![]() |
Cevap: İçindeki Devi Uyandır Kitabından Alıntılar Bir iş toplantısı planlamışsanız, birisi vaktinde gelmemişse, bu konuda sizin duygularınız, neye odaklanırsanız öyle olur. Siz aklınızdan, o kişinin gelmeme nedenini, aldırmaz tutumuna mı yorumluyorsunuz, yoksa toplantıya vaktinde yetişmekte güçlüklerle karşılaştığına mı? Hangisine odaklanırsanız, duygularınız kesinlikle öyle etkilenecektir. Ya ona gereksiz yere kızarsanız, oysa o, size sunacağı iş teklifi için daha iyi bir fiyat almakla boğuşuyorsa? Unutmayın, neye odaklanırsanız, duygularınızı o saptayacaktır. Belki de peşin kararlar vermek doğru olmaz. İnsan neye odaklanacağını çok dikkatle seçmelidir. Odak, gerçeği iyi olarak mı, kötü olarak mı algıladığınızı, kendinizi mutlu mu yoksa mutsuz mu hissettiğinizi saptar. Odağın gücünü anlamakta çok güzel bir örnek, yarış arabalarını izlemekle ilgilidir ve bu benim gerçek bir tutkumdur. Bir Formula yarışında araba sürmek bazen jet helikopteriyle uçmayı bile çok miskin gösterir! İnsan yarış arabasında odağının bir an bile sonuç konusundan sapmasına izin veremez. Dikkatiniz nerede olduğunuzla sınırlı olamayacağı gibi, geçmişe de çakılamaz, geleceğin uzak bir noktasına da çakılamaz. Nerede olduğunuzun son derece farkında olmayı sürdürürsünüz ama bir yandan da yakın gelecekte ne olacağını bekliyor olmanız gerekir. Yarış okuluna başladığımda ilk öğrendiğim derslerden biri bu olmuştu. Eğitmenler ilk önce beni "kızak araba" dedikleri bir şeye bindirdiler. Bu otomobile bir bilgisayarla birlikte hidrolik kaldırıcılar takılmıştı. Eğitmenin bir işaretiyle, istediği tekerleğini yerden kaldırıveriyordu. Bu kurslarda öğrettikleri bir numaralı ilke şudur: Nereye gitmek istediğine odaklan, neden korktuğuna değil. Kontrolsüz kaymaya başlarsanız, tabii içgüdünüz size duvara bakmanızı söyler. Ama eğer duvara odaklanırsanız, soluğu duvarda alırsınız. İnsanın nereye bakarsa oraya gittiğini sürücüler iyi bilirler. İnsan nereye odaklanırsa oraya gider. Korkunuza karşı koyar, inancınızı sürdürür, gitmek istediğiniz yere odaklanırsanız hareketleriniz sizi o yöne doğru götürür, eğer kurtulmak mümkünse kurtulabilirsiniz. Ama korktuğunuz şeye odaklandığınız zaman hiç kurtuluş umudunuz olmaz. İnsanlar her zaman şunu sorarlar: "Ya zaten çarpacaksan?" Cevap bellidir. İstediğiniz şeye odaklanmakla, kendi şansınızı artırırsınız. Çözüme odaklanmak her zaman sizin kendi yararınızadır. Eğer duvara doğru olan hareket çok güçlüyse çarpmadan hemen önce soruna odaklanmak zaten sizi kurtaracak değildir. Eğitmenler bunu bana ilk anlattıklarında kafamı salladım ve içimden, "Elbette!" diye düşündüm. "Ben biliyorum bütün bunları. Ne de olsa, benim öğretip durduğum şey de bu!" İlk defa yola çıktığımda, keyifle giderken birdenbire, benim haberim olmadan, o düğmeye basıvermişler. Araba kontrolümden çıkıp kaymaya başladı. Gözlerim nereye döndü dersiniz? Tabii ya! Dosdoğru duvara! O son saniyelerde ödüm kopmuştu, çünkü oraya çarpacağımı biliyordum. Yanımda oturan eğitmen uzanıp kafamı yakaladı, eliyle sola çevirdi, gitmem gereken yöne doğru bakmamı sağladı. Araba hâlâ kayıyordu çarpacağımızın farkındaydım ama yalnız gitmek istediğimiz yöne doğru bakmama izin vardı. Tabii oraya bakarken direksiyonu da ona göre çevirmemek elimden gelmezdi. Son anda kurtardım, dönüp sıyrıldık. Ne kadar rahatladığımı siz tahmin edebilirsiniz! Bütün bunlarla ilgili olarak, bilmekte yarar olan bir şey var. Odağınızı değiştirdiğiniz zaman yönünüzü de hemen ardından değiştirmiyorsunuz. Hayatta da öyle değil midir? Bir yere odaklandıktan sonra, vücudunuzun ve hayat tecrübenizin peşinden yetişmesi için biraz zaman gerekmiyor mu? İşte istediğiniz şeye bir an önce odaklanmak için ek bir neden daha. Sorunu gereğinden uzun sürdürmek istemezsiniz. Peki, ben o olayda dersimi aldım mı? Hayır. Bir deney yaşamıştım ama yeterince güçlü bir nöro-asosiyasyon yaratmamıştım. Yeni pareme şartlanmam gerekiyordu. Bir sonraki sefer yine duvara doğru kaymaya başladığımda, eğitmen bana yüksek sesle, amacıma bakmamı hatırlatmak zorunda kaldı. Ama üçüncü seferinde başımı bilerek ve isteyerek, kendim gideceğim yöne çevirdim. Ona güvendim, yararı da oldu. Bunu birçok kereler yaptıktan sonra şimdi artık kayma başladığı anda kafam hemen gitmek istediğim yöne dönüyor, tekerlekler ardından aynı yöne dönüyor, araba da peşinden izliyor. Peki, bu durum, benim odağımı her zaman kontrol edebileceğimi gösterir mi? Hayır. Peki, kurtulma şansımı artırır mı? Yüz kat! Hayatta da böyledir. Bundan sonraki bölümlerde, odağınızın olumlu olduğundan emin olmanın bazı yollarını öğreneceksiniz. Şimdilik, zihninizi disipline almanız gerektiğini bilin. Kontrolden çıkmış bir zihin, size türlü oyunlar oynar. Onu yönlendirdiğiniz zaman da en iyi dostunuz olur. |
Cevap: İçindeki Devi Uyandır Kitabından Alıntılar http://sl.glitter-graphics.net/pub/9...a02y3vy2jt.gif "İste, alırsın. Ara bulursun; vur, açılır." MATTA Odağınızı kontrol etmenin en güçlü yolu, sorular sorarak gitmektir. Sorduğunuz her soruya karşılık beyniniz bir cevap bulacaktır. Neyi ararsanız onu bulursunuz. Eğer soru olarak, "Bu insan neden benden yararlanıyor?" demeyi seçerseniz, o kişinin sizi sömürdüğüne odaklanacaksınız doğru olsa da, olmasa da. Eğer, "Bunu nasıl tersine çevirebilirim?" diye sorarsanız daha güçlendirici bir cevap alırsınız. Sorular hayatınızı değiştirmenin çok güçlü bir yolu olduğu için, bundan sonraki bölümü yalnızca onları tartışmaya ayırdım. Hemen hemen her konuda hissettiklerinizi değiştirmenin en güçlü ve en basit yoludur onlar. Böylece hayatınızı da bir anda değiştirebilirler. Sorular sınırsız gücümüzü serbest bırakmanın anahtarıdır. Bunu en iyi ortaya koyan olaylardan biri, Alabama'da büyüyen bir gencin olayıdır. Yaklaşık on beş yıl kadar önce, yedinci sınıftan bir kabadayı onu kavgaya zorlamış, burnuna bir yumruk atıp devirmiş, üstelik de bayıltmış. Çocuk kendine geldiğinde, öcünü alıp o zorbayı öldürmeye yemin etmiş. Eve gidip annesinin tabancasını almış, adamını aramak üzere yola koyulmuş. Birkaç anlık bir süre boyunca kaderi o pamuk ipliğine asılı durumdaymış. O kabadayıyı bulduğunda, tetiği çekiverse, okul arkadaşı tarihe karışacak durumdaymış. Ama işte o anda çocuk kendine bir soru sormuş: Bu tetiği çekersem bana ne olacak? Bu sefer gözünün önünde başka bir hayal belirmiş. Olabileceği kadar acı bir tablo. Hayatını iki ayrı yöne doğru çekebilecek seçim ânında o çocuk, kan dondurucu netliğe sahip bir tablo halinde, hapse atılmanın nasıl bir şey olacağını görmüş. Öbür hükümlüler ona tecavüz etmesin diye bütün gece uyanık kalmanın nasıl bir şey olduğunu düşünmüş. Bu tabloda yatan acılar öç almanın getireceği zevkten baskın çıkmış. Çocuk tabancasını çevirmiş, bir ağaca ateş etmiş. Bu çocuğun adı Bo Jackson. Bu olayı biyografisinde anlatıyor. Hayatının o ânında, hapse atılmaya bağladığı acının hasmını öldürmekten alacağını sandığı zevki alt etmiş olduğu kesin. Odağın bir değişmesi, acı ve zevk konusunda bir tek karar, hiç geleceği olmayan bir çocukla çağımızın en büyük sporcularından biri arasındaki farkı yaratıvermiş. |
Cevap: İçindeki Devi Uyandır Kitabından Alıntılar http://sl.glitter-graphics.net/pub/9...a02y3vy2jt.gif "Okçu nasıl oklarını dümdüz atarsa, usta da dağınık düşüncelerini öyle toplayıp yönlendirir." BUDA MESELE YALNIZ NEYE ODAKLANDIĞINIZ DEĞİL, NASIL ODAKLANDIĞINIZDIR Bizim hayat tecrübemiz, beş duyumuzla topladığımız enformasyonla yaratılır. Ama her birimizin en sevdiği bir odak ya da modalite vardır (buna genellikle modalite denir). Bazı insanlar en çok gördükleri şeylerden etkilenirler. Görsel sistemleri daha dominant demektir. Diğer bazıları için, en büyük hayat tecrübelerinin tetiğini çeken şey sestir. Bazıları için de temel olan, temastır. Bu farklı tecrübe modlarından her birinin içinde bile, yaşadığınız tecrübenin yoğunluğunu artırıp eksiltebilecek bazı belirli resimler, sesler ya da başka duygular vardır. İşte bu temel girdilere submodalite denir. Örneğin zihninizde bir resim oluşturur, sonra o resmin herhangi bir yönünü (submodalite) ele alır, onu değiştirerek o konudaki duygularınızı değiştirirsiniz. Resmi parlaklaştırır, o tecrübeden hissettiğiniz yoğunluk miktarını bir anda değiştirirsiniz. Buna, bir submodalite'yi değiştirmek denir. Herhalde submodalite'lerin en büyük uzmanı Nöro-Linguistik Programlama'nın kurucularından biri olan Richard Bandler'dır. Bu konuda çalışmış kimseler tarihte, beş duyuyu ilk ele alan ve algılama modellerini sınıflandıran Aristo'ya kadar gitmektedir. Submodalite'lerle oynayarak, herhangi bir şeyle ilgili duygularınızın yoğunluğunu yükseltip alçaltabilirsiniz. Bunlar sizin hemen hemen her konuda neler hissedeceğinizi etkiler. Sevinecek misiniz, çaresizlik mi hissedeceksiniz, merak mı edeceksiniz, umut mu keseceksiniz, hepsi buna bağlıdır. Bunu iyi anlamak, yalnız hayatınızdaki bir tecrübeyle ilgili olarak ne hissettiğinizi değiştirme olanağı getirmez, bunun sizin için ne anlam ifade ettiğini değiştirmenizi, dolayısıyla da bu konuda neler yapabileceğinizi değiştirebilir. Benim submodaliteleri anlayabilmek için yararlı bulduğum bir benzetme vardır. Bugünlerde süpermarketlerden alışveriş ettiğinizde, eskiden bildiğimiz fiyat etiketlerinin yerine kullanılan, o "barkod" dediğimiz çubuk çubuk işaretleri biliyorsunuzdur. Baktığınızda size hiçbir şey ifade etmez, ama onu kasadaki tarayıcıdan geçirdikleri anda, hem satın aldığınız maddenin ne olduğunu, hem fiyatının ne olduğunu, hem bunun satışının envanteri nasıl etkilediğini, daha da bir yığın bilgiyi hemen bilgisayara verir. Submodalite'ler de aynı biçimde çalışıyor. Beyin dediğimiz bilgisayarın tarayıcısından geçtikleri anda, o şeyin ne olduğunu, o konuda ne hissetmek gerektiğini, ne yapmak gerektiğini beyne bildiriyorlar. Sizin de kendi "barkod"unuz var. Hangisini kullanacağınızı saptamak için sorduğunuz sorularla, bir liste dolusu "barkod" birden geliyor. Örneğin eğer görsel modalitelerinize odaklanmak eğilimindeyseniz, belli bir anıdan aldığınız zevk miktarı büyük olasılıkla, görsel imajın boy, renk, parlaklık, mesafe ve hareket miktarı modalitelerinin doğrudan bir sonucudur. Eğer o anıyı kendinize işitme submodalite'leriyle tanıtmak isterseniz, neler hissedeceğiniz bu sefer sesin şiddetine, tınısına, temposuna, tonalitesine ve ona bağlayacağınız bu tür şeylere bağlı olacaktır. Bazı kimseler motive olabilmek için birinci kanalı açmak zorundadırlar. Eğer en sevdikleri kanal görselse, o zaman bir durumun görsel öğelerine odaklanmak onlara daha yoğun duygular getirecektir. Diğer bazı kimseler için, işitsel ya da kinestetik kanalları açmak gerekir. Bir kısmı için de en iyi strateji, şifreli kilit gibi, bileşik olarak işler. Önce görsel kanalı bulup, sonra işitseli, sonra kinestetiği ona katmak gerekir. Üç düğme de gerektiği gibi ve gerektiği sıraya göre ayarlanmalıdır ki kasanın kapısı açılabilsin. Bunu bir kere bilince insanların günlük konuşmalarında kullandıkları kelimelerle size kendilerinin hangi submodalite'lerin düğmesini açtıklarını belli ettiklerini görmeye başlarsınız. Örneğin bir tecrübeyi tarif edişlerine kulak verin ve kullandıkları kelimelerin anlamına bakın. (Ben şu son iki cümlede, düğmeyi açmak ve kulak