun? Kendi yaklaşımlarını dayatıyorsun. Bir şeyin güzel olduğunu söylüyorsun; o zaman başka bir şeyi çirkin olarak kınamış oluyorsun. Bu ikili tavır aynı zamanda seni de bölüyor, bu yüzden içinde iki kişi oluyor.

Biri öfkelendiğinde ve sen ona öfkenin kötü olduğunu söylediğinde, kendin öfkelenirsen ne yapacaksın? Bunun kötü olduğunu söyleyeceksin ve o zaman sorun çıkacak, çünkü şöyle diyeceksin: “Bu kötü; içimdeki bu öfke kötü.” O zaman kendini iki kişiye bölmeye başlamış olacaksın... Kötü bir insan, şeytani biri ve iyi bir insan, bir aziz. Elbette, içerideki azizle özdeşleşme eğiliminde olacaksın, bu yüzden şeytan, içindeki şeytani kişilik kınanacak. İkiye bölünmüşsün. Artık daimi bir çatışma, bir çelişki olacak. Artık bir birey olamazsın; bir kalabalık olursun, kendine karşı bölünmüş bir ev. Artık huzur, sessizlik olmaz. Yalnızca gerilim ve ıstırap hissedersin. İşte hissettiğin de bu, ama neden olduğunu bilmiyorsun.

Bölünmüş bir insan huzur bulamaz. Nasıl bulabilir ki? Şeytanı nereye koyacak? Onu yok etmen gerek ve o sensin; onu yok edemezsin. Sen iki değilsin. Gerçeklik birdir, ama senin bölen tavrın yüzünden dışsal gerçekliği bölmüşsün. Sonra buna uygun şekilde içsel olan da bölünmüş... Bu yüzden herkes kendisi ile çatışma halinde. Sanki bir ele karşı savaşıyormuşsun gibi... Sağ el sol elle savaşıyor ve enerji aslında bir. Sağ elimde ve sol elimde, ben varım; ikisinde de ben akıyorum. Ama biri ile diğerine karşı çıkabilirim, sağ elim sol elime karşı... Böylece bir çelişki, sahte bir savaş yaratabilirim. Zaman zaman sağ elimin kazandığını, sol elimin yenildiğini söyleyerek kendimi kandırırım. Ama bu bir aldatmaca olur; çünkü ikisinin içinde de benim olduğumu ve her an solu kaldırıp sağı indirebileceğimi biliyorum. Ben ikisi birdenim; iki el de benim.

Bu yüzden, azizi yücelttiğini, şeytanı ezdiğini her ne kadar düşünürsen düşün, bil ki her an konumlarını değiştirebilirsin ve aziz düşer, şeytan yükselir. Bu korku güvensizlik yaratır; çünkü hiçbir şeyin kesin olmadığını bilirin. Şu anda öylesine sevgi dolu olduğunu, nefretini ezdiğini biliyorsun; ama korkuyorsun, çünkü her an nefret yükselebilir ve sevgi ezilebilir. Her an olabilir, çünkü her ikisinde de sen varsın.

Tantra der ki, bölme, bölünmemiş ol, ancak o zaman muzaffer çıkabilirsin. Nasıl bölünmemiş olmalı? Kınama, “Bu iyi!” veya “Bu kötü!” deme. Saflık ve kirlilik konusundaki bütün kavramları geri çek. Dünyaya bak, ama ne olduğunu söyleme. Cahil ol, fazla bilge olma. Etiketleme, sessiz kal, kınama, haklı çıkarma. Dünya hakkında sessiz kalabilirsen, yavaş yavaş bu sessizlik içe işler. Ve eğer dışsal olarak bölünme yoksa, içsel bilinçteki bölünme de yok olur, çünkü ikisi birlikte var olabilir.

Ama bu, toplum için tehlikelidir. İşte bu yüzden Tantra baskılanmıştır... Bu tehlikelidir! Hiçbir şey ahlaksız değildir, hiçbir şey ahlaklı değildir; hiçbir şey saf değildir, hiçbir şey kirli değildir. Her şey olduğu gibidir. Gerçek bir tantrika bir hırsızın kötü olduğunu söylemez; onun bir hırsız olduğunu söyler, o kadar. Ve “hırsız” sözcüğünü kullanırken, zihninde kınama yoktur. Bu “hırsız” yalnızca bir gerçektir, bir kınama değil. Eğer biri, “İşte büyük bir aziz,” derse, o “Tamam! O bir aziz,” der. Ama içinde bir değerlendirme yoktur. “O iyi,” demez, “Tamam! Bu bir aziz, o bir hırsız,” der. Tıpkı bu bir gül, o bir gül değil, bu ağaç yüksek, o ağaç alçak, gece karanlık, gündüz aydınlık der gibi ... ama karşılaştırma olmadan.

