![]() |
Cannesda Düşler ve Kırıklıklar Cannesda Düşler ve Kırıklıklar60. Cannes Film Festivali artan sayıdaki başarılı yarışma filmleriyle baş döndürmeye devam ediyor. Festivaldeki favori filmlerim arttıkça Altın Palmiyeyi kimin kucaklayacağını kestirmem güçleşiyor. Düşler... Beni çok etkileyen yarışma filmlerinden biri Avusturyalı yönetmen Ulrich Seidlın Import Export adlı filmi oldu. Filmde Avusturyaya göç etmiş Ukraynalı bir kız ve Ukraynaya göç etmiş Avusturyalı bir delikanlının öyküleri paralel kurguda anlatılıyor. Film, göç etmenin, dışarı çıkmanın ve başka içerilere girmenin olumlu ve olumsuz etkilerini, keyiflerini ve hüzünlerini, her daim yalnızlığını aktarmış. Seks işçilerinin ve gerçek geriatrik hastalarının günlük yaşantılarını, zaman zaman gördükleri sömürüyü ve çaresizliklerini çok doğrudan bir dille anlatan film, kimi rahatsız edici görüntüleri sık sık bir araya getirmekten hiç çekinmiyor. Bu nedenle filmin vizyon şansı düşük olabilir, ama dürüst ve saydam bir sinemanın trajikomik sularında yüzen Seidl bana göre festivalin en ödüle değer yönetmenlerinden. Festivalin bir başka mutluluk kaynağı benim için Quentin Tarantinonun son serüveni Death Proof oldu. Resim kaymaları, aniden renkli görüntüden siyah & beyaz görüntüye geçmeler, ses ve görüntü takılmaları, çizikli bozuk kareler gibi eski günlerin teknik yetersizliklerini Tarantino sinemasına bizzat uygulamış. Genç kız katili Stuntman Mikeın (Kurt Russell) şiddet dolu emelleri, bir grup kızı ‘ölüm geçirmez arabasıyla katlettikten sonra sıradaki hedefinde tepetaklak edilir. Kızların erkek sapıklarına karşı verdikleri vahşi savaş, filme Tarantinonun pek bir sevdiği girl power kurmacasını doruğa ulaştıran bir absürd-komedi/macera kimliği kazandırıyor. Festivalin yarışan en orijinal yapıtlarından biri, aynı zamanda yarışma dalının tek animasyon filmi olan Persepolis. 95 dakikalık animasyon, İranlı yazar/yönetmen Marjane Satrapinin gerçek öyküsü. Persepolis, İranda İslam devrimiyle beraber gelen kültürel ve sosyal gelişmelerin ortasında kalmış çelişkilerle dolu küçük bir kızın, modern-radikal ailesinin ve çevresindeki dini yaptırımların gölgesinde yaşadığı benlik arayışını konu alıyor. Ülkemizde de süren laiklik mücadelesi nedeniyle gündemimize yerleşen kadın hakları, eşitlik ve özgürlük gibi konulara parmak basan film, herkesin anlayacağı bir dilden çok büyük kavramları özgürce dile getiriyor. Bir çizgi romandan perdeye aktarılan filmde, yaratıcı buluşlarla öyküye temelli trajediyi, animasyonun çocuksu ve saf diliyle mizaha bulayan bir anlatım dili buluyoruz. Fransız yönetmen Julian Schnabelin The Diving Bell and the Butterfly adlı filmi, Vogue dergisinin yayın yönetmeni olarak gösterişli bir hayata sahipken, aniden locked-in syndrome adı verilen, beyin fonksiyonları haricinde vücudun tüm hareket kabiliyetinin yitirildiği bir felç geçiren, Jean-Dominique Baubynin (Mathieu Amalric), bedeninin içine hapsolduğu dönemi anlatıyor. Baubynin, doktorunun geliştirdiği bir teknik sayesinde iletişim kurmaya başlaması ve bu yolla filme adını veren bir kitap yazmasındaki süreç son derece trajik. Schnabel, Baubynin hapislik duygusunu, konuşamama ve hareket edememesindeki çaresizliği ve yalnızlığı anlatmak için özel bir lens çalışması ve rüya gibi bir sinematografi geliştirmiş. Amalricin kusursuz oyunculuğu sayesinde, Baubynin acıklı hikayesini izlerken onunla empati kurmamak, hayata daha bir bağlanmamak mümkün değil. Kırıklıklar... Merakla beklenen son Gus Van Sant filmi, Paranoid Park beni kararsız bırakan filmlerden biri oldu. Blake Nelsonın romanından sinemaya uyarlanan filmde, Portlandda kaykaycıların boy gösterdiği Paranoid Parka merak salmış 16 yaşında bir delikanlının, kazayla sebep olduğu bir ölümü ısrarla reddetmesi ve paranoya ve korkuyla sorumluluktan kaçmasını anlatıyor. Estetik