vermek sözlerini kullanmışım. Bunlar kesinlikle işitsel örnek.) "Kendimi böyle bir şey yaparken gözümde canlandıramıyorum" dendiğini hiç duydunuz mu siz? Sorunun ne olduğunu size söylüyorlar işte. Eğer gözlerinde canlandırabilseler, bunu yapabileceklerini hissedecekleri bir duruma geçebilirler. Belki bir ara birisi size, "Olayları fazla büyütmek"ten söz etmiştir. O gün canınız çok sıkkınsa, belki de bunu söylemekte haklı olabilirler. Belki gerçekten zihninizdeki resimleri alıyor, onları agrandizöre takmış gibi büyütüyorsunuzdur. Bu da o tecrübeyi yoğunlaştırmanın bir yoludur. Eğer birisi, "Bu bana çok ağır geliyor" derse, kendilerini daha hafif hissetmelerine, durumla başa çıkabilecek hale gelmelerine yardımcı olabilirsiniz. Birisi size, "Dediklerinize kulak asmıyorum" derse, asmasını sağlamanız gerekir ki o kişinin durumu değişebilsin. Nasıl hissettiğimizi değiştirme yeteneğimiz, submodalite'lerimizi değiştirme yeteneğimize bağlıdır. Tecrübelerimizi temsil etmekte kullandığımız çeşitli unsurların kontrolünü elimize almayı, onları sonucu destekleyecek biçimde değiştirmeyi öğrenmek zorundayız. Örneğin siz hiç kendinize, "bu sorunla arama mesafe koymam gerek" dediniz mi? Şimdi lütfen bir şeyi denemenizi isteyeceğim. Zihninizde bir resim oluşturun, sonra o resmi giderek kendinizden uzağa ittiğinizi hayal edin. Sonra o resmin yukarısına yükselin, ona aşağıya doğru, farklı bir açıdan bakın. Ne oldu duygusal yoğunluğunuza? Çoğu kişi için yoğunluk azalır. Peki, resim loşlaşır, küçülürse ne olur? Şimdi de o sorunun resmini alıp onu büyütün, parlaklaştırın ve kendinize yaklaştırın. Çoğu kişi için böyle yapmak, resmi yoğunlaştırır. Şimdi onu yine uzağa itin, güneşin onu eritişini seyredin. Bu unsurların herhangi birindeki en basit değişme, yemek tarifinin içindeki malzemeden bir tanesini değiştirmek gibi etki yapar. Sonuçta vücudunuzda hissedeceğiniz şeyi kesinlikle değiştirir. Sınırsız Güç kitabımda submodalite'lerden uzun uzun söz etmiş olmama rağmen bu konuyu burada yeniden ele almamın nedeni aradaki farkı mutlaka anlamanızı sağlamak içindir. Bu kitapla yapacağımız pek çok şeyi anlayabilmek için bu çok büyük önem taşımaktadır. |
Cevap: İçindeki Devi Uyandır Kitabından Alıntılar http://sl.glitter-graphics.net/pub/9...a02y3vy2jt.gif FARKLI SUBMODALİTE'LERİ GÖSTEREN İFADE BİÇİMLERİ Görsel Submodalite'ler Günümü pırıl pırıl eden bir olay. Şimdi durum perspektifine oturdu. Bu en öncelikli konu. Bu adamın geçmişi alacalı. Asıl büyük tabloya bakalım. Bu sorun karşımda durup duruyor. İşitsel Submodalite'ler Bu konuda durmadan sızlanıyor. Sorun bize haykırıyor. Sözünün asıl anlamını duyabiliyorum. Yaptığımız her şey, acı bir fren sesiyle durdu. Adam akortsuz konuşuyor. Kulağa harika geliyor. Kinestetik Submodalite'ler Adam kaypak. Üstümüzde baskı var/baskı kalktı. Bu bana ağır geliyor. Sanki hepsini ben sırtımda taşıyorum. Bu iş ateş bastırıyor. Bu projeye gömülmüş durumdayım. Unutmayın, submodalite'lerde bir değişiklikle, türlü konularda neler hissettiğiniz bir anda değişecektir. Örneğin dün olmuş bir olayı düşünün. Bir an için, gözünüzde canlandırın o tecrübeyi. O anının resmini alın, arkanıza koyun. Yavaşça daha uzağa itin, kilometrelerce arkanıza gitsin. Uzaklardaki karanlıkların içinde belli belirsiz bir noktacık olsun. Şimdi size o olay dün olmuş gibi mi geliyor, yoksa çok eskiden olmuş gibi mi? Eğer o anı güzel bir şeyse, hemen geri getirin. Değilse, bırakın orada kalsın! Kim ister o anıya odaklanmayı? Hayatınızda bir yığın da enfes tecrübeler yaşamışsınızdır. Şu anda bir şey düşünün. Uzun süre önce olmuş bir şey. O olayın resmini oluşturun. Öne çekin, karşınıza alın. Büyütün, parlaklaştırın, renklendirin üç boyutlu hale getirin. O resmin içindeki vücudunuza girin, onu şimdi yer alıyormuş gibi yaşayın. Çok uzun zaman önce olmuş bir şey gibi mi geliyor, yoksa şimdi yaşıyormuşsunuz gibi mi? Gördünüz ya, submodaliteler zaman duygunuzu bile değiştirebiliyor. http://sl.glitter-graphics.net/pub/9...a02y3vy2jt.gif |
Cevap: İçindeki Devi Uyandır Kitabından Alıntılar Kendi submodalite'lerinizi keşfetmek eğlenceli iştir. Bunu belki tek başınıza yapmak istersiniz ama biriyle birlikte yaparsanız daha da keyifli olur. Sonuçlar daha doğru çıkar, ayrıca eğer o kişi de bu kitabı okuyorsa, konuşacak çok şeyiniz olur, kişisel ustalaşma yolunda da bir yol arkadaşınız olur. Şimdi hemen ve çabucak, hayatınızda zevkli bir tecrübeyi yaşadığınız bir zamanı düşününüz ve şu aşağıdakileri yapın. Aldığınız zevke 0'la 100 arasında bir puan verin. 0 hiç zevk yok anlamına gelsin, alınabilecek zevkin doruk noktası da 100 olsun. Diyelim ki bu duygu skalasında 80'i seçtiniz. Şimdi bir sonraki sayfada bulacağınız submodalite işaretleme listesini açın, bakalım sizin hayatınızda en çok zevk yaratan unsurlar hangileriymiş, hangileri size acıdan çok zevk getiriyormuş. İşaretleme listesindeki soruların her birini, sizin o tecrübenizle ölçerek değerlendirin. Örneğin, o tecrübeyi hatırlayıp görsel submodalitelere odaklanın, kendinize sorun: "Bu hareketli bir film mi, yoksa hareketsiz bir resim mi?" Eğer filmse, nasıl bir duygu verdiğine dikkat edin. İyi bir duygu mu veriyor? Şimdi onu ters çevirin, yani hareketsiz resim yapın, ne oluyor, bakın. Zevk düzeyiniz düştü mü? Çok mu düştü? Yüzde kaç düştü? Siz onu hareketsiz resim haline getirirken 80'den 50'ye mi düştü örneğin? Bu değişikliği not edin, çünkü aradaki bu farkı daha sonra kullanmanız gerekecektir. Sonra o hayali eski haline çevirin, yani (eskiden film idiyse) yeniden film yapın, kendinizi yine 80'de hissedin. Sonra işaretleme listenizdeki ikinci soruya geçin. Renkli mi yoksa siyah-beyaz mı? Siyah-beyazsa, nasıl bir duygu verdiğine dikkat edin. Şimdi yine ters çevirin. Renk katın, ne olduğuna bakın. Duygusal yoğunluğunuzu 80'in üzerine mi çıkarıyor? Bunun üzerinizdeki duygusal etkisini yazın. Eğer sizi 95'e getirmişse, bunu gelecekte hatırlamak yararlı olabilir. Örneğin genellikle kaçındığınız bir işi düşünürken, hayalinizdeki resmine renk katarsınız, olumlu duygusal yoğunluğunuzun hemen arttığını görürsünüz. Şimdi o resmi yeniden siyah-beyaz yapın, duygusal yoğunluğunuza ne olduğuna bakın, ne kadar büyük bir fark yarattığına dikkat edin. Bir sonraki soruya geçmeden önce resmi kesinlikle ilk durumuna döndürmeyi unutmayın. Ona yine rengi ekleyin, eski halinden daha parlak yapın adetâ capcanlı renkler arasında kalır duruma gelin. Aslında parlaklık çoğu insan için önemli bir submodalite'dir; görüntüleri parlaklaştırmak duyguları yoğunlaştırır. Şimdi o zevkli tecrübeyi düşünür, onu daha parlak, giderek daha parlak duruma getirirseniz, herhalde kendinizi daha iyi hissedeceksiniz, değil mi? (Tabii bunun istisnaları da vardır. Eğer romantik bir olayın anısına bakıyorsanız ve birdenbire o resmi coşkun ışıklar altına alırsanız, belki de çok uygun olmaz.) Ya resmi loş, karanlık, bulanık hale getirirseniz? Çoğu insanlar için bu hemen hemen depresyon yaratır. O zaman yine parlaklaştırın; pırıl pırıl olsun! Listeyi taramayı sürdürün, bu görsel submodalitelerden hangilerinin duygu yoğunluğunuzu en çok değiştirdiğine bakın. Ondan sonra işitsel submodalite'lere geçin. Tecrübeyi kafanızda yeniden yaratırken, sesi nasıl geliyor size? Sesi yükseltmek, duyduğunuz zevke ne yapıyor? Temposunu hızlandırmak zevkinizi nasıl etkiliyor? Ne kadar? Not edin, aklınıza gelen unsurların hepsini değiştirerek deneyler yapın. Eğer hayal ettiğiniz, bir başkasının sesiyse, çeşitli vurgu ve aksanlarla deneyin, bu tecrübeden aldığınız zevkin nasıl etkilendiğine bakın. Eğer sesin niteliğini, düzgün ve ipeksi olmaktan çıkarıp sert ve pürüzlü yapın. Ne oluyor? Unutmayın, yine sesleri eski durumuna getirin, her haliyle size zevk yaratmayı sürdürsün, ondan sonra bir sonraki adıma geçin. Son olarak kinestetik submodaliteleri ele alın. Bu zevkli tecrübeyi hatırlarken, çeşitli kinestetik unsurları değiştirmek, zevkinizi artırıyor mu, eksiltiyor mu? Sıcaklığı artırmak sizi daha mı rahat ettiriyor, yoksa deli mi ediyor? Solumanıza dikkat edin. Nerenizden soluk alıp veriyorsunuz? Soluk niteliğini değiştirseniz hızlı ve yüzeysel yerine, uzun ve derin soluklar almaya başlasanız, yaşadığınız bu tecrübe nasıl etkileniyor? Bunun ne gibi bir fark yarattığına dikkat edip yazın. Ya resmin dokusu? Onunla biraz oynayın. Yumuşak ve puf pufken, ıslak ve kaygan yapın, sonra yapış yapış yapın. Bu değişikliklerin her birini yaparken vücudunuz nasıl hissediyor? Yazın. Deneyler bitip tüm submodalite'ler işaretlenince, en başa dönün, en zevkli görüntü oluşana kadar ayarlar yapın. Onu tam gerçek gibi yapın, öyle ki, elinizle tutup suyunu sıkacak hale gelsin! Bu egzersizleri yaparken bu submodalite'lerden bazılarının sizin için diğerlerinden çok daha önemli olduğunu göreceksiniz. Hepimiz farklıyızdır. Tecrübelerimizi kendimize sunmakta farklı yolları tercih ederiz. Sizin şu anda yaptığınız, beyninizin nasıl kablolanmış olduğuna dair kroki çıkartmaktı. Onu saklayın ve kullanın. Günün birinde işinize yarayacaktır belki de bugün! Hangi submodalite'lerin sizde tetiği çektiğini bilince, olumlu duygularınızı artırıp olumsuz duyguları azaltmayı da biliyorsunuz demektir. |
Cevap: İçindeki Devi Uyandır Kitabından Alıntılar 1. Film/resim 2. Renkli/siyah-beyaz 3. Sağ/sol/orta 4. Üst/orta/alt 5. Parlak/loş/karanlık 6. Gerçek boy/daha büyük/daha küçük 7. Yakınlık 8. Hızlı/orta/yavaş 9. Belirli odak? 10. Resimde 11. Çerçeveli/panorama 12. 3D/2D 13. Özel renk 14. Bakış açısı 15. Özel tetik İşitsel 1. Kendiniz/başkası 2. İçerik 3. Nasıl söyleniyor 4. Şiddet 5. Tını 6. Tempo 7. Yeri 8. Uyum/kakofoni 9. Düzenli/düzensiz 10. Yükselip alçalma 11. Belli kelimeler 12. Süre 13. Özgünlük 14. Özel tetik Kinestetik 1. Sıcaklık değişikliği 2. Doku değişikliği 3. Katı/esnek 4. Titreşim 5. Basınç 6. Basıncın yeri 7. Gerilim/rahatlık 8. Hareket/yön 9. Soluma 10. Ağırlık 11. Sürekli/kesintili 12. Boy/biçim değişimi 13. Yön 14. Özel tetik Hareketli film mi, yoksa hareketsiz resim mi? Renkli mi, yoksa siyah-beyaz mı? Görüntü sağda mı, solda mı, ortada mı? Görüntü yukarda mı.ortada mı, aşağıda mı? Görüntü parlak mı, loş mu, karanlık mı? Görüntü normal boyda mı, büyük ya da küçük mü? Görüntü size ne kadar yakın? Görüntünün hızı yüksek mi, orta mı, az mı? Belli bir unsura sürekli mi odaklanıyorsunuz? Siz içinde misiniz, uzaktan mı bakıyorsunuz? Resmin çerçevesi mi var, yoksa panorama mı? Üç boyutlu mu, iki boyutlu mu? Sizi en çok etkileyen bir renk var mı? Ona yukardan mı aşağıdan mı, yandan mı bakıyorsunuz? Güçlü duyguların tetiğini çeken başka bir şey? Siz kendinize mi bir şey söylüyorsunuz, yoksa başkalarından mı duyuyorsunuz? Tam ne söylüyor ya da duyuyorsunuz? Nasıl söylüyor ya da duyuyorsunuz? Ne kadar yüksek sesli? Tınısı nasıl? Ne kadar hızlı? Ses nereden geliyor? Ahenkli bir ses mi, kakofonik mi? Ses düzenli mi, düzensiz mi? Ses yükselip alçalıyor mu? Bazı kelimeler vurgulanıyor mu? Ses ne kadar sürüyor? Bu sesin nesi benzersiz? Güçlü duyguların tetiğini çeken başka bir şey? Sıcaklık değişti mi? Isındı mı, söğüdü mu? Doku değişti mi? Sertleşti mi, düzgünleşti mi? Sert mi, esnek mi? Titreşim var mı? Basınçta artış mı, düşme mi var? Basınç neredeydi? Gerilim mi arttı, yoksa