Ama bu tehlikelidir. Bir şey kınanmadan, başka bir şey takdir edilmeden toplum var olamaz... Toplum var olamaz! Toplum ikilik temelinde var olur. İşte bu yüzden Tantra baskılanmıştır. Anti-sosyal olduğu düşünülmüştür, ama değildir. Değildir! Ama bu ikilik olmayışı tavrı transandantaldır, aşkındır. Toplum karşıtı değildir, aşkındır; toplumun ötesindedir.

Şunu dene. Herhangi bir değer olmadan, yalnızca doğal gerçeklerle dünyada hareket et; biri şu, biri o. Ve o zaman, yavaş yavaş kendi içinde bir bölünmemişlik hissedeceksin. Kutupsallıkların bir araya gelecek. ‘İyi’n ve ‘kötü’n bir araya gelecek. Bir olacaklar, bir birlik halini alacaklar. Saf olan, kirli olan hiçbir şey kalmayacak. Gerçekliği bil.

Diğer öğretilerdeki saflık bizim için kirliliktir.

Tantra der ki: “Diğerlerinde temel olan, bizim için zehirdir.” Örneğin, şiddetsizliğe dayalı öğretiler vardır. Şiddetin kötü, şiddetsizliğin iyi olduğunu söylerler. Tantra şiddetsizliğin şiddetsizlik, şiddetin şiddet olduğunu söyler; hiçbir şey iyi değildir, hiçbir şey kötü değildir.

Cinsellikten kaçınmaya dayalı öğretiler vardır... Brahmacharya’nın iyi, cinselliğin kötü olduğunu söylerler. Tantra cinselliğin cinsellik, brahmacharya’nın brahmacharya olduğunu söyler. Biri brahmachari’dir, diğeri değildir. Ama bunlar basit gerçeklerdir, onlara yapışık değerler yoktur. Ve tantra brahmacharya’nın iyi olduğunu asla söylemez, cinsellikten kaçınmanın kötü olduğunu, cinsellik yaşayanın kötü olduğunu asla söylemez. Tantra bunu söylemez. Tantra her şeyi olduğu gibi kabul eder. Neden? İçinde bir birlik yaratmak için.

Bu, içinde bir birlik yaratmak için, içinde bütün, bölünmemiş, çelişkisiz, karşıtlıklar barındırmayan bir varoluş olması için bir tekniktir. Ancak o zaman sessizlik mümkündür. Bir şeye karşı çıkarak bir yere gelmeye çalışan biri asla huzur bulamaz. Nasıl bulabilir ki? Ve kendi içinde bölünmüş, kendi içinde savaşan biri nasıl kazanabilir? İmkânsızdır. Sen ikisi birdensin, o zaman kazanan kim olacak? Kimse kazanmayacak ve sen kaybedeceksin, çünkü boş yere savaşarak enerjini harcayacaksın. Bu, kendi içinde bir birlik yaratmak için bir tekniktir. Vadilerin yok olmasına izin ver; yargılama.

İsa bir yerlerde, “Yargılama ki yargılanmayasın!” demiştir. Ama Yahudilerin bunu anlaması imkânsızdır, çünkü tüm Yahudi düşüncesi ahlak yönelimlidir: “Bu iyi, bu iyi değil.” İsa “Yargılama!” öğretisinde, Tantra terimleri ile konuşur. Eğer öldürülmüşse, çarmıha gerilmişse, bunun yüzündendir. Onun bir Tantra yaklaşımı vardı: “Yargılama!”

Bu yüzden bir fahişenin kötü olduğunu söyleme... Kim bilir? Ve bir püritenin iyi olduğunu söyleme. Kim bilir? Ve nihai olarak ikisi bir oyunun parçalarıdır. Onlar birbirlerine dayalıdır... Müşterek bir varoluşa. Bu yüzden İsa, “Yargılama!” der ve bu sutranın anlamı budur: “Yargılama ki yargılanmayasın!”

