Tekil Mesaj gösterimi
Alt 17-12-2008, 08:02 PM   #2 (permalink)
shamanic
Administrators
♥Ozlem Şahin ♥
 
shamanic - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Feb 2007
Bulunduğu yer: istanbul
Mesajlar: 5,030
Tesekkür: 13,842
2,276 Mesajinıza toplam 13,392 kez İyi ki varsın demişler.İyi ki varsınız iyi ki varız.
shamanic has a reputation beyond reputeshamanic has a reputation beyond reputeshamanic has a reputation beyond reputeshamanic has a reputation beyond reputeshamanic has a reputation beyond reputeshamanic has a reputation beyond reputeshamanic has a reputation beyond reputeshamanic has a reputation beyond reputeshamanic has a reputation beyond reputeshamanic has a reputation beyond reputeshamanic has a reputation beyond repute
Arrow



İki buçuk yıl önce babamı “kaybettim”.

Annemle babam bir Cumartesi sabahı bizim eve uğrayıp oğlumu almış ve hafta sonunu geçirmek üzere yazlığa gitmişlerdi. Pazar günü akşam yavaş yavaş çökerken, o sıcak Ağustos günü rüzgarın hafif esintileriyle hafiflemeye başlamıştı.

Annemler bize uğrayacak, oğlumu bırakacak, belki biraz çay içip yaptığım ufak keklerden yiyecek, sonra da evlerine döneceklerdi. Saat akşamın sekizine yaklaşmıştı. Çoktan gelmiş olmalıydılar.

Ben yine kafamda bildik kuruntularımı biçimlendirmeye başlamış, ağızda ağır ağır eriyen, eridikçe tadını daha da hissettiren bir akide şekeri gibi korkularımı zihnimde döndürmeye başlamıştım.

Sonra telefon çaldı.
Annemdi.
Düzgün konuşmaya çalışıyordu ama sesindeki titreme ve umutsuzluğu gizlemesi mümkün değildi. “Babanı kaybettik,” dedi. İki sözcük.

İstanbul’a dönerken babam araba kullanırken bir kalp krizi geçirmiş, içinde annem ve oğlumun da olduğu arabayı yolun kenarına çekmeyi, flaşörleri yakmayı ve el frenini çekmeyi bir şekilde başarıp sonra bu yaşamdan ayrılmış.

Biz hastanenin acil servisine varmayı başardığımızda yapılabilecek hiçbir şey kalmamıştı. Aramızda hep derin bir bağın olduğuna inandığım, geçmişte zaman zaman sevindirip bazen de üzdüğüm babamı en azından bu yaşam diliminde artık bir daha göremeyecektim. Söylenecek çok şey eksik kalmıştı.

O güne dek ölüm düşüncesi üzerinde fazla kafa yormamıştım. Ölümü bir kayıp olarak algılamamıştım. Ama aslında ölüm düşüncesini zihnimin uzak bir köşesine hapsedip pek de yanına yaklaşmamaya çalışmış, üzerinde düşünüp taşınmaktan kaçınmıştım.

Yaşadığım olayın üzerimde bıraktığı etkinin büyüklüğü tabii ki babamın ölümünün çok ani oluşuyla da ilgiliydi. Travmayı ilk elden yaşayan iki kişiden biri olan oğlum ise, ki o zaman yalnızca on bir yaşındaydı, ölüm olgusunu benden çok daha farklı şekilde ele aldı. Dedesiyle çok özel bir ilişkisi olmasına rağmen, biz yetişkinlerden çok daha olgundu.

Ertesi gün, yirmi yıla yakın zamandır sakladığım küçük bir kağıt parçasını dosyalarımın birinden bulup çıkardım. Bu küçük ve sararmış kağıdı yıllarca cüzdanımda taşımış sonra geçmişte bir gün, şimdi hatırlamadığım bir nedenden dolayı cüzdanımdan çıkarıp bir dosyanın içine koymayı uygun görmüştüm. Kağıtta Shakespeare’in 64. sonesinin son dizeleri yazılıydı. Türkçe’si şöyle:

Böylece yıkımlar bana düşünmeyi öğretti.
Zaman’ın gelip aşkımı götüreceğini.
Bu düşünce de ölüm gibidir; değiştiremez,
Yalnızca ağlar, yitirmekten korktuğuna sahip olduğu için.

Bence buradaki anahtar sözcük “sahip olmak”. İnsan sahip olmadığı bir şeyi yitiremez. Ancak bir şeye veya bir kişiye sahip olduğumuza inanırsak onu yitirmekten korkabiliriz.