rahatlama mı? Hareket var mıydı? Varsa, yönü ve hızı neydi? Soluma türü? Nerede başlayıp nerede bitti? Ağır mı, hafif mi? Duygular sürekli mi, kesintili mi? Boyu ya da biçimi değişti mi? Duygular vücuda mı geliyor, vücuttan mı çıkıyordu? Güçlü duyguların tetiğini çeken başka bir şey? Örneğin, bir şeyi büyütüp parlaklaştırmanın kendinize yaklaştırmanın, duygularınızı çok yoğunlaştırdığını biliyorsanız, kendinizi bir şey yapmaya motive etmek için o şeyin görüntüsünü değiştirip o hale getirirsiniz. Sorunlarınızı büyütmemeyi, parlaklaştırmamayı, yaklaştırmamayı da bilirsiniz, çünkü o zaman olumsuz duygularınız da yoğunlaşır! Kendinizi sarsıp sınırlayıcı durumdan çıkarmayı, enerji dolu ve güçlendirici bir duruma sokmayı bilirsiniz. Ve tabii kişisel güç yolunda daha donanımlı durumda olursunuz. Submodalite'lerin gerçeği yaşayış biçiminizdeki önemini bilmek, karşınıza çıkan zorluklarla yüzleşmekte çok işe yarar. Örneğin, kafanız karışmış gibi mi hissediyorsunuz, yoksa kendinizi çok sağduyulu mu hissediyorsunuz? Bu da submodalite'lerle ilgilidir. Kafanızın karışık olduğu bir zamanı hatırlamaya çalışırsanız, o tecrübeyi kendinize resim olarak mı, yoksa film olarak mı sunduğunuzu hatırlayın. Sonra onu, bir şeyi iyi anladığınız seferki durumla karşılaştırın. Genellikle insanların kafalarını karışık hissetmesi, kafalarında birçok resmin birbirine pek fazla yakın, üst üste veya yan yana, sıkışık biçimde yığılmasındandır. Bu belki karşınızdaki birinin fazla yüksek sesle ya da fazla hızlı konuşmasından olabilir, resimler kaos oluşturan bir kargaşa içinde gelir. Bazı insanlar da, bir şey kendilerine fazla yavaş öğretildiği zaman aynı karışıklığı hissederler. Böyleleri resimleri film biçiminde görmek zorunda olanlardır. Her şeyin birbiriyle ilişkisini bilmek isterler, aksi halde süreç kopuk kopuk olur. İnsanların submodalite'lerini anlamanın, onlara nasıl daha iyi ilişki kurulabileceğinde ne büyük yardımcı olacağını şimdi anlıyor musunuz? Asıl zorluk, çoğumuzun sınırlayıcı paternlerimizi alıp onları büyütmemizden, parlaklaştırmamızdan, sesini yükseltmemizden, tümünü ağırlaştırmamızdan kaynaklanmaktadır. Hangi submodalite'lere ağırlık veriyorsak, burada onu uygularız. Ondan sonra da, neden bu konu üstümüzde bu kadar baskı yapıyor diye şaşarız! Eğer kendinizi hiç bu tür bir durumdan çekip kurtarmışsanız, herhalde ya kendiniz ya da bir başkası o resmi değiştirdiği, sizin odağınızı kaydırdığı içindir. Sonunda demişsinizdir ki, "Ha, o kadar da zor değilmiş!" Ya da belki olayın bir yönünü ele alıp işlemişsinizdir, o zaman tümü de o kadar zor gibi görünmekten çıkmıştır. Bunlar hepsi kolay stratejilerdir. Çoğunu da Sınırsız Güç kitabımda anlatmıştım. Bu bölümde yalnızca iştahınızı kabartmak ve bunların farkında olmanızı sağlamak istiyorum. |
Cevap: İçindeki Devi Uyandır Kitabından Alıntılar http://sl.glitter-graphics.net/pub/9...a02y3vy2jt.gif DURUMLARINIZI DEĞİŞTİRİN, HAYATINIZ DA DEĞİŞİR. Şu anda durumunuzu öyle çok bakımdan değiştirebilirsiniz ki... Ve bunların hepsi de öyle basittir ki! Bir kere, soluma biçiminizi değiştirerek fizyolojinizi bir anda değiştirebilirsiniz. Neye odaklanacağınıza karar vererek, odağınızı da değiştirebilirsiniz. Ya da odaklanacağınız şeylere hangi sıraya göre, belki ne yolla odaklanacağınızı değiştirirsiniz. Submodalite'lerinizi değiştirirsiniz. Sürekli olarak olabilecek en kötü şeye odaklanıyorsanız, bunu böyle yapmayı sürdürmenin bir özrü yoktur. Şu anda hemen, en iyi şeylere odaklanmaya başlayın. Hayatta anahtar, kendi yaşamınızı yönlendirmek için pek çok yol olması ve bunun bir sanat haline gelmesidir. Çoğu insan için zorluk, durumlarını değiştirmek için ellerinde pek az yol olmasıdır. Aşırı yerler, aşırı içerler, fazla uyurlar, fazla alışveriş ederler, sigara içerler ya da ilaç alırlar. Bunların hiçbiri, bizi güçlendiren şeyler değildir. Hepimiz için felâket sayılabilecek çok acı sonuçlar getirirler. En büyük sorun, bu sonuçların çoğunun kümülatif olmasında, tehlikeyi iş işten geçmeden genellikle fark etmeyişimizde yatmaktadır. Elvis Presley'e olan da buydu. Ne yazık ki her gün bir yığın insana da olan bu. Tencerenin içinde yavaş yavaş ısınmakta olan suya bırakılmış bahtsız kurbağayı düşünün. Sonunda ölecektir. Eğer onu kaynar suya bir anda atsaydınız, o şokun etkisiyle hemen tencereden dışarı sıçrardı, ama su yavaş yavaş ısınınca, o tehlikeyi fark edinceye kadar iş işten geçmiş olur. Niagara çavlanına yolculuk, durumlarınızı kontrol etmediğiniz zaman başlar, çünkü durumlarınızı kontrol etmediğiniz zaman davranışınızı da kontrol edemezsiniz. Eğer yapmanız gereken şeyler varsa, ama motive olamıyorsanız, anlayın ki gereken "durum"da değilsiniz. Ama bu özür sayılmaz bir komut sayılır! O durumunuzu değiştirmek için ne gerekiyorsa yapmanız için komut! Yapmak gereken ister fizyolojinizi, ister odağınızı değiştirmek olsun. Ben bir zamanlar kendimi, kitap yazma konusunda baskı altında bir duruma sokmuştum. Yazmayı imkânsız buluşum boşuna değildi! Ama sonra, durumumu değiştirmenin bir yolunu bulmak zorunda kaldım. Başaramasam, bugün bu satırları okuyor olamazdınız. Benim yazabilmek için bir yaratıcılık, bir heyecan durumunda olmam şarttı. Eğer niyetiniz perhiz yapmaksa, korkulu durumdayken işe yaramaz, kaygılıyken de yaramaz çaresizlik hissederken de yaramaz. Başarıya ulaşmak için kararlı durumda olmak zorundasınız. Ya da eğer işinizde daha iyi performans vermek istiyorsanız unutmayın ki zekâ da genellikle "durum"un bir faktörüdür. Sözümona sınırlı yetenekleri olan insanlar yeni bir! "durum"a girebildiklerinde yetenekleri öyle hızla fırlar ki! Ben bunu susleksik insanlara defalarca kanıtlamışımdır. Disleksi gerçi görsel yeteneğimizin bir fonksiyonudur/ ama aynı zamanda zihinsel ve duygusal durumlarımızın da bir fonksiyonudur. Disleksik kişiler, ne zaman ellerine okuyacak bir şey alsalar mutlaka harfleri ya da kelimeleri yer değiştirmiş görmezler. Belki bunu çoğu zaman yaparlar, ama her zaman değil. Doğru dürüst okuyabildikleri zamanla, harfleri yanlış yerlerde gördükleri zaman arasındaki fark, durumla ilgilidir. Durumlarını değiştirirseniz, performanslarını da hemen değiştirmiş olursunuz. Disleksik olan ya da daha başka "durum"a bağımlı zorlukları olan kişiler, kendilerini yola getirmek için bu stratejileri kullanabilirler. Hareket bizim duygu durumumuzu hemen değiştirdiği için bir anda tek bir hareket yaparak durumumuzu değiştirmenin pek çok yolunu bulabiliriz. Benim hayatımı çok güçlü biçimde değiştiren şeylerden bir tanesini yıllar önce öğrenmiştim. Kanada'da, tahtaları karate yöntemiyle kıran bir adam bulmuştum. Bu işin nasıl yapılacağını öğrenmek için bir buçuk yıl harcayacağım yerde (üstelik kavga sanatlarında hiç eğitim almamış biriydim), adamın kafasında neye odaklandığını, nasıl odaklandığını (parlaklık düzeyini, vb.) öğrendim. İnançlarının ne olduğunu, fiziksel stratejisinin ne olduğunu, tahtayı kırabilmek için vücudunu nasıl kullandığını anlamaya uğraştım. Onun vücut hareketlerinin tıpkısını defalarca taklit ettim, alıştırmalar yaptım. Bunu büyük bir duygusal yoğunlukla yaptım, beynime çok derin güven sansasyonları yolladım. Bu arada eğitmenim de hareketlerimle ilgili antrenörlük yapıyordu. Bum! Tahtaların birini kırdım. Sonra iki kırabildim, sonra üç, sonra dört... Bunu başarabilmek için ne yapmıştım? 1- Standartlarımı yükseltmiş, tahtaları kırmayı kendime şart koşmuştum oysa bu iş daha önce kendim için bir sınırlılık olarak göreceğim şeylerdendi. 2- Bu işi yapmakla ilgili sınırlayıcı inancımı değiştirmiş, bunu da duygusal durumumu güven dolu hale getirerek yapmıştım. 3- Sonucu alabilmek için etkin stratejiyi taklit etmiştim. Bunu yapabilmek benim güç ve güven duygumu tüm vücudumda değiştirdi. Bu "tahta kırma" güvenimi sonradan, hiç yapamayacağımı sandığım başka şeyleri başarmakta da kullandım. Erteleme eğilimlerimden kurtuldum, korkularım da kolaylıkla silindi. Yıllar içinde bu duyguları kullanmayı ve güçlendirmeyi sürdürdüm ve bunları başkalarına öğretmeye başladım. Çocuklara bile. On bir, on iki yaşında kızlara öğrettim bunları. Yapamayacaklarını sandıkları bir şeyi onlara yaptırarak, ö zsaygılarını yükselttim. Sonunda bunu, videoya dayalı Sınırsız Güç seminerlerimde kullanmaya başladım. Bu seminerler dünyanın her yanında, "Kişisel Gelişme Danışmanlarım" tarafından veriliyordu. Genellikle otuz dakika içinde, katılımcıların korkuları yenilebiliyor, hayatlarında kendilerine engel oluşturduğunu sandıkları herhangi bir şeyin üstesinden gelmek mümkün oluyordu. Tahtaları kırdıktan sonra bu tecrübeyi kullanarak hayatta yapmak istedikleri başka şeyler için gerekli olan güven duygusunu buluyorlar. Dev gibi bir adamın bu işi sırf kaba kuvvetle yapabileceğini sanıp ortaya çıkması, ama tahtaları kıramaması, buna karşılık onun yarı cüssesinde bir kadının, fizyolojisinde gerekli güveni geliştirmiş olduğu için kırıvermesi, öyle hayranlık uyandırıcı bir olay ki! |
Cevap: İçindeki Devi Uyandır Kitabından Alıntılar http://sl.glitter-graphics.net/pub/9...a02y3vy2jt.gif "Tecrübe, insanın başına gelen şey değildir; o insanın o başına gelenle ne yaptığıdır." ALDOUS HUXLEY Kendi zihninizin işleyiş biçimini bilinçli bir kontrol altına almanız gerektiğini anlamak zorundasınız. Yoksa çevrenizde olup bitenlerin insafına kalırsınız. İlk öğrenmeniz gereken beceri, çevre ne olursa olsun, siz ne kadar çaresiz ya da korkuyor olursanız olun, kendi durumunuzu bir anda değiştirmenin yolunu öğrenmektir. İşte insanların benim seminerlerimde geliştirdikleri temel becerilerden biri budur. Durumlarını "korkuyor" olmaktan, bir şeyi yapamayacağını "biliyor" olmaktan, onu yapabileceğini biliyor olmaya etkin eyleme geçmeye çevirmekten söz ediyorum. Bu tür geliştirme egzersizleri, çabucak değişebildiğinizi size göstereceği için, hayatınıza çok büyük güç sokar. Ama kendiniz deneyip görmeden bunun değerini anlamanıza olanak yok. İkinci öğrenmeniz gereken beceride, durumunuzu herhangi bir çevrede sürekli ve tutarlı olarak değiştirebilmektir. Bu, belki sizi rahatsız eden bir çevre olabilir. Ama şimdi artık o çevre içinde bile durumunuzu defalarca değiştirebilirsiniz, kendinizi şartlayabilir, sonunda nerede olursanız olun iyi hissetmeye başlayabilirsiniz. Üçüncü beceri de tabii, alışkanlık paternleri oluşturmak, fizyolojinizi ve odağınızı kullanarak, bilinçli bir çaba göstermeksizin her zaman kendinizi iyi hissetmeyi doğallaştırmaktır. Benim başarı tanımım, hayatınızı size pek çok zevkler ve pek az acılar verecek biçimde yaşamak biçimindedir. Ve hayat biçiminiz nedeniyle, çevrenizdekilere de acıdan çok fazla zevk yaşama olanağı vermektir. Çok şey başarmış biri, eğer sürekli olarak duygusal acılar içinde yaşıyorsa ya da çevresi hep acı içindeki insanlarla doluysa gerçek anlamda başarılı bir insan sayılamaz. Dördüncü amaç da başkalarının kendi durumlarını hemen değiştirebilmesini sağlayabilmek, her çevre içinde bu değişikliği başarmalarını ve bunu bütün hayatları için başarmalarını sağlamaktır. İşte benimle çalışan danışmanlar, seminerlerde ve teke tek danışmanlık hizmetlerinde bunu yapmayı öğreniyorlar. O halde bu bölümden hatırlamanız gereken şeyler nelerdir? Hayatta aslında tek istediğiniz, neler hissettiğinizi değiştirmektir. Duygularınızın tümü, beyninizdeki biyokimyasal fırtınalardan başka bir şey değildir ve siz hayatınızın her anında onların kontrolünü elinizde tutuyorsunuz. Şu anda belki büyük bir sevinç hissediyor olabilirsiniz. Ya da belki acı, depresyon, çöküntü hissediyor olabilirsiniz. Hepsi size bağlı. Bunu başarmak için ilaca falan ihtiyacınız yok. Bunun çok daha etkin yolları var. İnançlarla ilgili bölümde öğrendiğiniz gibi, bazen vücudunuzda yaratılan kimyasal maddeler, ilaçların bile etkisini alt edebiliyor, çünkü odağınızı değiştiriyor, fizyolojinizi kullanma biçiminizi değiştiriyor. Bu kimyasal maddeler, dışardan alınacak herhangi bir maddeden çok daha güçlü şeylerdir. |