Yargılamıyorsan, ahlakçı bir açıdan bakmıyorsun; yalnızca gerçekleri oldukları gibi gözlemliyorsan, onları kendine göre yorumlamıyorsan, o zaman sen de yargılanamazsın. Tamamen dönüşmüş olursun. Artık senin herhangi bir ilahî güç tarafından yargılanman gerekmez... Gerek yoktur! Sen, kendin ilahî olmuşsundur; sen, kendin Tanrı olmuşsundur. Tanık ol, yargıç değil.



-Sırlar Kitabı — Kendini Anlamanın Anahtarı

turunç 28-02-2009 09:13 AM

Farkindalik
 
Farkindalik / Osho / Ganj Kitap


Oncelikle farkindalikla ne anlatilmak istendigini anlamak gerekir. Yuruyorsun. Pek cok seyin farkindasin; dukkânlarin, yanindan gecen insanlarin, trafigin, her seyin. Pek cok seyin farkindasin, yalnizca bir seyin farkinda degilsin, ve bu da kendindir. Sokakta yuruyorsun, pek cok seyin farkindasin ama kendinin farkinda degilsin! Bu oz farkindaligini George Gurdjieff oz-animsamasi olarak adlandirmistir. Gurdjieff, “Surekli, nerede olursan ol kendini animsa” der.

Her ne yapiyorsan yap, surekli olarak bir seyi icinde yapmaya devam et: Onlari yaparken kendinin farkinda ol. Yemek yiyorsun; kendinin farkinda ol. Diliyorsun, konusuyorsun; kendinin farkinda ol. Kizdiginda, kizgin oldugunun farkinda ol. Kizginligin orada oldugunu fark ettigin anda hemen kizgin oldugunun farkinda ol. Surekli olarak ozu animsamak sende ince, cok ince bir enerji yaratir. Kristalize olmus bir varlik olmaya baslarsin.

Normalde sen gevsek bir torbasin. Kristallesme yok, merkez yok; sadece bir sivi, sadece, merkezi olmayan bir suru seyin gevsek bir karisimi. Surekli degisen ve yer degistiren, icinde efendisi olmayan bir kalabalik. Seni bir efendi yapan sey farkindaliktir ve efendi derken bir kontrolcu demek istemiyorum. Bir efendi ol derken demek istedigim bir mevcudiyet olman; kesintisiz bir mevcudiyet. Her ne yapiyor ya da yapmiyorsan bilincinde surekli olarak bulunmasi zorunlu olan sey, var oldugundur.

Bu kendin olma duygusunun, var olma halinin kendisi bir merkez yaratir; bir dinginlik merkezi, bir sessizlik merkezi, bir icsel hakimiyet merkezi. O icsel bir guctur. Ve “icsel bir guc” derken bunu kelimesi kelimesine ayni anlamda soyluyorum. Bu nedenle Buda “farkindaligin atesi”nden bahseder; o bir atestir. Farkinda olmaya basladikca, icinde yeni bir enerji hissetmeye baslarsin, yeni bir hayat. Ve bu yeni hayat, yeni guc, yeni enerji nedeniyle seni baskilayan pek cok sey cozulup gider. Onlarla savasmak zorunda degilsin.

Kizginliginla, hirsinla, cinselliginle savasmak zorundasin cunku gucsuzsun. Oyleyse gercekte sorun kizginlik, hirs ve cinsellik degildir, sorun gucsuzluktur. Bir kez icinde, icsel bir mevcudiyet —var oldugun— duygusuyla guclu hissetmeye basladiginda, enerjilerin tek bir noktada yogunlasir, kristallesir ve bir oz dogar. Unutma ego degil bir oz dogar. Ego sahte bir oz duygusudur. Hicbir ozun olmadan bir ozun olduguna inanmaya devam ediyorsun; ego budur. Ego sahte bir oz demektir; sen bir oz degilsin, hâlâ kendinin bir oz olduguna inaniyorsun.

Hakikati arayan birisi olan Maulungputra Buda’ya geldi. Buda ona sordu: “Ne ariyorsun?”

Maulungputra: “Kendimi ariyorum. Bana yardim et!”

Buda ondan ne yapmasini onerirse onersin yapacagina iliskin soz vermesini istedi. Maulungputra aglamaya basladi ve dedi ki: “Nasil soz verebilirim? Ben olmadim; henuz olmadim, nasil soz verebilirim? Yarin ne olacagimi bilmiyorum; soz verecek bir oze sahip degilim, o yuzden imkânsiz olani isteme. Deneyecegim. En fazla bu kadarini soyleyebilirim; deneyecegim. Ama her ne soylersen yapacagim diyemem cunku kim yapacak onu? Ben soz verecek ve sozu yerine getirecek olani ariyorum. Henuz o degilim.”

