“Biz Avrupa’nın teknolojisini alalım, kültür ve Ahlakını almayalım.”
17 yaşlarımda iken kulaklarımızda sıklıkla yankılanan bir sözdü bu. Avrupa’nın teknolojisini alacağız, biz de onlar gibi gelişeceğiz ve kalkınmış bir ülke olacağız. Ama bu ülkelerin teknolojisini alırken, Ahlak ve Kültür yapısını bırakacağız.
E tabi, Avrupalı salaktı. Bize teknolojisini satarken, alın siz de bunu yapın uygulayın ve bizim seviyemize gelin, bizimle yarışın diye bir derdi vardı. Şimdi ben 38 yaşındayım. Gördüğüm durum şu meşhur söze benziyor.
Bir Kızılderili’nin ya da bir Afrikalının bir Avrupalı ya da bir Amerikalıya söylediği gibi;
"Sizler geldiğinizde, elinizde İncil tutuyordunuz. Bizim ise, topraklarımız vardı. Şimdi bizim İncilimiz var. Sizin ise geniş, sonsuz topraklarınız oldu!"
Şimdi teknoloji diye Avrupa’dan aldığımız televizyonlara bakalım. Görüyoruz ki her tarafından teknoloji fırlıyor. Biz de bu teknoloji şualarına kendimizi bırakıp her birimiz birer TeknoEr (ben uydurdum) olduk. Hayır, böyle olmadı elbette.
Evet, yıllar sonra gördük ki, ne Avrupalı çok salak ne de biz çok uyanığız. Adamlar teknoloji yerine öyle aletler sattılar ki bize, her eve önce bir tane daha sonra neredeyse her odaya bir tane olmak kaydı ile televizyon denen alet ile donatıldık. Aldığımız ise sadece Ahlak ve Kültürleri oldu.
Peki, bizim büyüklerimizin o muhteşem sözleri ne oldu? Hani biz teknolojiyi alacaktık. Hani Ahlak ve Kültürü almayacaktık. Nasıl oldu da bunun tam tersi oldu?
Bir yerlerde bir sorun var. Nerede bu sorun?
O kadar fena kandırıldık ki, anlatmaya utanıyorum. Şimdi birlikte düşünelim. Yukarıda yazdığım sözü buraya tekrar alayım. “Biz Avrupa’nın teknolojisini alalım, kültür ve Ahlakını almayalım.” Soruyorum size biz bu sözü nereden duyduk veya okuduk. Cevap, elbette Avrupalının bize sattığı teknolojik aletin kendisinden. Açtık televizyonu orada birisi vardı ve bize benziyordu, bizim dilimizden konuşuyordu. Hatta karşısındaki ile tartışıyordu. Sanki birbirlerine muhalif iki fikirmiş gibi. O diğerine söylüyordu. Diğeri de bu muhteşem cümle karşısında sükût ediyordu.
Şimdi ise artık bu tür tartışmalar olmuyor. Çünkü atı alan Üsküdar’ı geçti. O aletten ya da gazeteden ne kadar bozuk kültür varsa, ne kadar terbiyesizlik ve rezillik varsa bize medeniyet diye kakalandı. Biz de bunu çocuklarımıza kuzu kuzu seyrettirdik. Belki biz değişmedik. Belki bizim ahlakımız bozulmadı ve onların kültürlerine sahip olmadık. Ama ya ÇOCUKLARIMIZ. Onları bu yozlaşmadan kurtarabildik mi? Hani kumandanın düğmesi bizim elimizde idi? Neden o zaman çocuklarımız yozlaştı? Ve neden biz başkasının çocuklarını yoz, yobaz görürken kendi çocuklarımızı sütten çıkmış “ak çocuk” gibi değerlendiriyoruz.
Hep dağların arkasındaki birilerinin çocuklarının ahlaksızlaştığını zannederek içimizden söyleniyoruz.Kendi çocuklarımız abuk sabuk şarkılar söylerken, dans ederken yanımızdaki arkadaşımız görsün de “aferin” desin istiyoruz, ama bunu başkalarının çocuğu yaptığı zaman ahlaksızlık olarak nitelendiriyoruz. Neyse bu ayrı bir konu.
Nasıl oldu da biz toplum olarak tongaya (tuzak) düştük?
Ben size söyleyeyim. Hani televizyonda tartışan iki adam vardı ya. Hani onlardan biri bizim fikrimizi savunuyordu ya. Hah işte o adam bizim adam değilmiş. O tartışma da bir tartışma değilmiş. Hepsi her zaman ki gibi bir senaryo imiş. O iki adam da bu milletin içinden çıkmış sinsi hainden başka bir şey değilmiş. Yani kısaca kandırıldık. 3 kuruş ciğeri olmayan Avrupalının şimdi çok parası var. Bizim ise televizyonlarımız, gece hayatlarımız bir şeye yaramayan bir sürü sanatçılarımız var. Hadi hepimize hayırlı olsun.
Kendi görüşümü söylemek istiyorum. Sonra da bir kısa hikâye anlatıp konuyu kapatacağım.
Görüşüm:
Hangi kanal olursa olsun ve hangi gazete olursa olsun, verdikleri habere asla inanmıyorum, inanmayacağım. Haberin doğrusunu bana gösterilenin arka planında arayacağım. Çünkü artık biliyorum ki, o aletlerde boy gösterenler konuştukça para kazanıyorlar. Ben ise onları seyrettikçe para kaybediyorum. O halde onlar birileri adına benim cebimdeki parayı ve iş gücümü bedavadan almak için konuşuyor.
Hikâyem:
Su, Ateş ve Ahlâk dostluk kurmuşlar; dolaşırlarken birbirlerini merak etmeye başlamışlar.
Su'ya sormuşlar, "Kaybolursan seni nasıl bulacağız?"
Cevap; "Nerede bir şırıltı duyarsanız ben oradayım."
Ateş'e, "Seni yitirirsek ne yapalım?"
Ateş, "Bir duman gördüğünüz yerde ben varım."
Sıra AHLÂK'a gelince, yanıt şu olmuş:
"Beni kaybederseniz, bir daha kesinlikle bulamazsınız!"
Mehmet Temel KORKMAZ
---Alıntı---