Cevap: İçindeki Devi Uyandır Kitabından Alıntılar http://s48.radikal.ru/i119/0901/b1/a4ab59fb4831.gif "Dünyada gelmiş geçmiş her büyük ve önemli an bir hevesin zaferidir." RALPH WALDO EMERSON İYİ HİSSETMENİZİ NASIL SAĞLAYACAĞINIZI BİLİYOR MUSUNUZ? Toronto'ya yaptığım bir iş seyahati sırasında kendimi fiziksel bir stres altında hissediyordum, çünkü o gün sırtım çok ağrıyordu. Uçak inerken, otele gidince neler yapmam gerektiğini düşünmekteydim. Otele gece on buçukta varacaktım. Ertesi sabah da seminerim için erken kalkmam gerekiyordu. Bir şeyler yiyebilirdim. Ne de olsa, bütün gün yememiştim. Ama vakit de çok geçti. Kâğıt ve yazı işlerimi yapabilir, haberleri seyredebilirdim. Bir anda anladım ki bu eylemlerin hepsi ağrıyı durdurup bir düzeyde zevk bulma stratejileri. Ama hiçbiri de o kadar mecbur edici şeyler değildi. Demek ki zevk verici şeyler listemi genişletmem gerekiyordu. Zamanı ve yeri ne olursa olsun, sonucu sağlayabilecek şeyler bulmalıydım. Peki, siz nasıl daha iyi hissedebileceğinizi biliyor musunuz? Kulağa ne budalaca bir soru gibi geliyor, değil mi? Ama doğru söyleyin, kendinizi bir anda iyi hissetmenizi sağlayacak belirli ve güçlendirici çareleriniz hazır mı? Bunu yemek, alkol, ilaç, sigara ya da başka bağımlılık yaratıcı şeyler kullanmadan sağlayabilir misiniz? Eminim birkaç çareniz vardır ama haydi gelin, o listeyi büyütelim. Hemen şimdi iyi hissetmek için zaten sahip olduğunuz o olumlu seçenekleri ortaya koyalım. Oturun ve duygu durumunuzu değiştirmek için şimdi neler yapmakta olduğunuzu yazın. Hazır liste yapıyorken daha önce denemediğiniz, ama durumunuzu iyiye doğru değiştirebilecek birkaç şeyi de ekleyin. Kendinizi hemen iyi hissetmek için en az on beş şey yazmadan durmayın. İdeal olarak, bu sayı yirmi beş olmalı. Bu egzersize belki sonra yine dönmek isteyebilirsiniz. Sayıyı yüzlere bile vardırabilirsiniz! Ben kendime liste yaptığımda müzik çalmanın benim durumumu hemen değiştirecek en güçlü yollardan biri olduğunu fark ettim. Okumak da ikinci bir yoldu, çünkü odağımı değiştiriyordu. Hem ben öğrenmeyi çok seven biriyim. Özellikle öğretici, enformasyon dolu bir şey okuyorsam, onu hemen hayatımda kullanabileceksem, daha da iyi. Vücut hareketlerimi değiştirmek de bir anda sınırlayıcı bir durumdan çıkıp kaynak dolu bir duruma geçmenin bir başka yolu. Örneğin, "Step"e çıkıp jimnastik yapmak. Bir yandan müzik de çalarken, beş mil yokuş tırmanıyormuş gibi yapmak, kollarımla da bir yandan kulaçlar atmak. Başka örnekler de vereyim. Dans etmek, en sevdiğim CD'leri çalarken onlara katılıp şarkı söylemek, komedi filmi seyretmek, konsere gitmek, enformasyon içeren ses bantlarını dinlemek. Jakuzi ya da sıcak banyo. Karımla sevişmek. Aile yemeği için sofraya oturup hayatımızda nelerin en önemli olduğundan konuşmak. Çocuklarımı kucaklayıp öpmek. Becky'yi kucaklayıp öpmek, Becky'yi Ghost gibi bir filme götürmek gözyaşları içinde birlikte seyretmek. Yeni bir fikir yaratmak, bir şirket kurmak, bir kavram geliştirmek. Şu anda yapmakta olduğum bir şeyi daha rafine etmek, daha iyileştirmek. Herhangi bir şey yaratmak. Arkadaşlara fıkra anlatmak. Bir katkıda bulunduğumu hissetmeme yol açan herhangi bir şey yapmak. Seminerlerimden birini vermek -özellikle büyük seminer olursa- (bu benim en sevdiğim submodalite'lerden biridir). Anılarımı düşünmek, çok güzel bir tecrübeyi canlı biçimde gözümün önüne getirmek. |
Cevap: İçindeki Devi Uyandır Kitabından Alıntılar http://s48.radikal.ru/i119/0901/b1/a4ab59fb4831.gif NASIL HİSSETTİĞİMİ DEĞİŞTİRECEK, ACIDAN ZEVKE GEÇMEMİ SAĞLAYACAK VE HEMEN İYİ BİR DUYGU VERECEK ŞEYLER LİSTESİ 1... 2... . . . EĞER ZEVK İÇİN BİR PLANINIZ YOKSA DUYACAĞINIZ ACIDIR Burada işin anahtarı, kendinizi iyi hissetmenizi sağlayacak şeylerin çok büyük bir listesini yapmak, böylelikle yıkıcı şeylere yönelmek zorunda kalmamaktır. Eğer yıkıcı alışkanlıklarınıza acıyı, yeni ve güçlendirici olanlara giderek daha çok zevki bağlarsanız, çoğuna genellikle ulaşabileceğinizi görürsünüz. Bu listeyi gerçekleştirin. Her günkü zevkler için bir plan yapın. Zevkin kendi kendine karşınıza çıkmasını umup beklemeyin. Kendinizi hazırlayın ona. Gelebilmesi için yer açın! Bu sözünü ettiğimiz şey de yine sinir sisteminizi, vücudunuzu ve zihinsel odağınızı şartlandırmak, sürekli olarak hayatınızda nelerin yararlı olduğunu aramasını sağlamaktır. Unutmayın ki, eğer sınırlayıcı bir duygusal paterni sürdürürseniz, vücudunuzu alıştığınız bir biçimde kullandığınız içindir, ya da güçsüzleştirici bir biçimde odaklanmaya alıştığınız içindir. Değiştirmeniz gereken şey, odağınızdır. Onu da değiştirecek bir inanılmaz araç vardır. O aracı şöyle özetleyebiliriz... CEVAP SORULARDIR. |
Cevap: İçindeki Devi Uyandır Kitabından Alıntılar HİÇBİR nedene ihtiyaçları yoktu. Gelişleri sırf o Yahudi olduğu içindi. Naziler evini bastılar, onu'da tüm ailesini de tutukladılar. Sonra hepsini sürü güder gibi bir trene doldurdular, Krakow'daki ölüm kampına yolladılar. Ailesini gözlerinin önünde kurşuna dizilirken görmeye onu en kötü kâbusları bile hazırlayamazdı. Kendi oğlu "duş" sonucu öldü diye onun giysilerim bir başka çocuğun üzerinde görmeye nasıl dayanabilirdi? Her nasılsa dayandı. Günün birinde çevresindeki kâbusa baktı, kaçınılmaz gerçeği kabul etti: Eğer burada bir gün daha kalırsa kesinlikle ölecekti. Kaçmaya karar verdi, ayrıca o kaçış işinin hemen yapılması gerektiğine de karar verdi! Bunun nasıl yapılabileceğini bilmiyor, yalnız yapmak zorunda olduğunu biliyordu. Haftalardır diğer tutuklulara, "Bu korkunç yerden nasıl kaçabiliriz?" diye sormuş durmuştu. Aldığı cevaplar hep aynıydı: "Aptallaşma" demişlerdi. "Buradan kurtuluş yok! Bu tür sorular sormak ancak ruhuna işkence sayılır. Sen çok çalışmana bak, sağ kalmak için dua et." Ama o bunu kabullenemiyordu. Kabullenemeyecekti. Kaçış konusunu bir tutku haline getirdi. Kendine verdiği cevaplar hiçbir şey ifade etmese bile, o yine tekrar tekrar sormayı sürdürdü. "Nasıl yaparım bunu? Bir yolu olmalı. Buradan hemen bugün, sağ ve sağlıklı olarak nasıl kurtulurum?" İstiyorsan olur, diye bir söz vardır. İşte bu nedenle, ona da cevap o gün geldi. Belki sorulan soruşundaki yoğunluktandı. Belki "vakti geldi" deyişindeki emin olma durumundandı. Belki de sürekli olarak, bir tek alev alev yanan soruya cevap aramanın yarattığı etkidendi. Nedeni ne olursa olsun, bu adamın içinde insan zihninin ve ruhunun o dev gücü uyandı. Cevap ona çok olmayacak bir kaynaktan gelmişti. Çürümekte olan insan eti kokusundan. Çalıştığı yerin birkaç adım ilerisinde, bir kamyonun arkasına kürekle atılmış bir yığın ceset gördü. Gaz odasından çıkarılmış bir yığın kadın, erkek ve çocuğun cesedi. Dişlerindeki altın dolgular çıkarılmış, sahip oldukları her şey onlardan alınmıştı. Mücevherleri, hattâ giysileri bile. Bu adam kendine soru olarak, "Nazi'ler nasıl bu kadar kötü, bu kadar hunhar olabiliyor? Tanrı böyle bir kötülüğü nasıl yaratabiliyor? Tanrı bana bunu neden yapıyor?" diye sormadı. Stanislavsky Lech'in sorusu farklıydı. "Kaçmak için bundan nasıl yararlanırım?" diye soruyordu. Cevabı da bir anda buldu. Akşam yaklaşırken çalışan grup yatakhanelere dönmek üzere yola koyuldu. Lech kamyonun arkasına çömeldi. Kimsenin bakmadığı bir anda üstünde ne varsa çıkarıp cesetlerin arasına daldı. Ölü gibi numara yaptı. Daha sonra üzerine yeni cesetler atıldığında ağırlıktan ezilecek gibi olduğu zaman bile hiç kıpırdamadı. Çürüyen et kokusu, cesetlerin kalıntıları her yanını sarmıştı. Bekledi o. Onca ölünün arasındaki bir tek canlı vücudu hiç kimsenin fark etmeyeceğini umdu. Kamyonun er geç yola koyulacağını umdu. Sonunda motorun çalıştığını duydu. Kamyon titredi. Ölülerin arasında yatmış durumda, bir anda içinde umudu hissetti. Sonunda kamyon durdu, korkunç yükünü boşalttı. Düzinelerce ceset, bir de ölü taklidi yapan adam. Kampın dışında kazılıp hazırlanmış dev bir mezarın içindeydi. Lech ortalık karardıktan sonra da saatlerce oradan kıpırdamadı. Sonunda çevrede hiç kimse kalmadığından emin olunca kadavraların arasından kalktı, çıplak olarak yirmi beş mil koşup özgürlüğüne kavuştu. Stanislavsky Lech'in, o toplama kamplarında yok olup giden onca insandan ne farkı vardı? Gerçi pek çok etken söz konusuydu ama en büyük fark, onun değişik bir soru sormuş olmasıydı. O soruyu ısrarla sormuş, cevap bekleyerek sormuş, sonunda da beyni ona hayatını kurtaracak cevabı bulmuştu. Krakow'da o gün kendine sorduğu soru, kaderini etkileyecek eyleme yol açan kararı bir anda vermesini sağlamıştı. Ama cevabı almadan önce, kararı verip ve eyleme geçmeden önce, kendisine doğru soruları sorması şarttı. Bu kitap boyunca inançlarımızın kararlarımızı, eylemlerimizi, hayatlarımızın yönünü ve dolayısiyle de kaderimizi nasıl etkilediğini öğreniyorsunuz. Ama bu etkilerin tümü hep düşünce 'nin ürünüdür. Beyninizin ömrünüz boyunca değerlendirmeyi, anlam çıkarmayı nasıl yaptığıyla ilgilidir. O halde gündelik gerçeğimizi nasıl yaratacağımız konusunun asıl kilit noktasına ulaşabilmek için, bir soruya cevap vermemiz gerekmektedir: "Biz nasıl düşünüyoruz?" |