Buda: “Maulungputra bunu duyabilmek icin sana bu soruyu sordum. Soz vermis olsaydin, seni geri cevirirdim. ‘Ne dersen yapacagima soz veriyorum’ demis olsaydin, senin gercek bir kendini arayan olmadigini anlamis olacaktim cunku bir arayanin henuz olmadigini bilmesi gerekir.

Yoksa aramanin maksadi nedir ki? Eger zaten olduysan ihtiyac yok. Olmadin! Ve bir kimse bunu hissedebilirse o zaman ego buharlasir.”

Ego var olmayan bir seyin sahte fikridir. “Oz” soz verebilen bir merkez demektir. Bu merkez surekli farkinda olarak, devamli farkinda olarak yaratilir. Bir sey yaptiginin farkinda ol; oturuyorsun, simdi uyuyacaksin, artik uyku sana geliyor, simdi daliyorsun. Her an bilincli olmaya calis ve sonra icinde bir merkez dogdugunu hissetmeye baslayacaksin; her sey kristalize olmaya basladi, bir merkezlenme var. Artik her sey bir merkezle iliskili.

Bizim merkezimiz yok. Bazen merkezlenmis gibi hissederiz ama bunlar bizi farkinda yapan durumlardaki anlardir. Eger ansizin bir durum, tehlikeli bir durum soz konusuysa, icinde bir merkez oldugunu hissetmeye baslayacaksin cunku tehlike aninda farkinda olma haline gecersin. Birisi seni oldurmek uzereyken o anda dusunemezsin; o anda bilincsiz olamazsin. Tum enerjin merkezlenir ve o an katilasir. Gecmise gidemezsin, gelecege gidemezsin; her sey tam o ana donusur. Ve artik sen sadece katilin farkinda degil, kendinin, oldurulenin de farkina varirsin. Bu belli belirsiz anda kendinde bir merkez oldugunu hissetmeye baslarsin.

Bu nedenle tehlikeli oyunlarin cazibesi vardir. Groushankar’in, yani Everest Dagi’nin zirvesine giden birine sorun. Hillary ilk kez oradayken ansizin bir merkez hissetmis olmali. Ve ilk kez birisi Ay’a ayak bastiginda ani bir merkez hissi gelmis olmali. Bu yuzden tehlike caziptir.

Araba suruyorsun ve giderek daha hizli ve daha hizli gidiyorsun ve sonra hiz tehlikeli olmaya basliyor. O zaman dusunemezsin; dusunceler durur. O zaman ruya goremezsin. O zaman hayal kuramazsin. O zaman simdiki an katilasir. Her an olumun mumkun oldugu bu tehlike anlarinda icindeki bir merkezin ansizin farkina varirsin. Tehlike sadece tehlike aninda bazen merkezinde hissettigin icin caziptir. Nietzche bir yerlerde savaslar surmelidir cunku yalnizca savasta bazen bir oz —bir merkez— hissedilir diyor. Cunku savas tehlikedir. Ve olum bir gercek halini aldi mi, yasam yogunlasir. Olum hemen yani basindayken, yasam yogunlasir ve sen merkezlenirsin. Kendinin farkinda oldugun her an merkezlenme vardir. Ancak eger bu kosullara bagliysa, o zaman kosullar kalktiginda yok olacaktir.

Sadece kosullara bagli olmamalidir, icsel olmak zorundadir. Oyleyse her siradan eylemde farkinda olmaya calis. Sandalyende otururken dene; oturanin farkinda ol. Yalnizca sandalyenin degil, yalnizca odanin, cevredeki atmosferin degil, oturanin farkinda ol. Gozlerini kapat ve kendini hisset; derine in ve kendini hisset.

Eugen Herrigel bir Zen ustasinin yaninda ogrenciydi. Uc yildir okculuk ogreniyordu. Usta her zaman “Iyi. Ne yapiyorsan hepsi iyi ama yeterli degil” diyordu. Herrigel’in kendisi de usta bir okcu oldu. Nisan almasi yuzde yuz mukemmel hale geldi ama ustasi hâlâ “Cok iyi gidiyorsun ama yeterli degil” diyordu.