olarak Altın Palmiyeli Fil, Gerry ve Last Daysi çağrıştıran filmde ağır bir kurgu ve steril çerçeveler yine dikkat çekiyor. Konusunun basitliği filme gerekli momentumu sağlayamıyor; film sık sık yeniyetme başrolünün (Gabe Nevins) takibinde bunaltıcı bir sükunet içerisinde. Van Sant hayranlarını şüphesiz tatmin edecek film için genel görüşün, Van Sant sinemasının kendini tekrar eden bir girdaba sürüklendiği olacağını düşünüyorum. Meksikalı yönetmen Carlos Reygadas tarafından yazılıp yönetilen Silent Light festivalin dayanması zor filmlerindendi. Şaşılacak ağırlıkta ilerleyen filmde gönül rahatlığıyla takdim edebileceğim yegane övgü muhteşem ışık ve sinematografisi olacak. Zira filmin sonunu getirmeye yetecek sabrı kendimde bulamadım. Söylenene göre iki saat yirmi iki dakikanın sonunda filme tüm anlamı verecek bir final tüm işkenceye değiyormuş. Ben yine de hiçbir hal ve şartta hemen hemen hiçbir bilgi taşımayan upuzun planların yaşatacağı zulmü kimseye tavsiye edemeyeceğim. Festival seyircisinin dışında Reygadasın izleyici bulması zor görünüyor. Festivalin benim için büyük hayal kırıklığı Fatih Akının The Edge of Heavenı oldu. Aslına bakılırsa yönetmen konusunda fazlaca bir umudum da yoktu, ama festival atmosferinde sezdiğim büyük Fatih Akın ilgisi ister istemez beni de heveslendirmişti. Türkiye ve Almanya arasında köprüler kurarak ilerleyen öyküde ikisi Alman altı karakter politik, dramatik ve ölüm kokan maceralara atılıyorlar. Tematik olarak ilgi çekebilecek öyküde üslup yetersizliği diğer her şeyi geride bıraktı benim için. Ne sinematografi ne oyunculuklar oturaklı bir yetkinliğin, ne de senaryo olgun ve bilinçli bir beynin habercisiydi. Ama festivalde Yılmaz Güney sinemasının yeni temsilcisi gibi görülen Fatih Akın bir sürpriz yapabilir. Türkiyeden Müjdeli Film Yumurta Semih Kaplanoğlunun Bal, Süt ve Yumurta üçlemesinin üçüncü filmi Yumurta, festivalin Quinzaine des Realisateurs bölümünde geçtiğimiz günlerde gösterildi. Ekibin ve oyuncuların da katılımıyla gerçekleşen gösterimde film büyük ilgiyle karşılandı. Yumurta, üçlemenin diğer iki filminde çocukluğu ve gençliği anlatılan Yusufun (Nejat İşler) olgunluk dönemini, karakterin annesinin ölümünün ardından köyü Tireye dönüşünü temel alarak anlatıyor. Alabildiğine sade bir öyküsü olan Yumurta, 40lı yaşlarındaki şair Yusufun, ölümüne kadar annesiyle yaşamakta olan uzak akrabası Ayla (Saadet Işıl Aksoy) ile kurduğu suskun iletişimle filizleniyor. İkilinin arasında birbirinin yalnızlığına sessizce merhem olan bağ, uzun ve durgun planlarda bile capcanlı. Filmde diyaloglar karakterlerin dünyalarının farklılıklarına ve derinlerdeki devinime ışık tutucak şekilde ustalıkla tasarlanmış. Kimi sahneler, hatta ufak bakışlar ve duraksamalar filmde cüssesinden çok daha büyük etkiler yaratıyor. Ekonomik diyaloglarına rağmen Nejat İşler, karakterinin gençlik ve çocukluğuna da zemin hazırlayacak kendine has evrenini derinlikle ve iç gıcıklayıcı bir hüzünle aktarmakta usta. Saadet Işıl Aksoy mahcup köylü kızı rolünde hem son derece inandırıcı hem de güzelliğiyle filme gereken parlak yüzü sağlıyor. Anne, ölüm, yalnızlık, geri dönüş, bekleyiş, özlem temaları, abartısız bir senaryo, duygu yüklü bir anlatım dili ve Özgür Ekenin sinematografisindeki sade estetik ve nadir görülen ışık başarısıyla yoğrulmuş, tutarlı ve duygulu bir sinemada birleşmiş. Semih Kaplanoğlunun sineması son derece özgün, kararlı ve sistematik bir tasarım örneği. Yönetmen ve ekibine sıradaki filmlerinde bol şans diliyorum ve üçlemenin diğer parçalarını sabırsızlıkla bekliyorum... Selin Sevinç selinlesinema@gmail.com Selin Sevinç'in tüm sinema yazılarına filmbutik.net'ten ulaşabilirsiniz!... |
WEZ Format +3. Şuan Saat: 12:29 AM. |
Powered by vBulletin® Version 3.8.8
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.