Cevap: İçindeki Devi Uyandır Kitabından Alıntılar Ben bir gün hayatımın önemli olaylarını ve karşılaştığım insanların hayatını düşünüyordum. Şanslı/şanssız, başarılı/başarısız öyle çok insan tanımıştım ki, bir yığın insan tökezler, geride kalır, Niagara'ya sürüklenip boğulurken başarılıların büyük şeylerin üstesinden gelebilmesini neyin sağladığını bilmek istiyordum. Kendime bir soru sordum: "Benim hayatımdaki en önemli farkı yaratan nedir, kim olduğumu nasıl bir insan olduğumu nereye doğru gitmekte olduğumu saptayan şey nedir?" Bulduğum cevap, size daha önce de söylediğim bir şeydi. "Benim nasıl hissettiğimi ve ne yaptığımı saptayan, hayatımı biçimlendiren olaylar değil, kendi hayat tecrübelerimi benim nasıl değerlendirdiğim ve nasıl yorumladığımdır. Benim bir olaya verdiğim anlam kararlarımı da, eylemlerimi de etkileyecek, dolayısıyla kaderimi etkileyecektir." Bu sefer kendime, "Ama ben değerlendirmeyi nasıl yapıyorum?" diye sordum. "Değerlendirme dediğimiz şey tam nedir?" Düşündüm. "Eh, şu anda da değerlendirme yapıyorum işte, değil mi?" dedim. "Bir değerlendirmenin ne olduğunu tarif etmek için değerlendirme yapıyorum. Benim şu anda yaptığım şey ne?" Birden farkına vardım. Ben kendime bir dizi soru soruyordum. Sorular da elbette ki şöyleydi? Değerlendirmeyi nasıl yapıyorum? Değerlendirme tam nedir? Ben şu anda değerlendirme yapıyorum, değil mi? Ben tam ne yapıyorum şu anda? Sonra düşündüm. "Yoksa değerlendirme dediğimiz şey yalnızca sorulardan mı ibaret?" Sonra gülmeye başladım, "Eh, bu da bir soru değil mi?" diye düşündüm. Düşünmek dediğimiz şeyin aslında bir dizi soru sorup cevaplamak olduğunu anlamaya başlıyordum. Eğer siz bunu okuduğunuz zaman içinizden, "Bu doğru" ya da "Bu doğru değil" diye düşünüyorsanız, bilerek ya da bilmeyerek kendinize, "Doğru mu bu?" diye bir soru sormuş olmak zorundasınız. Hattâ içinizden, "Bunu bir düşünmem gerek" demiş olsanız bile, aslında demek istediğiniz, "Kendime bu konuda bazı sorular sormam ve üzerinde biraz düşünmem gerek" demektir. Düşünürken, bu kavramı sorgulamaya başlayacaksınız. Bizim her an yaptığımız şeyin hep sorular sorup o soruları cevaplamak olduğunu anlamamız şart. Demek ki hayatımızın kalitesini değiştirmek istiyorsak, sormayı âdet edindiğimiz soruları değiştirmemiz gerekir. Bu sorular bizim odağımızı yönlendiriyor, dolayısıyla nasıl düşünüp nasıl hissettiğimizi de yönlendiriyor. Soru sormanın ustaları, aslında tabiî, çocuklardır. Büyüme süreci içinde bizi milyonlarca soru bombardımanına tutarlar, değil mi? Sizce nedendir bu? Bizi delirtmek için mi? Onların sürekli olarak, her şeyin ne anlama geldiği ve kendilerinin ne yapması gerektiği konusunda değerlendirmeler yapmakta olduklarını unutmayalım. Sürekli olarak, geleceklerini yönlendirecek nöro-asosiyasyonları oluşturmaya çalışıyorlar. Öğrenen birer makine onlar. Öğrenmenin, düşünmenin, yeni reni ilintiler kurmanın yolu da sorular sormakla başlar. Ya kendimize, ya da başkalarına sorduğumuz sorularla. Bu kitabın tümü ve benim hayatım boyunca yaptığım çalışmalar hep kendime sorduğum soruların ürünüdür. Sorduğum sorular neyi neden yaptığımız ve değişiklikleri nasıl eskisinden çabuk ve kolay oluşturabileceğimizle ilgilidir. Sorular bizim her şeyi öğrenmemizin başta gelen yoludur. Aslında Sokrat yönteminin tümü (izini eski Yunan düşünürü Sokrat'ın gününe kadar sürebileceğimiz bir öğreti biçimi) öğretmenin hiçbir şey yapmayıp yalnızca sorular sorması, öğrencilere kendi cevaplarını buldurması biçiminde yer almaktadır. Soruların düşüncelerimizi ve tecrübelerimize gösterdiğimiz tepkileri biçimlendirme gücünü anladığım anda, bu sefer bir "sorular arayışı" içine gömüldüm. Bizim kültürümüzde ne kadar çok sayıda sorunun ortaya çıktığı dikkatimi çekti. Türlü masa oyunları hep sorulara dayalı biçimde oynanıyor. Somlar Kitabı dediğimiz de yalnızca sorulardan oluşan koskoca bir kitap. Bu sorular size hayatınızı ve değerlerinizi düşündürüyor. Yayınlandığında hemen bestsever olmuştu. Televizyon reklamlarında da soruların sık sık kullanıldığını görmüşsünüzdür. Ben yalnızca toplum içinde sorduğumuz soruların türünü bilmek istemekle kalmıyordum. İnsanların hayatında fark yaratan soruları da keşfetmek istiyordum. Seminerlerimde, uçak yolculuklarında, toplantılarda insanlara, karşılaştığım herkese bunu soruyordum. En büyük şirketlerin baş yöneticilerinden sokaklarda uyuyan evsiz barksızlara kadar, her türlü insana sordum, gündelik hayatlarının tecrübesini yaratan soruların nasıl şeyler olduğunu anlamaya çalıştım. Ve anladım ki, herhangi bir alanda, başarılı gözüken insanlarla öyle olmayan insanlar arasındaki esas fark, başarılı insanların daha iyi sorular sormaları, bunun sonucunda da daha iyi cevaplar almaları. O cevaplar onları güçlendiren, herhangi bir durum karsısında istedikleri sonucu elde etmek için tam ne yapacaklarını bilmelerini sağlayan cevaplar. Kaliteli sorular, kaliteli bir hayatı yaratır. Bu fikri beyninize dağlamanız gerekir, çünkü bu kitaptan öğreneceğiniz en önemli şeyler arasında bu da vardır. Şirketlerin başarıya ulaşması, onların kaderini etkileyecek kararları veren kimselerin, piyasalar, stratejiler, üretilecek ürünler hakkında doğru soruları sormasındandır. İlişkilerin iyi gitmesi için, anlaşmazlık çıkabilecek noktalarla ilgili olarak insanların doğru soruları sorması, birbirini parçalayacakları yerde birbirini desteklemesi gerekmektedir. Politikacıların seçimi kazanması için, açık veya zımnî olarak ortaya getirdikleri soruların, kendileri ve toplumları için yararlı cevapları getiren sorular olması gerekir. Otomobiller yeni icad edildiğinde yüzlerce insan otomobil yapmaya çalışmakla uğraşıyordu. Ama Henry Ford kendine, "Bunu nasıl toplu üretimle yapabilirim?" diye sordu. Milyonlarca insan komünizmin baskısı altında yaşıyordu. Ama Lech Walesa, "Tüm çalışan kadın ve erkekler için hayat standardını nasıl yükseltebilirim?" diye sordu. Soruların başlattığı süreç etkisi bizim hafsalamızın almayacağı etkiler getirir. Hayatımızdaki duvarları yıkan da, kendi sınırlamalarımız hakkında sorular sormamızdır. Bu, iş hayatında da olur, ilişkilerde de ülkeler arasında da. Ben insanlığın tüm ilerlemelerinin önce sorular sorarak başlamış olduğuna inananlardanım. |
Cevap: İçindeki Devi Uyandır Kitabından Alıntılar http://s48.radikal.ru/i119/0901/b1/a4ab59fb4831.gif SORULARIN GÜCÜ "Bazıları her şeyi olduğu gibi görür, Niçin? diye sorar. Ben hiç var olmamış şeyleri düşünürüm, Neden olmasın? diye sorarım." GEORGE BERNARD SHAW Çoğumuz olağanüstü yetenekli birini, hayatın güçlükleriyle başa çıkmakta insanüstü kapasiteye sahip birini gördüğümüz zaman, "Ne kadar şanslı! Ne kadar yetenekli! Herhalde doğuştan!" diye düşünürüz. Ama aslında insan beyni, cevapları dünyanın en hızlı bilgisayarından bile çabuk bulabilen bir mekanizmadır. Hattâ buna bugünün mikroteknolojisi, hesapları bir nano-saniye içinde (saniyenin bir milyarda biri) yapan bilgisayarlar da dahildir. Beynimizin depolama kapasitesine denk bir makinenin boyu, World Trade Center'ın iki katı kadar olmak zorundadır. Ama yine de bir buçuk kilo gelen gri madde, size bir anda türlü zorluklara çözümler bulma gücünü getirir, teknolojide rastlanmayacak düzeyde güçlü duygusal durumlar yaratır. En büyük güçlere sahip bilgisayar için olduğu gibi, beyinde de eğer kişi oraya depolanan her şeyi geri çağırıp kullanmayı bilmiyorsa, bunun hiçbiri işe yaramaz. Eminim siz de yeni bilgisayar almış birini tanıyorsunuzdur ya da belki böyle şeyler sizin başınıza gelmiştir, bilgisayar eve geldiğinde hiç kullanamamışsınızdır, çünkü nasıl kullanılacağını bilmiyorsunuzdur. Eğer bilgisayarın içindeki değerli bilgiler içeren dosyalara ulaşmak istiyorsanız, uygun emirleri vererek o verileri karşınıza getirmeyi bilmeniz gerekir. Tıpkı aynı şekilde, kendi kişisel veri bankanızdan istediğinizi alabilmenizi sağlayacak olan da sorular sorabilme gücünüzdür. |
Cevap: İçindeki Devi Uyandır Kitabından Alıntılar http://s48.radikal.ru/i119/0901/b1/a4ab59fb4831.gif "Güzel cevap her zaman daha güzel soruyu sorana verilir." E. E. CUMMINGS Benim size söylemek istediğim, insanlar arasındaki farkın sürekli sordukları sorular arasındaki farktan ibaret olduğudur. Bazı insanlar sürekli depresyon içindedir. Neden? Geçen bölümde söylediğimiz gibi, sorunun birazı durumlarının sınırlı olmasındandır. Hayatlarını sınırlı hareketlerle ve yarım bir fizyolojiyle yaşamaktadırlar. Ama daha önemlisi, kendilerini aşırı yüklü ve ezilir durumda hissetmelerine yol açacak şeylere odaklanmalarıdır. Bu odaklanma ve değerlendirme patemi, hayatın duygusal tecrübesini değerlendirme biçimlerini ciddi olarak sınırlar. Bu insan bir anda kendini nasıl hissettiğini değiştirebilir mi? Hem de nasıl yalnızca zihinsel odağını değiştirmekle, O halde odağı en çabuk değiştirme yolu nedir? Yalnızca yeni bir soru sormaktır. İnsanlar kendini sıkkın hissettiğinde, bu çok büyük olasılıkla kendilerine güçsüzleştirici sorular sordukları içindir. Örneğin şöyle sorular: "Ne yararı var? Denemeye bile gerek var mı, çünkü zaten hiçbir şey doğru gidiyor mu ki? Neden ben, Tanrım?" Unutmayın isteyene verilir. Korkunç bir soru sorarsanız, korkunç bir cevap alırsınız. Zihinsel bilgisayarınız size hizmet etmeye her an hazırdır. Ona nasıl bir soru yüklerseniz, o da size öyle bir cevap verecektir. Demek ki eğer siz, "Neden hiçbir zaman başarılı olamıyorum?" diye sorarsanız, o da size bir cevap verecektir - uydurmak zorunda kalsa bile! Belki de, "Aptalsın da ondan" diyecektir, ya da, "Zaten başarmayı hak etmediğin için" diyecektir. Peki, zekice bir sorunun örneği nasıl olur? Yine eski dostum W. Mitchell'ı ele alalım mı? Eğer Sınırsız Güç'ü okumuşsanız, onun hikâyesini hatırlıyorsunuzdur. Sizce vücudunun üçte ikisi yandıktan sonra sağ kalmayı ve kendini hâlâ iyi hissetmeyi nasıl başardı? Yıllar sonra bir uçak kazasına, orada iki bacağını kullanamaz hale gelmeye, tekerlekli sandalyeye mahkûm olmaya nasıl dayandı? Nasıl hâlâ başkalarına katkıda bulunmaktan zevk alabildi? Çünkü doğru soruları sorarak odağını kontrol etmeyi öğrendi. Vücudu tanınmaz halde yanmış olarak kendini hastanede bulduğunda, etrafındaki diğer hastaların hep kendilerine acıyıp durmakta olduklarını, kendilerine, "Neden ben? Tanrı bana bunu nasıl yapabildi? Hayat neden bu kadar haksızlık dolu? Sakat yaşamaktan ne yarar gelir?" gibi sorular sorduklarını duyduğunda, Mitchell kendine başka bir soru sordu: "Bunu nasıl kullanabilirim? Bunun böyle olması sayesinde başkalarına ne katkılarda bulunabilirim?" diye sordu. Bu sorular kaderler arasındaki farkı yaratan sorular oldu. "Neden ben" şeklindeki bir sorudan pek olumlu bir cevap gelmez. "Bunu nasıl kullanabilirim?" sorusuysa genellikle karşımızdaki güçlükleri bir güdücü güç haline getirip kendimizi de, dünyayı da daha iyileştirmemize yarar. Mitchell incinmekle, kızmakla, çaresizlik hissetmekle hayatını değiştiremeyeceğini anlamıştı. Bu yüzden, sahip olmadığı şeylere bakacağı yerde, kendine şöyle dedi: "Ben kimim aslında? Yalnız vücudumdan mı ibaretim, yoksa bende daha fazlası mı var? Şimdi nelere gücüm yeter, nelere gücüm eskisinden daha çok yeter?" Uçak kazasından sonra, belden aşağısı felçli durumda hastanede yatarken, çok güzel ve çekici bir kadınla karşılaştı. Annie adlı bir hemşireyle. Yüzünün tümü yanmış, vücudunun belden aşağısı felçli durumdayken, "Ondan nasıl randevu alabilirim?" diye sorma cesaretini bulabilmişti. Dostları ona, "Delisin sen" dediler. "Kendini kandırıyorsun." Ama bir buçuk yıl sonra Mitchell, Annie'yle ilişkideydi. Bugün de onunla evli. İşte güçlendirici sorular sormanın güzelliği burada. Bu sorular bize emsalsiz bir kaynak getiriyor: Cevaplar ve çözümler. Hayatta yaptığınız her şeyi sorular saptar. Yeteneklerinizden ilişkilerinize, gelirinize kadar. Örneğin bazı insanların bir türlü bir ilişkiye bağlanamamaları, kendilerine kuşku yaratıcı sorular sormalarındandır: "Ya da daha iyi biri de varsa? Ya bunu seçer de bir şeyler kaçırırsam?" Bunlar ne kadar güçsüzleştirici sorular böyle! İnsan bunları sora sora, acaba çitin öte yanındaki otlar daha yeşil mi, diye saplanır kalır, kendi hayatınızda var olan şeyden zevk alamaz olursunuz. Bazen bu tür insanlar, sonunda sahip olabildikleri ilişkiyi de, daha beter sorular sorarak mahvederler: "Nasıl oluyor da bana her zaman bunu yapıyorsun? Neden benim değerimi bilmiyorsun? Şimdi çıkıp gitsem neler hissederdin?" Bu soruları bir de şunlarla karşılaştırın: "Nasıl bu kadar şanslı çıktım da hayatımda sen varsın? Eşimin en çok nesini seviyorum? İlişkimiz sayesinde hayatımız ne kadar daha zenginleşecek?" Parasal konularda kendinize sık sık sorduğunuz soruları düşünün. Eğer kişi parasal açıdan iyi durumda değilse, nedeni