“Yuzde yuz mukemmel hedefi bulmayla!” dedi Herrigel, “Artik ne bekliyorsunuz? Nasil daha ileri gidebilirim? Yuzde yuz dogruluk varken daha fazlasini nasil bekleyebilirsiniz?”

Zen ustasinin soyle dedigi soylenir: “Ben senin nisaninla ya da okculugunla ilgilenmiyorum. Ben seninle ilgiliyim. Sen mukemmel bir teknisyen oldun. Ama okun yayi terk ettiginde sen kendinin farkinda degilsin, o yuzden nafile! Ben okun hedefe ulasmasiyla ilgilenmiyorum. Ben seninle ilgileniyorum! Yaydaki ok gerildiginde, icerde senin bilincinin de gerilmesi lazim. Hedefi kacirsan dahi hic fark etmez ama ruhsal hedef kacirilmamalidir ve sen bunu kaciriyorsun. Mukemmel bir teknisyen oldun ama bir taklitcisin.” Batili bir zihne ya da gercekte modern bir zihne —ve Batili zihin modern zihindir— bunu kavramak cok zor gelir. Sacma gorunur. Okculuk belli bir basariyla hedefi vurmakla ilgilidir.

Yavas, yavas Herrigel hayal kirikligina ugramaya basladi ve bir gun dedi ki: “Ben gidiyorum. Bana imkânsiz gibi geliyor! Imkânsiz! Bir seyi nisan aldiginda ve eger basarili bir okcuysan farkindaligin hedefine, nesneye yonelir ve eger basarili bir okcu olacaksan kendini unutmak zorundasin; sadece nisan aldigin seyi, hedefini hatirlayip her seyi unutmalisin. Sadece hedef orda olmali.” Ancak Zen ustasi surekli Herrigel’i icerde baska bir hedef yaratmasi konusunda zorluyordu. Bu yayda ikili bir ok olmali: Disaridaki hedefe yonelen ve surekli icerdeki hedefe; oze yonelen.

Herrigel, “Artik ayrilacagim. Imkânsiz gorunuyor. Kosullariniz gerceklestirilemez.” dedi. Ve ayrilacagi gun sadece oturuyordu. Ustayla vedalasmak icin gelmisti ve ustaysa baska bir seye nisan aliyordu. Baska birisi ogreniyordu ve ilk kez Herrigel isin icinde degildi. Sadece vedalasmak icin gelmisti ve oturuyordu. Usta ogretmeyi bitirdigi anda vedalasacak ve gidecekti.

Ama o zaman, ansizin ustanin ve ustanin iki oklu bilincinin farkina vardi. Usta nisan aliyordu. Uc yil boyunca Herrigel ayni ustayla birlikteydi ama kendi cabalariyla daha cok ilgiliydi. Bu adami hic gormemisti, ne yapiyordu? Ilk defa gordu ve fark etti; ve aniden, kendiliginden, caba sarf etmeden ustanin yanina geldi, yayi eline aldi, hedefi nisanladi ve oku firlatti. Ve usta, “Tamam! Ilk kez yaptin. Mutluyum.” dedi.

Ne yapmisti? Ilk kez kendi icinde merkezlendi. Hedef oradaydi ama o da oradaydi; mevcuttu.

Oyleyse her ne yapiyorsan —her neyse; okculuga falan gerek yok—her ne yapiyorsan, yalnizca oturuyorsan bile, iki oklu ol. Disarida olup bitenleri hatirla ve icerdekinin kim oldugunu da hatirla.

Lin-chi bir sabah konusma yapiyordu ve birisi aniden sordu: “Sadece su soruma cevap verin: Ben kimim?” Lin-chi asagi indi ve adama gitti. Tum salon sessizlesti. Ne yapacakti? Cok basit bir soruydu. Oturdugu yerden cevaplayabilirdi. Adama ulasti. Tum salonda cit yoktu. Lin-chi adamin onunde durup gozlerinin icine bakti. Cok ice isleyen bir andi. Her sey durdu. Soru sahibi terlemeye basladi. Lin-chi gozlerini dikmis onun gozlerine bakiyordu. Ve sonra Lin-chi, “Bana sorma. Iceri git ve kimin soruyu sordugunu bul. Gozlerini kapa. ‘Ben kimim?’ diye sorma. Iceri gir ve kim soruyor, soruyu soran kim, bul. Beni unut. Sorunun kaynagini bul. Derine dal!” dedi.

