![]() |
Prestij PrestijTürk ve dünya sinemalarında şu ara sinemanın büyüsünü tekrar yakalamak gibi bir gereksinim duyuluyor olsa gerek. Neil Burgerın Sihirbazı ve Ali Taner Baltacının Hokkabazından sonra Christopher Nolan da ilüzyonu perdeye taşıdığı Prestijle vizyonda yerini aldı. Sinema ve sihir sanatlarının, büyüleme, aldatma, inandırma ve şaşırtma yollarıyla seyircinin merakını cezbetmek ve eğlendirmek hedeflerini gütmesi onların sık sık bir araya getirilmesinde rol oynuyor. Prestijde Nolan İngilterenin iki ünlü sihirbazını birbirine düşürerek verecekleri sihir mücadelesini perdeye yansıtıyor; hırs, kıskançlık, inat ve tutku üzerine bir öykü kuruyor. Sinemada insanları gerçekten şaşırtmak ve büyülemenin giderek güçleştiği günümüzde Nolanın üstlendiği bu zor görevin, zayıf bir hikaye temeli ve seyirciyi sürüklemek üzere geliştirdiği zorlama metodlarıyla ne kadar hedefe ulaşabildiği tartışılır. Öncelikle senaryoda ilgimi çeken hayata dair önemli mesajlar var. Angier (Hugh Jackman) ve Borden (Christian Bale) adlı sihirbazların birbirleriyle yarışmasında onları hem ayıran hem belirleyen en büyük özellikleri seçtikleri vizyon için hayatlarını adamışlıkları, seçimleri uğrunda ellerini kirletmekten sakınmamaları. Bana göre filmi en izlenmeye değer kılan anlardan biri, uzak doğulu bir sihirbazın akıl almaz gösterisini gerçekleştirmek için tüm hayatını bir aldatmaca üzerine kurmuş olduğunu Angier-Borden ikilisinin keşfettiği an. Bu örnekle birlikte iki sihirbaz da farklı şekillerde hayatlarından, gereksinimlerinden, hatta aşklarından vazgeçebilecek, hayatlarını adadıkları kandırmaca için benliklerinden çıkabilecek hale gelirler. Buradan Prestijin kan damarının sihirin ötesinde, bir fedakarlık gösterisi olduğu anlamını çıkarıyorum. Filmin bütününe yayılmış bu adamışlık ve tutku kaynaklı inanılmaz rekabet filmin bel kemiğini oluşturuyor. Öte yandan filmde öyküyü ilerleten, izleyiciye olay örgüsünü adım adım takip ettiren yeterli bir neden bulunmuyor. Bir düşmanlık öyküsü ve kimin birbirinin sırrını önce çözüp diğerininkinden daha büyüleyici bir şov ortaya koyacağından başka bir soru yok kafamızda. Bu ilk bakışta, tematik olarak filmi ilerletmek için yeterli gibi görünebilir. Ama filmdeki çatışmanın bölünüp parçalar halinde seyirciye sunulması; kısa vadeli tatminler/cevaplar ve eklenip çıkarılan yeni sorular ve meraklar oluşturulması kuşkusuz filmin lehine işleyecek yöntemlerden. Ayrıca Prestijin ilk yarısıyla ikinci yarısı arasında hem tempo hem senaryo açısından tutarsızlıklar var. Filmin ilk yarısında ne Angier ne de Bordenla özdeşleşmemiz ve filmin gidişatıyla ilgili tercihler edinmemiz için yeterince malzeme verilmiş. Karakterlerle ilgili birçok bilgi ikinci yarıya saklanırken izleyiciye bu karakterleri merak etmek için motivasyon aşılanmadığı, ikinci yarıdaki değişimleri beklemek için bir neden verilmediği için ilk yarının izleme zevki nispeten düşük. Prestijde sık sık tekrarlanan sihirbazların diline ve yaratmaya çalıştıkları gizeme eşlik eden "Dikkatle izliyor musunuz?" sorusu bahsettiğim izleyicide soru ve merak uyandırma işini suni olarak gerçekleştiriyor. Halbuki bir sihir gösterisinde beklemediğimiz bir anda şaşırtılmamızla devam eden bu dikkat telkininin filmdeki yansımaları zayıf. Sinemanın –sihirle ortak olan– izleyiciyi tek bir görüntüye kilitleme ve algısıyla oynama gibi özelliklerinden yeterince yararlanılmamış. Nolan sinema tekniği olarak herhangi bir Hollywood filminden bekleneceği gibi olanları olduğu gibi gösteriyor ve basitçe sergilemekle yetindiği sihir dilini sinema dilinde uygulayamıyor. Her şeyin bir göz aldatmacası, bir akıl oyunu olması fikriyle yola çıkan ve sık sık düşüncenin yarattığı ilüzyondan yararlanan film bununla çelişen sahneleriyle de hayal kırıklığına uğratıyor. Filmde iki sihirbazın da başvurduğu, akıl hocası ve bilim adamı kimliğindeki esrarengiz Teslanın (David Bowie) yarattığı, aslında ne bilim ne sihir olan gerçeküstü insan klonlama makinesi filmin bütünlüğünü ve büyüleyiciliğini tek başına yok ediyor. Eğer gerçekten olamayacak fenomenleri gerçekleştirebilecek birileri dünyada varsa, o halde filmin kurduğu akıl yarışı, sönük bir arayışa dönüşüyor: Teslayı önce kim bulur makineyi icat etmesine ikna ederse, o kazanır. Elbette Prestij fantastik bilimkurgu modelini başından beri kursaydı, izlediğimizin insanoğlunun yaratımı olan ilüzyonlar olmayabileceği, filmin dünyasının her şeye kadir olduğu anlatılsaydı böyle bir hayal kırıklığı yaşanmayıp, o dünyanın kendine has kuralları olduğu gibi kabul edilebilirdi. Öyleyse filmin bu dönüşümü ve tür karmaşasını Nolan kardeşlerin kendi hırslarının bir sonucu olarak görebiliriz. Tüm sahne sanatlarında olduğu gibi sinema sanatının da beslendiği en büyük güç, izleyicinin gözünde yarattığı şaşkınlık ve büyüleniş ifadesidir. Angier ve Bordenı kendi sonlarına kadar götüren bağımlılıkları da, ilüzyonlarının yüzlerdeki aksidir elbette. Prestij, sinemada her fırsatta işlenen hırs ve tutku duygularına, bu kahramanlar aracılığıyla etkin bir biçimde can veriyor. Film her saniyesiyle bir heyecan ve merak tufanı yaratmakta zorlansa da, ve kimi zaman hayal kırıklığına uğratsa da, özellikle her şeyin çözüldüğü filmin sonuna gelindiğinde izlenmeye değen bir filmi geride bıraktığımızı hissettiriyor. Sinemanın vaad ettiği, bizi var olduğumuz dünyanın dışına çıkaran, ‘başkanın gizemiyle avutan ışığı umarım hiç sönmez. İyi seyirler... |
WEZ Format +3. Şuan Saat: 04:46 PM. |
Powered by vBulletin® Version 3.8.8
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.