hayatlarında bir hayli korku yarattıkları içindir. Korku onları araştırmaktan, parasal konuları öğrenmekten alakoymuştur. Şöyle sorular sorarlar: "Şu anda ne gibi oyuncaklar istiyorum?" Oysa şöyle sormaları gerekir: "Parasal amaçlarıma ulaşabilmek için nasıl bir plana ihtiyacım var?" Sorduğunuz sorular odağınızı saptayacaktır. Nasıl düşündüğünüzü, nasıl hissettiğinizi, neler yaptığınızı saptayacaktır. Eğer parasal durumumuzu değiştirmek istiyorsak, kendimizi daha yüksek standartlara bağlamak zorundayız. Nelerin mümkün olduğu konusundaki inançlarımızı değiştirmeye daha iyi bir strateji geliştirmek zorundayız. Günümüzün finans devlerinden bazılarının modelini çıkarırken farkına vardığım şeylerden biri, kendilerine sürekli olarak sordukları soruların, kalabalık kitlelerine göre farklı oluşuydu. Bu sorular bazen yaygın biçimde kabul edilen "finansal bilgelik" ilkelerine bile tersti. Şu sıra Donald Trump'ın parasal zorluklarla karşı karşıya olduğu su götürmez bir gerçek. Ama yaklaşık on yıldan beri kendisi ekonominin devlerindendi. Nasıl yapmıştı bunu? Pek çok etken vardı tabii, ama herkesin üzerinde görüş birliğine vardıklarından bir tanesi, yetmişli yılların ortalarında, New York kenti iflâsla yüzyüze gelip de müteahhitlerin çoğu, "Bu kent batarsa biz nasıl sağ kalacağız?" gibi sorularla uğraşırken, Trump'ın benzersiz bir soru sormuş olmasıydı: "Başka herkes korkarken ben nasıl zengin olabilirim?" İşte bu soru, onun pek çok iş kararlarını biçimlendirdi ve onu ekonomi dünyasının tepelerindeki o yere yükseltti. Trump oraya vardığında durmadı. Bir harika soru daha sordu. Mali yatırımlara yönelmeden önce sorulması gereken yerinde bir soru. Bir projenin çok büyük ekonomik kazançlar vaadettiğinden emin olduğu anda, "Bunun sakıncası ne? En kötü ihtimalle ne olabilir ve ben o durumun üstesinden gelebilir miyim?" diye sorardı. İnancına göre, eğer en kötü ihtimali bile alt edebilirse, o zaman o işe hemen girişmelidir, çünkü iyi ihtimaller zaten kendi kendini idare ederdi. Peki, madem bu kadar iyi sorular sorabiliyordu, ne oldu öyleyse? Trump'ın o ekonomik stres günlerinde giriştiği işler, başka hiç kimsenin aklının ucundan bile geçirmeyeceği şeylerdi. Eski Commodore binasını almış, onu Grand Hyatt haline çevirmişti (ilk büyük ekonomik başarısı). Ekonomi düzelmeye başladığında çok kazandı. Ama daha sonra büyük parasal sorunlarla yüzyüze geldi. Neden? Birçoklarına göre, yatırım yaparken kullandığı odağı değiştirmişti. Kendine "En kârlı iş hangisi?" diye soracağı yerde, "Neye sahip olmak en hoşuma gider?" diye sormaya başlamıştı. Daha da beteri, bazılarına göre, "kötü olasılık" sorularını sormaktan vazgeçmişti. İşte uyguladığı değerlendirme sürecindeki bu bir tek değişiklik, yani kendine sorduğu sorulardaki değişiklik, belki de servetinin büyük bir bölümünü kaybetmesine yol açtı. Unutmayın, yalnız sorduğunuz sorular değil, sormadığınız sorular da kaderinizi biçimlendirmekte etkilidir. Bugünün başta gelen beyinlerinin kilit inançları ve stratejileri konusunda araştırmalar yaparken öğrendiğim bir şey varsa, üstün değerlendirmelerin üstün hayatlar yarattığıdır. Hayatı olağanüstü sonuçlar yaratacak düzeyde değerlendirme kapasitesi hepimizde vardır. "Dahî" kelimesini duyunca siz ne düşünürsünüz? Eğer benim gibiyseniz, aklınıza ilk gelecek şey, Albert Einstein'ın resmidir. Ama Einstein, başarısız lise eğitiminin ötesine nasıl geçebilmiş de gerçek büyük düşünürler arasına karışabilmiştir? Kesinlikle kendine çok iyi formüle edilmiş sorular sorduğu için. Einstein zaman ve mekân izafiyeti fikrini ilk araştırmaya başladığında "Aynı andaymış gibi gözüken şeylerin aslında öyle olmaması mümkün mü?" diye sormuştur. Örneğin eğer bir ses patlamasının birkaç mil uzağındaysanız, siz o sesi, o mekânda çıktığı anda mı duyarsınız? Einstein öyle olamayacağını düşünmüştür. Sizin belli bir anda oluyor sandığınız şey, aslında o sıra olmuyor, pek az önce olmuş. Günlük hayatımızda zaman izafîdir, diye karar vermiştir. Zaman, zihninizin neyle meşgul olduğuna göre izafîdir. Bir zamanlar Einstein "Bir erkek güzel bir kızla bir saat oturur, ona bir dakika gibi gelir" demişti. "Ama sıcak sobanın üzerinde bir dakika otursa, ona bir saatten uzun görünür, işte bu izafiyettir." Sonra fizik alanında daha derin düşüncelere daldı, ışığın hızının sabit olduğuna inanarak kendine şu soruyu sormakta olduğunu fark etti: "Ya ışığı bir rokete yerleştirirseniz? O zaman hızı artar mı?" Bu hayranlık uyandırıcı sorulara ve bunlara benzeyen daha başka sorulara cevap vermeye çalışırken Einstein sonunda bildiğimiz izafiyet teorisiyle ortaya çıktı. |
Cevap: İçindeki Devi Uyandır Kitabından Alıntılar http://s48.radikal.ru/i119/0901/b1/a4ab59fb4831.gif "Önemli olan, sorular sormaktan vazgeçmemektir. Merak, kendi var oluş nedenine sahiptir. İnsan sonsuzluğu, hayatı, gerçeğin o harikulade yapısını düşündükçe dehşet içinde kalmadan edemez. Her gün bu büyük esrarın bir zerresini anlamaya çalışmak da yeter. Kutsal merakı asla kaybetmemek gerekir." ALBERT EİNSTEİN Einstein'ın getirdiği o güçlü farklılıklar, bir dizi sorulardan ortaya çıkmıştır. Basit miydi o sorular? Evet. Güçlü müydüler? Kesinlikle. Ya siz kendinize böyle basit ama güçlü sorular sormakla ne gibi güçler yaratabilirsiniz? Sorular kafamızın içindeki cinin dileklerimizi yerine getirmesine izin veren sihirli birer araçtır. Grılar bizim dev güçlerimizin çalar saatidir. Eğer onları belirli ve iyi düşünülmüş bir talep biçiminde sunarsak, istediklerimizi elde etmemize izin verirler. Tutarlı ve kaliteli sorulardan, gerçek bir hayat kalitesi doğar. Unutmayın, beyniniz tıpkı lambanın cini gibi, size her istediğinizi verir. O halde ne istediğinize dikkat edin. Neyi ararsanız, onu bulursunuz. Peki, iki kulağımızın arasında bunca güç bulunduğuna göre, neden "mutlu, sağlıklı, varlıklı ve bilge" kişilerin sayısı daha çok değil? Neden ortalıkta bu kadar çok çaresizlik hisseden, hayatlarına bir cevap bulamayan insan var? Bunun bir açıklaması, soru sordukları zaman, cevapların gelmesini sağlayacak güvenden yoksun olmaları. En önemlisi de, kendilerine bilinçli olarak güçlendirici soruları soramamaları. Bu süreci önceden düşünmeden ve duyarlılık göstermeden uyguluyorlar, o gücü istismar ediyorlar, ya da inançsızlıkları yüzünden fitilini tutuşturmayı beceremiyorlar. Bunun klasik örneği, kilo vermek istediği halde başaramayan kişidir. Aslında veremiyor değildir; ne yemesi gerektiği konusunda halen uyguladığı plan, o kişiyi desteklemiyordur. Kendilerine şöyle sorular sorarlar: "Ne yersem kendimi en tok hissederim? Yiyip de yanıma kâr kalacak en tatlı, en besleyici yiyecek nedir?" Bu soruların sonucunda, yağlı ve şekerli yiyecekleri seçerler, bu da daha yeni mutsuzlukların garantisi olur. Ya kendilerine soru sorarken, "Beni neler iyi besler? Hafif olduğu halde bana enerji verecek ne yiyebilirim? Bu beni temizler mi, yoksa tıkar mı?" diye sorsalar, hattâ daha iyisi, "Eğer bunu yersem, amacımdan sapmamak için neyi feda etmem gerekecek? Şimdi bu hovardalığı yaparsam sonunda bedelini nasıl öderim?" diye sorsalar, fazla yemeyi acıya bağlarlar, davranışları da hemen değişir. Hayatınızı değiştirip daha iyi hale getirmek için sormayı âdet edindiğiniz soruları değiştirmeniz gerekir. Unutmayın, sürekli olarak kendinize sorduğunuz soruların paterni, ya sinirlilik ya zevk, ya güceniklik ya ilham, ya sefillik ya da sihir yaratacaktır. Ruhunuzu yüceltecek, keyfinizi getirecek, sizi insanlığın mükemmelliğine doğru götürecek soruları sorun. |
Cevap: İçindeki Devi Uyandır Kitabından Alıntılar Sorular üç belirli şeyi gerçekleştirir: 1. Sorular neye odaklandığımızı, dolayısıyla da nasıl hissettiğimizi hemen değiştirir. Eğer sürekli olarak, "Neden canım bu kadar sıkkın?" ya da "Neden kimse beni sevmiyor?" gibi sorular sorarsanız, o zaman kendinizi sıkkın ve sevilmeyen bir insan olarak hissetmeniz için bir neden olduğu fikrini destekleyen referanslara odaklanır, onları arar, sonunda da bulursunuz. Sonuç olarak, o yararsız durumda kalırsınız. Eğer bunun yerine, "Durumumu nasıl değiştireyim de kendimi mutlu hissedeyim ve daha çok sevileyim?" diye sorarsanız, o zaman çözümlere odaklanırsınız. Beyniniz başlangıçta, "Yapabileceğim hiçbir şey yok," diye cevap verse bile, siz eğer Stanislavsky Lech gibi ya da W. Mitchell gibi direnir, güven duyarsanız, her şeye rağmen beklenti içinde olursanız, sonunda ihtiyaç duyduğunuz ve hak ettiğiniz cevapları alırsınız. Kendinizi daha iyi hissetmek için gerçek nedenler bulursunuz, onlara odaklanınca da duygusal durumunuz hemen onu izler. Düz cümleyle soru arasında çok büyük farklar vardır. Kendinize, "Ben mutluyum, ben mutluyum, ben mutluyum" derseniz, belki bu kendinizi mutlu hissetmenize yol açabilir - tabii yeterli duygu yoğunluğu kullanıyor, fizyolojinizi, dolayısıyla da "durum"unuzu değiştiriyorsanız. Ama aslında böyle düz cümleleri bütün gün söyleyip yine de hissettiklerinizi değiştiremeyebilirsiniz. Hislerinizi asıl değiştirecek olan, soru sormaktır. "Şu anda hangi konuda mutluyum? Eğer mutlu olmak istesem, beni ne mutlu ederdi? Bu kendimi nasıl hissetmemi sağlar?" Eğer bu tür sorular sormayı sürdürürseniz, kendinizi gerçekten mutlu hissetmeye başlamanızı sağlayacak gerçek referanslar bulursunuz, bunlar gerçekten mutluluk verecek nedenlere odaklanmanızı sağlar. Mutlu olduğunuzdan emin olursunuz. Kendinizi düz cümlelerle pompalayıp durmak yerine soru sorarsanız, o duyguyu hissetmek için gerçek nedenler bulursunuz. Siz de ben de nasıl hissettiğimizi şu anda, sırf odağımızı değiştirmekle değiştirebiliriz. Çoğumuz bellek yönetiminin gücünü pek anlayamamışızdır. Hepimizin hayatında çok değer verdiğimiz mutluluk anları bulunduğu doğru değil midir? Onlara odaklandığımız, onları düşündüğümüz zaman hemen kendimizi harika hissettiğimiz doğru değil midir? Bu belki bir çocuğun doğumudur, belki düğün gününüzdür, belki de ilk randevunuzdur. Sorular o anlara yönelik rehberlerdir. Eğer kendinize, "Benim en değerli anılarım neler?" diye sorarsanız, ya da "Şu anda hayatımda harika olan ne var?" diye sorarsanız, bu soruyu ciddi ciddi düşünürseniz, kendinizi harika hissetmenize yol açacak tecrübeleri düşünmeye koyulursunuz. O duygu durumundayken, kendinizi olsa olsa daha iyi hissedersiniz. Yalnız daha iyi hissetmekle de kalmaz, çevrenize de daha çok katkılar getirirsiniz. Tahmin edebileceğiniz gibi işin zor yanı, çoğumuzun otomatik pilota bağlı durumda olmamızdan kaynaklanmaktadır. Sormaya alıştığımız soruları bilinçli olarak kontrol etmediğimiz için, duygusal alanımızı ciddi biçimde sınırlarız, eldeki kaynakları da yeterince kullanamayız. Çaresi mi? Bölüm 6'da değindiğimiz gibi, ilk adım, ne istediğinizi keşfetmek ve eski sınırlayıcı paterninizin ne olduğunu anlamaktır. Sonra kendinize kaldıraç bulun. Şöyle sorun: "Eğer bunu şimdi değiştirmezsem, ödeyeceğim bedel ne olur? Uzun vadede bu bana neye mal olur?" Bir de, "Bunu şimdi yaparsam bütün hayatım nasıl değişir?" diye sorun. Paterni yarıda kesin (eğer hiç acı hissetmiş, sonra aklınızı başka bir şey çelince onu hissetmez olmuşsanız, bunun ne kadar etkili olduğunu anlarsınız); yeni ve güçlendirici bir alternatif bulup onu daha iyi sorularla destekleyin, sonra da kendinizi buna şartlandırmak için sürekli tekrarlayın, sonunda hayatınızın ayrılmaz bir parçası haline gelsin. |