Ve adamin gozlerini kapadigi, sessizlestigi ve ansizin aydinlandigi soylenir. Gozlerini acti, guldu, Lin-chi’nin ayaklarina dokundu ve dedi ki: Beni yanitladiniz. Bu soruyu herkese sorup duruyordum ve bana pek cok cevap verildi ama hicbiri bir cevap oldugunu kanitlayamadi. Ama siz beni yanitladiniz.”

“Ben kimim?” Kim bunu yanitlayabilir? Ama belli bir durumda —bin kisi sessiz, cit bile cikmayan bir sessizlik— Lin-chi iceri nufuz eden gozlerle asagi geliyor ve adama gozlerini kapamasini soyluyor: “Gozlerini kapa, iceri gir ve soruyu kimin sordugunu bul. Yanitlamami bekleme. Soruyu kimin sordugunu bul.” Ve bu adam gozlerini kapadi. Bu durumda ne oldu? Merkezlendi. Aniden merkezlendi, en icerdeki ozun farkina vardi.

Bu kesfedilmek zorunda ve farkindalik da bu en icerideki ozun kesfedilmesi yontemidir. Ne kadar bilincsizsen, o kadar kendinden uzaktasindir. Ne kadar bilincliysen, kendine o kadar cok yaklasirsin. Bilinclilik tamsa, merkezdesin. Bilinclilik azsa, cepere daha yakinsin. Bilincsizken o zaman merkezin tamamen unutuldugu ceperdesin. Bunlar iki olasi hareket etme yontemidir.

Cepere gidebilirsin; o zaman bilincsizlige gidersin. Bir filme oturursun, muzik dinlemek icin bir yere oturursun, kendini unutabilirsin; o zaman ceperdesin. Bhagavad Gita ya da Incil ya da Kuran okurken kendini unutabilirsin; o zaman ceperdesin.

Ne yaparsan yap kendini hatirlayabilirsen merkezin yakinindasin. O zaman ansizin bir gun merkezlenirsin. O zaman enerjin var. Bu enerji atestir. Tum yasam, tum varolus enerjidir, atestir. Ates eski ismidir; artik ona elektrik diyorlar. Insanlar onu cok, pek cok sekilde etiketlediler ama ates iyidir. Elektrik biraz olu gibi; ates ise daha canli geliyor.

Eylemlerinde dikkatli ol. Bu cok uzun, zor bir yolculuk, tek bir an bile farkinda olmak zordur; zihin surekli titresir. Ama imkânsiz degildir. Cetindir, zordur ama imkânsiz degildir. Mumkundur; herkes icin mumkundur. Yalnizca gayret etmek gerekir ve butun kalple gayret etmek. Disarida hicbir sey, icerde hicbir sey dokunulmadan kalmamali. Her sey farkindalik icin kurban edilmeli; ancak o zaman ruhsal ates kesfedilir. O orada.

Su ana kadar varolmus veya varolacak tum dinleri birlestiren ozun ne oldugunu birisi bulmaya kalkarsa, sadece farkindalik sozcugu bulunabilir.

Isa bir oyku anlatir… Bir evin efendisi disari cikmis ve hizmetcilerine surekli tetikte olmalarini cunku her an geri donebilecegini soylemis. Bu durumda gunde yirmi dort saat tetikte kalmak zorundadirlar. Herhangi bir an efendi gelebilir, her an! Belirlenmis bir an yok, belirlenmis gun yok, belirlenmis tarih yok. Belirlenmis bir tarih olsa o zaman uyuyabilirsin; o zaman canin ne isterse yapabilirsin ve sadece belli bir tarihte hazir olursun cunku efendi geliyor. Ama efendi, “Her an gelebilirim. Gece ve gunduz beni karsilamaya hazir olmak zorundasiniz.” demisti.

Bu hayatin meselidir. Erteleyemezsin; her an efendi gelebilir. Kisi surekli tetikte olmak zorundadir. Bir tarih belirlenmemistir; bu ani olayin ne zaman gerceklesecegi hakkinda hicbir sey bilinmiyor. Kisi sadece bir sey yapabilir: Tetikte ol ve bekle.

Farkindalik kisinin kendisini merkezlemesi, ruhsal atesi elde etmesi icin bir tekniktir. O orada gizli; kesfedilebilir. Ve o bir kez kesfedildiginde, sadece o zaman tapinaga girmek icin yetkinlesiriz; once degil, asla degil.