Zamanı sürekli akıp geçen ve geçtikçe de azalan bir kavram, ölümü ise yaşamın yitişi olarak algıladığımız sürece hep yitireceğiz. Günler, aylar, yıllar geçtikçe yitirmeye inanacak ve bunun sonunda, sahip olduğumuzu sandığımız şeyleri, zamanımızı, eşyalarımızı, işimizi, başarıyı, ünümüzü, unvanımızı kaybetmekten korkacağız. Aynı şekilde, sahip olduğumuzu sandığımız insanları, yani sevgilimizi, eşimizi, ailemizi, arkadaşlarımızı yitirme korkusu bizi zincire vuracak.

Oysa bütün bunlara farklı bir biçimde bakmak da mümkün. Tek bir ömrü oluşturan yılları değil de, yüzyılları, hatta sonsuzluğu göz önüne alırsak, aslında ne bütün bu “şeylere” ne de sevdiğimiz insanlara sahip değiliz.

Onlar bize ait değil.

Onlar yalnızca zamanın içinde nispeten kısa sayılacak bir ömür boyunca, içinde bulunduğumuz yaşam dilimi süresince deneyimlememiz, belki tadını çıkarmamız gereken, yeri gelince de gerekli dersleri içselleştirmemize yardımcı olan şeyler. Milyonlarca yıl içinde yetmiş, seksen, haydi bilemedin doksan yıl nedir ki!

Belki de korkular kendilerini gerçekten farklı düzeylerde gerçeğe dönüştürüyorlar.

Geçmiş ve gelecek yaşamlar arasındaki zincirlerin bazı halkalarını oluşturuyorlar.

Bunu anlamak pek de zor değil. İnsan aynı düşünceyi hiç durmadan zihninde yineleyip, korkusunu kendisine defalarca hatırlattığında, o korkusuyla yüzleşerek düğümü çözmek ve o deneyimden kendi ihtiyaç duyduğu ve öğrenmeyi seçtiği dersi alabilmek için evrene kesin bir mesaj gönderiyor olabilir mi?

Korkuların bir özelliği de kuşaktan kuşağa aktarılmalarıdır.

Özellikle annelerin, anneannelerin küçük çocukları korkutmak için neler söylediklerine, ne gibi örnekler verdiklerine ve nasıl öykü ve masallar anlattıklarına hiç dikkat ettiniz mi?

Çevredeki insanların, yabancıların, bilinmeyenin, hatta yaşamın kötülüklerinden söz ettiklerini duydunuz mu?

Bunu elbette çocuğa zarar vermek için değil, korumak için yapıyorlar. Çünkü onlar da kendi anne ve babalarının, büyükanne ve büyükbabalarının korkularını miras aldılar.

Ama bu zinciri kırmak mümkün.

Öyleyse korkmamalı.

Bunu uygulamanın söylemek ya da yazmak kadar kolay olmadığının farkındayım. Ama işe küçük şeylerle başlayabiliriz. Öncelikle korkuların aslında kendi zihnimizin yine kendisini korkutup endişelendirmek için oynadığı bir oyun olduğunu fark etmeye çalışabiliriz.

Henüz gerçekleşmemiş durumlar üzerinde düşünüp kendimizi korkutmaya çalışmaktan vazgeçebiliriz.

Kendi korkularım üzerinde düşündüğümde görüyorum ki korkularımın kendilerini gerçeğe dönüştürmelerine ihtiyacım yok.

Tek ihtiyacım olan onları kabul etmek, kaynaklarını ve nedenlerini araştırmak ve korkularım kendilerini gerçekleştirmeden önce bana öğretebilecekleri dersi kavramaya çalışıp sonra da onları azat etmek.

Hepimiz her an öğreniyor, bazı şeyleri yeniden keşfediyoruz. Ömrümüzün milyonlar, hatta milyarlarca yıl içinde aslında ne kadar kısa bir süreyi kapsadığını ve bu süre zarfında bir şey ya da bir insana “sahip olmanın” ya da “yitirmenin” ne önemli ne de mümkün olmadığını ara sıra kendimize hatırlatabiliriz.

Shakespeare’nin 64. sonesinin son dört dizesinin yazılı olduğu kağıdı geçenlerde yeniden cüzdanıma yerleştirdim. Ve biliyorum ki “sahip değilim”, öyleyse “yitirmem” de mümkün değil.
Çiğdem Aksoy un kaleminden
2006

sevgiler..


__________________
ben mevlana değilim, insan ol öyle gel..
shamanic isimli Üye şimdilik offline konumundadır Offline   Alıntı ile Cevapla