Cevap: İçindeki Devi Uyandır Kitabından Alıntılar Kriz anlarında güçlendirici sorular sormayı öğrenmekçok önemli bir beceridir. Bu beceri beni hayatımda en zor dönemlerden çekip kurtarmıştır. Bir keresinde, eskiden benimle çalışmış birinin verdiği seminerde, benim geliştirdiğim malzemeyi kendinin olarak tanıtması ve kelime kelime aynen sunması karşısında neler hissettiğimi hiç unutamam. İçimden yükselen ilk içgüdüler, "Ne cüretle! Buna nasıl cesaret eder?" diye sormaktı. Ama çok geçmeden anladım ki bu tür cevap verilemeyecek sorulara yönelmek ancak beni sinirlendirmeye yarar, kurtuluşu olmayan bir döngüye kapılırım. Adam yapacağını yapıyordu benim yapabileceğim de, avukatlarımın ona acı-zevk ilkesini uygulayıp onu yola getirmesini sağlamaktı. Eh, bu süre içinde ben neden kızgın bir durumda kalacaktım peki? Yoluma devam edip hayattan zevk almayı sürdürmeye karar Verdim. Ama kendime, "Bunu bana nasıl yapar?" diye sorduğum sürece, olumsuz durumum devam edecekti. Durumumu değiştirmemin en hızlı yolu, kendime yeni bir dizi soru sormaktı. "Bu adamın nesine saygı duyuyorum?" diye sordum. Önce beynim bir çığlık attı "Hiçbir şeyine!" diye haykırdı. O zaman, "Eğer saygı duymak isteseydim nesine duyabilirdim?" diye sordum ve sonunda cevabı buldum. "Doğrusu adam yan gelip oturmuyor, en azından, benim ona öğrettiklerimi kullanıyor!" Bu düşünce beni güldürdü, döngüden kurtuldum, durumumu değiştirdim seçeneklerimi yeniden değerlendirdim ve o seçenekler uygulanırken de kendimi iyi hissettim. Hayatımın kalitesini yükseltme yolu olarak keşfettiğim şeylerden biri, saygı duyduğum insanların sormaya alışkın oldukları soruları modellemektir. Eğer çok mutlu birini bulursanız inanın bana, bir nedeni vardır. O neden, o kişinin sürekli olarak kendini mutlu eden şeylere odaklanmasıdır, yani kendine mutlulukla ilgili sorular soruyordur. Onların sorularını öğrenin, kullanın, siz de onlar gibi hissetmeye başlarsınız. Bazı soruları hiç ele almamız gerekmez. Örneğin Walt Disney, kurduğu kuruluşun başarılı olup olamayacağı sorusuna yer vermeyi reddetmişti. Ama bu da, Sihirli Krallığın yaratıcısı, kendine daha akıllıca sorular sormadı demek değildir. Benim büyükbabam Charles Shovvs eskiden Disney'le çalışan bir yazardı. Disney sonradan Hanna-Barbera'yla çalışmaya başlamış Ayı Yogi'yi, Huckleberry Hound'u yaratmıştı ama, dedemin onunla çalışması daha eskiydi. Dedemin bana anlattığı bir şey vardır. Ne zaman yeni bir proje ya da senaryo üzerinde çalışmaya başlasalar, Disııey'in girdi isteme yolunda kendine özgü bir usulü varmış. Bir duvarın tümünü o projeye ayırır, oraya senaryo, fikir gibi şeylerle ilgili soruların hepsini asar, şirkette kim varsa gelip asılı sorulara yanıtlarını yazarmış. "Bunu nasıl daha iyi hale getirebiliriz?" Herkes bu sorunun altına türlü türlü çözümler yazar, duvarı önerilerle kaplarmış. Sonra Disney herkesin cevaplarını okurmuş. Böylelikle Walt Disney, şirketindeki herkesin kaynaklarını kullanarak, o girdilerin kalitesinde sonuçlar üretirmiş. Bizim aldığımız cevaplar, sormaya istekli olduğumuz sorulara bağlıdır. Örneğin eğer kızgınlık hissediyorsanız, birisi size, "Bunun çok iyi yanları neler?" diye sorarsa, cevap vermek istemeyebilirsiniz. Ama öğrenmeye yüksek değer veriyorsanız, belki kendinize sorduğunuz,"Bu durumdan ne öğrenebilirim? Bu durumu nasıl kullanabilirim?" gibi sorulara cevap vermek isteyebilirsiniz. Yeni farklılıklara ve üstünlüklere olan isteğiniz, sorulara cevap vermeye zaman ayırmanızı sağlar, bunu yaparken de odağınızı, durumunuzu ve almakta olduğunuz sonuçları değiştirirsiniz. Hemen şimdi kendinize birkaç güçlendirici soru sorun? Şu anda hayatınızın nelerinden mutlusunuz? Bugün hayatınızda harikulade olan ne var? Neler için gerçek anlamda minnet duyuyorsunuz? Bir an durup cevapları düşünün, şu anda kendinizi harika hissetmek için geçerli nedenleriniz olmasının ne güzel bir duygu verdiğine bakın. 2. Sorular, kapsama almadığımız şeyi değiştirir. İnsanlar "kapsam dışı bırakan" yaratıklardır. Sizin de benim de, şu anda çevremizde odaklanabileceğimiz milyonlarca şey olup bitmektedir. Kulağımızın damarlarından geçen kanımızdan, kollarımıza değen rüzgâra kadar. Ama biz aynı anda ancak birkaç şeye odaklanabiliriz. Zihnimiz bizim bilincimiz dışında türlü türlü şeyler yapabilmektedir, ama bilinçlilik düzeyinde aynı anda odaklanabileceğimiz şeylerin sayısı sınırlıdır. Bu yüzden beyin, zamanının büyük bir bölümünü, neye dikkat edeceğimizi bir öncelik sırasına sokmakla geçirir, daha da önemlisi neye dikkat etmeyeceğimizi, yani neyi kapsamdışı bırakacağımızı kararlaştırır. Eğer kendinizi gerçekten üzgün hissediyorsanız, bunun bir tek nedeni olabilir: Demek ki kendinizi iyi hissetmenizi gerektirecek her şeyi kapsam dışı bırakıyorsunuz. Eğer kendinizi iyi hissediyorsanız, demek ki odaklanabileceğiniz kötü şeyleri kapsam dışı bırakıyorsunuz. O halde birine bir soru sorduğunuzda, o kişinin neye odaklandığını, neyi kapsam dışı bıraktığını değiştirebilirsiniz. Birisi size, "Bu projeye benim kadar üzülüyor musun?" diye sorsa, siz daha önce o soruna üzülmemiş bile olsanız, daha önce kapsam dışı bıraktığınız şeylere odaklanmaya başlar, kendinizi kötü hissetme durumuna geçersiniz. Birisi size, "Hayatında neler berbat?" diye sorsa, bu soru ne kadar gülünç bir soru olursa olsun, kendinizi cevap vermeye mecbur hissedebilirsiniz. Bilinçli olarak cevap vermezseniz, bu sefer de o soru zihninize bilinç dışı düzeyde takılabilir. Tam tersine, eğer size "Hayatında gerçekten harika olan neler var?" diye sorsalar, siz de o cevaba odaklamanız, bir anda kendinizi çok iyi hissettiğinizi görebilirsiniz. Birisi size, "Bu proje gerçekten harika, biliyor musun?" dese. "Şu yarattığımız şey sayesinde sağlanacak etkiyi hiç düşündün mü?" diye de devam etse, gözünüze çok yorucu görünmüş olan o proje ilham dolu bir hale gelir. Sorular insan bilincinin lazeridir. Odağımızı konsantre eder ne hissedip ne yapacağımızı saptarlar. Bir an durup odada çevrenize bakın, kendinize bir soru sorun: "Bu oda neden kahverengi?" Bakıp görün. Kahverengi, kahverengi, kahverengi. Şimdi bu sayfaya bakın. Çevre görüş açılarınızı kapatarak, yalnızca yeşil olan şeyleri düşünün. Çok iyi bildiğiniz bir odadaysanız, bunu herhalde kolaylıkla yapabilirsiniz. Ama yabancı bir odadaysanız, yeşilden çok kahverengileri hatırlama olasılığınız fazladır. Şimdi tekrar çevrenize bakıp, neler yeşilmiş, dikkat edin. Yeşil, yeşil, yeşil. Bu sefer daha çok yeşil gördünüz mü? Yabancı odadaysanız, cevabınızın evet olacağından eminim. Bu bize ne öğretiyor? Neyi ararsak, onu buluruz. Demek ki kızgınsanız, kendinize sorabileceğiniz en iyi sorulardan biri, "Bu sorundan ne öğrenebilirim ki bir daha hiç olmasın?" sorusudur. İşte bu soru, kaliteli soruya örnektir. Sizi şimdiki zorluktan kurtarıp, gelecekte bu acıyı yaşamamanız için gerekli olan kaynaklara götürecektir. Bu soruyu soruncaya kadar, sorunun aslında bir fırsat olması ihtimalini kapsam dışı bırakmış sayılırsınız. |
Cevap: İçindeki Devi Uyandır Kitabından Alıntılar Sorularda bizim inançlarımızı etkileme gücü vardır, dolayısıyla da neyin mümkün olduğu, neyin mümkün olmadığı yolundaki düşüncelerimizi etkilerler. Bölüm 4'de öğrendiğimiz gibi, derine işleyen sorular sormak, güçsüzleştirici inançların referans ayaklarını sallamakta, bizim o inançları demonte edip yerine daha güçlendirici inançlar koymamıza olanak tanımaktadır. Ama hiç dikkat ettiniz mi, sorularda kullanmayı seçtiğimiz kelimelerle bu kelimelerin dizilişi bile, bazı şeyleri dikkate alıp diğerlerini olağan kabul etmemizi sağlamaktadır. Buna varsayım gücü denir. Sizin bunun da farkında olmanız şarttır. Varsayımlar bizi, doğru da, yanlış da olabilecek şeyleri kabul etmeye programlar. Bunlar başkaları tarafından da kullanılabilirler, bilincimiz dışında kendimiz tarafından da. Örneğin bir iş kötü gittiğinde kendinize şöyle bir soru sorsanız, "Ben neden hep kendi kendimi sabote ediyorum?" deseniz, kendinizi bu tür yeni yeni olaylara hazır hale getirir, kendi kendini gerçekleştiren kehanet döngüsü kurarsınız. Neden? Çünkü daha önce de söylediğimiz gibi, beyniniz söz dinleyip sizin sorduğunuz soruya cevap bulacaktır. Kendinizi sabote ettiğinizi doğruymuş gibi kabul edeceksiniz, çünkü odağınız bunu neden yaptığınıza dönüktür, yapıp yapmadığınıza değil. 1988 başkanlık seçimleri sırasında, George Bush, başkan yardımcılığına Dan Quayle'in aday olduğunu açıkladıktan hemen sonra bir olay olmuştu. Bir haber televizyonu ulusal çapta bir anket yaptı, insanlardan belli bir soruya cevap vermek için 900'lü bir numarayı aramalarını istedi. Soru şuydu: "Dan Quayle'in aile nüfuzundan yararlanarak kendini Ulusal Muhafız Birliği'ne sokmuş ve böylece Vietnam'a gitmekten kurtulmuş olması sizi rahatsız ediyor mu?" Bu soruda apaçık gözüken varsayım, Çhıayle'in gerçekten aile nüfuzunu kullanıp kendine haksız bir avantaj sağlamış olmasıydı - oysa bu hiçbir zaman kanıtlanmış değildi. Ama yine de insanlar soruya, sanki bu da gerçekmiş gibi cevap verdiler. Hiçbiri doğru mu ki, diye sormadı. Otomatik olarak kabul ettiler. Daha da beteri, pek çok insan telefon ettiğinde, bundan çok büyük rahatsızlık duyduklarını söylediler. Böyle bir gerçek hiçbir zaman ortaya konmuş değildi! Ne yazık ki bu tür şeyler pek sık olmaktadır. Biz kendimiz de aynı şeyi sık sık başkalarına yaparız. Başkalarının ya da kendinizin güçsüzleştirici varsayımlarını kabul etmeyin. Sizi güçlendirecek yeni inançları destekleyecek referanslar bulun. 