Ama kendimizi sembollerle kandirabiliriz. Semboller daha derindeki gerceklikleri gostermek icin var ama biz onlari kandirmacalar olarak kullanabiliriz. Tutsu yakariz, dissal seylere tapiniriz ve bir sey yapmisiz gibi huzur hissederiz. Dindar hale gelmeden kendimizi dindar hissedebiliriz. Olan sey budur; yeryuzunun geldigi nokta budur. Insanlar ruhsal atesleri olmadan sadece dissal sembolleri izliyorlar diye dindar olduklarini dusunuyorlar.

Basarisizlik abidesi bile olsan cabalamaya devam et. Baslangicta olacaksin. Tekrar tekrar basarisiz olacaksin ama basarisizligin dahi yardimci olacak. Tek bir an dahi farkinda olma konusunda basarisiz oldugunda, ilk defa ne kadar bilincsiz oldugunu hissedeceksin.

Sokakta yuru ve bilincsizlesmeden birkac adim dahi yuruyemezsin. Tekrar tekrar kendini unutursun. Bir tabelayi okumaya baslarsin ve o zaman kendini unutursun.

Basarisizliklarin yardimci olacak. Onlar sana ne kadar bilincsiz oldugunu gosterecek. Ve hatta bilincsiz oldugunu fark edebilirsen, belli bir farkindalik elde ettin demektir. Delirmis birisi deli oldugunun farkina varirsa, akilli olma yoluna girmis demektir.

Farkindalik / Osho / Ganj Kitap

sincered 29-03-2009 01:21 AM

Cevap: OSHO' nun kitaplarından seçmeler...
 
Beden ile Zihni Dengelemek-Osho( arka kapak)

Bedenle iletişim kurmaya başlayınca işler çok kolaylaşıyor. bedenin zihni zorlaması gerekmiyor, çünkü beden ikna edilebilir. Bdenle kavgaya girişmek gerekmiyor-bu çirkin, şiddet dolu ve saldırgan olur ve herhangi bir sürtüşme sadece daha fazla gerginlik yaratmaya yarar. O yüzden sürtüşmeye girmeye gerek yok- bırak rahatlık ön planda olsun. Ve beden Tanrı'nın öyle güzel bir hediyesi ki onunla itişmek Tanrı'ya karşı gelmek ile eşdeğerdir. O bir tapınak...biz içinde yaşıyoruz; o bir mabet. Biz onun içinde varoluyoruz ve ona iyi bakmak zorundayız-o bizim sorumluluğumuz.
Başta biraz tuhaf gelecek, çünkü kendi bedenimizle konuşmak asla öğretilmedi-ama bu sayede mucizeler gerçekleşebilir. Biz farkında olmadan zaten gerçekleşiyor. Ben seninle konuşurken elim bir hareket yapıyor. Seninle konuşuyorum-beynim seninle iletişim haline. Bedenim onu takip ediyor. Beden beyinle uyumlu davranıyor. Beden adeta beyin ile paralel çalışıyor. O çok duyarlı-bedeninle nasıl konuşulacağını öğrenmelisin ve o zaman pek çok şey yapılabilir.

arkadaşlar bende bu kitabı tavsiye ediyorum. herşey bizimle başladığına göre kendimizle konuşmayı öğrendiğimizde herşey daha açık ve kolay ulaşılabilir olur bence.
sevgiler.neseli56

beertouch 03-05-2010 10:48 PM

Cevap: OSHO' nun kitaplarından seçmeler...
 
okumak istiyorum hemen :)

elector- 24-11-2010 09:47 PM

Cevap: Ynt: OSHO' nun kitaplarından seçmeler...
 
Eğer tamamen susabilmeyi öğrenmişsen ve bundan zevk alıp herşeyi oluruna bırakmayı seçmişsen, aydınlandın gitti :)
Eğer kafanda soru işaretleri , -onlar her zaman var- seni rahatsız etmiyorsa, aydınlandın demektir.
Zihninin Efendisi olmayı başarmış ve onun seni değil, senin onu kullanma lüksüne ulaşmışsan, aydınsın demektir.
Eğer X değil, Y düzleminde yukarı doğru çıkmaya başlamışsan, yine aydınlandın demektir.

elector- 24-11-2010 09:49 PM

Cevap: OSHO' nun kitaplarından seçmeler...
 
Eğer bir SANNYASİN olmuşsan, ve bir VAZGEÇİŞİ hayatının merkezine oturtmuşsan
sen aydın birisin.
Birilerinin sana , " evet, sen aydınlandın! " demesi çok saçma.
Bunu sadece SEN bilebilirsin.
Sağlık ve afiyetler dilerim.

Işıldayan Safir 11-05-2011 11:12 PM

Cevap: OSHO' nun kitaplarından seçmeler...
 
Bazen gökyüzünde siyah bulutlar olur; gökyüzü bu siyah bulutlar yüzünden değişmez. Ve bazen beyaz bulutlarda olur ve gökyüzü bu beyaz bulutlar yüzünden de değişmez. Bulutlar gelirler ve giderler gökyüzü baki kalır.

Sen gökyüzüsün ve düşünceler de bulutlardır. Eğer düşüncelerini titizlikle izlersen, eğer onları kaçırmazsan, eğer onlara doğrudan bakarsan ilk şey bunu anlamak olacaktır ve bu çok büyük bir anlayıştır. Bu senin aydınlanmanın başlangıcıdır. Artık sen uykuda değilsin, artık gelip giden bulutlarla özdeş değilsin, artık sonsuza dek baki kalacağını biliyorsun. Tüm kaygı yok olur.

Osho

umut73 12-05-2011 10:54 AM

Cevap: OSHO' nun kitaplarından seçmeler...
 
Din insanların anladıkları şey değildir. Din Hıristiyanlık değildir. Hinduizm değildir. Müslümanlık değildir.
Dünyada varolan tüm dinler -ki sayıları hiç az değildir, dünyada üçyüz din vardır- ölü kayalardır. Onlar akmazlar, onlar değişmezler, çağla birlikte hareket etmezler.
Tüm sözde dinler yaşantınızı, sevginizi, sevincinizi yıkarak ve kafalarınızı Tanrı hakkında, cennet ve cehennem, reenkarnasyon (genedoğum) ve çeşitli saçmalıklar hakkında fantazilerle, kuruntularla ve halüsinasyonlarla doldurarak size mezar kazıyorlar.
Hakki dindarlığın peygamberlere, kurtarıcılara, kutsal kitaplara, kiliselere, papalara, rahiplere ihtiyacı yoktur çünkü dindarlık yüreğinizin çiçek açmasıdır. O varlığınızın en merkezine ulaşmaktır. Ve varlığınızın en ortasına ulaştığınız an bir güzellik, saadet, sessizlik, ışık patlaması olur. Tümüyle farklı bir kişi olmaya başlarsınız. Yaşamınızda karanlık olan herşey ve yaşamınızda yanlış olan herşey kaybolur.

OSHO-Ben Dini Değil Dindarlığı Öğretiyorum.....

demiş kendileri bu nasıl bir çelişkidir bir yandan mevlananın beyitlerinden faydalanıp onları uygulamaya çalışacaksın ki mevlana hz. muhammed (S.A.V) aşığıdır, bir taraftan da dini yok sayma insanları inançsızlık ve firavunluğa götürecek mantıksız fikirlere saplanma.... bunları kendime yazıyorum...insanın kendini sevmesi ve değerini yaratandan ötürü bilmesi kıymet vermesi kıymet görmesi ölçüler dahilinde hoştur ammaaa nebiyi inkar etmek insanı imansızlığa kadar götürür inançlı insan için önemli...papazlar beni alakadar etmez reenkarnasyon zaten yok tamamıyle safsata.
insanlar bir şeyleri ifade etmek isterken bilerek ya da bilmeyerek bazı kavramları atlarsa böyle kargaşalar çıkıyor ortaya söylenmesi gereken şuydu dinlere giren batıl inançlar, bahsedilmesi gereken inanaçlar batıl inanaçlardır bunları uyduran da insanlardır zaten yoksa hiç bir peygamber saçmalık öğretmedi insanlara ve hiç bir kitap ta gökten buyrun alın okuyun anlatın diyerek inmedi semadan elbette bir rehber eşliğinde zaten küçülmüş beyinlere birinin rehberlik etmesi gerekirdi. hangi ilim dalı kendi kendine öğrenilir hangi matematik öğretmeni kendiliğinden öğrendi ders vermeyi konu anlatmayı....:) 10 tane doğru arasında bir yanlış kaç kişinin dikkatini çeker ki... ama mesaj verilir almak isteyen alır düşünen beyinler süzgeçten geçirir...düşünen beyinler olmak ümidiyle...


WEZ Format +3. Şuan Saat: 09:01 AM.

Powered by vBulletin® Version 3.8.8
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.