3. Sorular elimizdeki kaynakları değiştirir. Bundan beş yıl kadar önce ben hayatımın önemli bir kavşak noktasına gelmiştim. Yıpratıcı bir gezi programından evime döndüğümde, iş arkadaşlarımdan birinin çeyrek milyon doları zimmetine geçirdiğini ve şirketimi 758.000 dolar borca soktuğunu öğrendim. Beni bu noktaya getiren, bu adamı ilk işe alırken sormamış olduğum sorulardı. Şimdi kaderim, soracağım yeni sorulara bağlıydı. Danışmanlarımın hepsi bana, bir tek seçeneğim olduğunu söylediler, o da iflâs ilan etmekti. Hemen sormaya başladıkları sorular şöyleydi: "İlk önce neleri satmakla başlayalım? Elemanlara kim söyleyecek?" Ama ben yenilgiyi kabul etmedim. Ne pahasına olursa olsun şirketimi devam ettirmenin bir yolunu bulacağıma karar verdim. Bugün hâlâ işimin başındayım, bunun nedeni de çevremdekilerin bana verdiği güzel öğütler değil, benim daha iyi bir soru sormuş olmamdır: "Ben bunu nasıl tersine çevirebilirim?" Ardından daha da ilham verici bir soru sordum: "Şirketimi nasıl kurtarıp bir sonraki düzeye çıkarabilirim ve onu geçmiştekinden daha büyük etkiler yapacak hale getiririm?" Daha iyi bir soru sorunca daha iyi bir cevap alabileceğimi biliyordum. İlk başta, istediğim cevabı alamadım. "Olayı tersine çevirmenin bir yolu yok" cevabı geldi. Ama ben aynı yoğunluk ve beklentiyle sormayı sürdürdüm. Sorumu genişlettim, "Ben uyurken bile, daha fazla değerler katacak, daha çok insana yardım edecek yol nedir? İnsanlara ulaşmam için kendi fiziksel varlığımla sınırlı olmayan yol nedir?" Bu soruları sorunca, şirketime başka insanları katmak, daha çok sayıda kişinin beni ülkenin her yanında temsil etmesini sağlamak fikri geldi. Aynı sorularla, bir yıl sonra yeni bir fikir daha belirdi. Televizyonda enformasyon-reklam karışımları sunmak. O da aynı alev alev soruya cevap olarak gelmişti. O günden bu yana, 7 milyon kadar bant doldurup dünyanın her yanına dağıttık. Bir soruyu yoğun biçimde sorduğum için, dünyanın her yanındaki insanlarla ilişkiler geliştirmeme yardımcı olacak cevabı almıştım, aksi halde o insanlarla karşılaşma, onları tanıma, onlarla herhangi bir ilişkide bulunma olanağım bulamazdım. Özellikle iş hayatında, sorular gerçekten bize yepyeni dünyalar açar, elimizde olduğunu bilmediğimiz kaynaklardan yararlanma olanağı getirir. Ford Motor Company'de, emekli olan Başkan Donald Petersen, ısrarlı sorularıyla tanınan biriydi: "Ne düşünüyorsunuz? İşiniz nasıl daha iyileştirilebilir?" Bir keresinde Petersen, Ford'un kârlılığını başarı yoluna yönelten bir soru sormuştu. Tasarımcı Jack Telnack'a, "Tasarımladığın arabaları seviyor musun?" diye sormuştu. Telnack, "Aslında sevmiyorum," demişti. Petersen o zaman ona kilit soruyu sordu. "Yönetime boş verip de, sahip olmak isteyeceğin arabayı neden çizmiyorsun?" Tasarımcı, başkanın bu sözünü tuttu 1983 Ford Thunderbird'ü tasarımladı. Bu araba daha sonraki Taurus ve Sable arabaların ilhamı oldu. 1987 yılına gelindiğinde, Petersen'in başkanlığındaki Ford, kârlılıkta General Motors'u aşmıştı. Bugün de Taurus, tüm arabaların en güzellerinden, en iyilerinden biri olarak yerini korumaktadır. Donald Petersen soruların o inanılmaz gücünü gerçek anlamda kullanmış kişilere örnektir. Bir tek basit soruyla Ford Motor Company'nin kaderini değiştirmiştir. Aynı güç, günün her ânında sizin de, benim de elimizde var. Herhangi bir zamanda kendimize sorduğumuz sorular kendimizin kim olduğu, neler yapabileceği, rüyalarımıza kavuşmak için neleri yapmaya istekli olduğumuz konusundaki görüşlerimizi biçimlendirebilir. Sorduğunuz soruları bilinçli olarak kontrol etmeyi öğrenmek, nihaî amacınıza ulaşmanızı benim bildiğim her şeyden daha büyük etkiler yapacaktır. Bizim kaynaklarımız çoğu zaman, kendimize sorduğumuz sorularla sınırlıdır, başka sınırı da yoktur. Hatırlamamız gereken bir önemli nokta, inançlarımızın aklımıza gelen soruları etkileyeceğidir. Birçok insan, "Durumu nasıl tersine çevirebilirim?" sorusunu hiç sormazdı, nedeni de çevrelerindekilerin onlara, bunun imkânsız olduğunu söylemesiydi. Bunun bir zaman ve enerji kaybı olduğuna inanırlardı. Sınırlı sorular sormamaya dikkat edin, çünkü o zaman sınırlı cevaplar alırsınız. Sorularınızı sınırlayan tek şey, nelerin mümkün olabileceği konusundaki inançlarınızdır. Benim kişisel ve profesyonel kaderimi biçimlendirmiş olan bir ana inanç sorular sormayı sürdürürsem bir cevap geleceği inancıdır. Tek yapacağımız, daha iyi bir soru yaratmaktır. O zaman daha iyi bir cevap gelir. Hayat bir oyun. Bütün cevaplar zaten orada hazır. Kazanmak için tek yapacağınız, doğru soruları bulup sormak. |
Cevap: İçindeki Devi Uyandır Kitabından Alıntılar Ya ben Sedona yönteminden sonra buna da takıldım. Benim kristal kürem de çatlamıştı galiba... Sebat etmek... O kadar önemli ki... Sebat... kesinlikle... |
Cevap: İçindeki Devi Uyandır Kitabından Alıntılar Kesinlikle öyle. Benim de en ihtiyaç duyduğum şeylerden birisi. Her şey, uygulanan yöntemler, teknikler vs. herkeste işe yaramayabilir ancak sebat etmek herkesin önünü açar mutlaka. Sevgilerimle. actionsmile |
Cevap: İçindeki Devi Uyandır Kitabından Alıntılar O halde işin anahtarı, sürekli olarak sizi güçlendiren sorular sormakla ilgili bir patern geliştirmektir. Siz de ben de biliyoruz ki, hayatımızda nelerle uğraşıyor olursak olalım, zaman zaman "problem" dediğimiz şeylerle karşılaşacağız. Bunlar kişisel ve profesyonel ilerlememizin yolu üzerindeki tıkanıklıklar olacak. Hayatta hangi düzeye ulaşmış olursa olsun herkes bu özel "armağanlarla" boğuşmak zorunda kalır. Burada mesele karşınıza problemler çıkıp çıkmayacağı değil, çıktıkları zaman sizin o konuda ne yapacağınızdır. Zorlukların üstesinden gelmek için hepimizin sistematik bir yolumuz olması gerekir. Ben de soruların durumumu derhal değiştireceğini ve bana problemi çözmek için gerekecek kaynaklara ulaşma olanağı getireceğini bilerek, insanlarla konuşmaya, onlara kendilerini problemlerden nasıl kurtardıklarını sormaya başladım. Bazı soruların hep aynı tür olduğunu bulguladım. İşte size, karşıma çıkan her soru için kullandığım beş soruluk bir liste veriyorum. Bunların hayatımın kalitesini kökten değiştirdiğini söyleyebilirim. Eğer siz de kullanmak isterseniz, bu sorular aynı şeyi sizin için de yapacaktır. Problem Çözen Sorular 1. Bu problemin harika yanı nedir? 2. Neler henüz mükemmel değil? 3. Bunu istediğim hale getirmek için neler yapmaya istekliyim? 4. Bunu istediğim hale getirmek için neleri artık yapmamaya istekliyim? 5. Bunu istediğim hale getirmek için gerekenleri yaparken bu süreci nasıl zevkli kılabilirim? Durumumu değiştirmek için sorular sorma yolunu ilk kullandığım seferlerden birini asla unutamam. 120 günün 100'ünü evimden uzaklarda geçirdiğim bir dönemdi. Yorgunluktan canım çıkmıştı. Bazı şirketlerimin baş yöneticilerinden gelen ve "acil" cevaplanması gereken bir yığın mail ile, şahsen aramam gereken 100 kadar telefon numarası bulmuştum. Bunlar bana gelmek isteyen insanlardan gelmiş telefonlar değildi. En yakın dostlarımdan, iş arkadaşlarımdan, aile üyelerinden gelen önemli telefonlardı. Her şeyi o anda kaybettim! Kendime şaşılacak kadar güçsüzleştirici sorular sormaya başladım: "Neden vaktim yok?, Neden beni rahat bırakmıyorlar?, Benim makine olmadığımı anlamıyorlar mı?, Neden bir soluk alacak zaman bulamıyorum?" O aşamada nasıl bir ruhsal durum içinde bulunduğumu tahmin etmişsinizdir. Bereket versin bu arada kendime geldim. O paterni kestim, giderek öfkelenmekte olduğumu, bunun işleri düzeltmeye yaramayacağını, tersine, daha beter edeceğini fark ettim. Durumum bana korkunç sorular sorduruyordu. Daha iyi birkaç soru sorarak durumumu değiştirmek zorundaydım. Hemen problem çözen sorular listeme döndüm, ilk soruyla başladım. 1. "Bu problemin harika yanı nedir?" İlk cevabım yine her zamanki gibi, "Hiçbir şey!" oldu. Ama bir an düşününce farkına vardım ki, sekiz yıl önce ben, yirmi iş arkadaşımla dostumun beni ziyaret etmek istemesi için bile canımı verirdim, nerede kaldı 100 kişi hem de ulusal etkiye sahip ölçekte kişiler! Bunun farkına vardığımda, gülmeye başladım. Paterni kırdım, saygı ve sevgi duyduğum bu kadar çok kişinin beni aramasına, benimle zaman geçirmek istemesine minnet duydum. 2. "Henüz mükemmel olmayan nedir?" Besbelli programım biraz daha akort istiyordu. Kendime hiç zamanım kalmadığını hissediyordum. Hayatım dengeden yoksundu. Bu sorunun soruluşundaki varsayıma da dikkat edin: "Henüz mükemmel olmayan nedir?" dediğimde, onun da sonunda mükemmel olacağına inancım belli oluyor. Bu soru size yalnız cevap vermekle kalmıyor, aynı zamanda güvence de veriyor. 3. "Bunu istediğim duruma getirmek için neler yapmaya istekliyim?" O zaman karar verdim. Hayatımı ve programımı daha dengeli biçimde düzenleyecektim. Kontrolü elime alıp bazı şeylere hayır demeyi öğrenecektim. Aynı zamanda, şirketlerimden birinin başına getirecek birini bulmam gerektiğini de anladım. İş yükünün birazını üstlenecek biri. O zaman evimde ailemle geçirebileceğim özel zamanım kalırdı. 4. "Bunu istediğim duruma getirmek için neleri artık yapmamaya istekliyim?" Bunun bir haksızlık olduğu, sömürüldüğüm gibi konularda sızlanmayı kesmek zorundaydım, çünkü insanlar aslında beni desteklemeye çalışıyorlardı. 5. "Bunu istediğim duruma getirirken bu süreci nasıl zevkli kılabilirim?" Bu son ve en önemli soruyu sorduğumda, olayı eğlenceli kılacak bir şey aradım. "100 telefon etmekten nasıl zevk alabilirim?" diye düşündüm. Çalışma masamda otururken zihinsel ve duygusal musluklarım açılmadı. Derken aklıma bir fikir geldi. Altı aydır Jakuzi'me girmemiştim. Hemen mayomu giydim, seyyar bilgisayarımla hoparlörlü telefonumu kaptım, Jakuzi'ye doğruldum. Karargâhı arka bahçeme kurup telefonlarımı etmeye başladım. New York'daki birkaç iş arkadaşımı arayıp onlara, "Sahi mi? O kadar soğuk mu? Hımmm" dedim. "Burada California'da hayat zor, biliyor musunuz? Ben Jakuzi'min içindeyim!" Hepimiz buna güldük, ben de tüm iş yükünü bir oyun haline getirmeyi başardım. (Ama listeyi bitirdiğim zaman derim öyle buruş buruş olmuştu ki 400 yaşında gözüküyordum!) Jakuzi her zaman arka bahçemdedir ama görüyorsunuz ki o kaynağa ulaşabilmek için doğru soruyu sormam şarttı. Bu beş soruluk liste elinizin altında olursa problemler karşısında odağınızı bir anda değiştirip size gereken kaynağı sunan yolu bulursunuz. "Sormayan yaşayamaz." ESKi ATASÖZÜ Her sabah uyandığımızda kendimize sorular sorarız. Saat çaldığında kendinize sorduğunuz soru: "Neden şimdi kalkmak zorundayım?" mı? "Bir günde neden daha çok saat yok?" mu? "Şu saatin düğmesine bir bastırsam ne olur?" mu? Duşa girerken ne soruyorsunuz kendinize? "Neden işe gitmek zorundayım?" mı? "Bugün trafik acaba ne derece kötü?" mü? "Bugün masamda neler yığılı olacak?" mı? Ya her gün kendinize, sizi iyi bir duruma sokacak soruları, ne kadar minnet duyduğunuzu, ne kadar mutlu olduğunuzu, ne kadar heyecanlı olduğunuzu hatırlatacak sorulan sorma paternini bilinçli olarak geliştirseniz? O olumlu duygusal durumlar içindeyken gününüz nasıl geçerdi sizce? Herhalde her konuda neler hissettiğinizi etkilerdi. |
Cevap: İçindeki Devi Uyandır Kitabından Alıntılar Hayat tecrübemiz neye odaklandığımıza dayalıdır. Aşağıdaki sorular, sizin daha çok mutluluk, heyecan, gurur, minnet, neşe, adamışlık yaşamanız ve hayatınızın her gününü sevmeniz için tasarırnlanmıştır. Unutmayın, kaliteli sorular, kaliteli bir hayat yaratır. Bu soruların her birine iki üç cevap bulun ve kendinizi dünyanın içinde hissedin. Eğer cevap bulmakta zorluk çekerseniz, "olabilirim" kelimesini koyun, yeterli olur. Örnek: "Şu anda hayatımın nesinden en mutluyum?" yerine, "Şu anda hayatımın nesinden en mutlu olabilirim?" 1. Şu anda hayatımın nesinden en mutluyum? Bunun nesi beni mutlu ediyor? Bana nasıl bir duygu veriyor? 2. Şu anda hayatımın nesi bana heyecan veriyor? Bunun nesi beni heyecanlandırıyor? Bu bana nasıl bir duygu veriyor? 3. Şu anda hayatımın nesinden gurur duyuyorum? Bunun nesi bana gurur veriyor? Bu bana nasıl bir duygu veriyor? 4. Şu anda hayatımda neye minnet duyuyorum? Bunun nesi minnet gerektiriyor? Bu bana nasıl bir duygu veriyor? 5. Şu anda hayatımda en çok neden zevk alıyorum? Onun nesinden zevk alıyorum? Bu bana nasıl bir duygu veriyor? 6. Şu anda hayatımda neye adanmış durumdayım? Bunu nesi var da adanıyorum? Bu bana nasıl bir duygu veriyor? 7. Kimi seviyorum? Beni kim seviyor? Onun içimde sevgi doğuran şeyi nedir? Bu bana nasıl bir duygu veriyor? Akşam olduğunda da ben bazen sabah sorularını sorarım, bazen de bunlara üç yeni soru eklerim: |
Cevap: İçindeki Devi Uyandır Kitabından Alıntılar 1. Bugün ben neler verdim? Bugün ne bakımlardan verici oldum? 2. Hayatımın kalitesine bugün ne katkı getirdi ya da bugünü gelecekle ilgili yatırımlarımda nasıl kullanabilirim? Sonra sabah sorularını tekrarlayın (isteğe bağlı). Bunu anlayınca, küçük bir "uygulama"ya ihtiyacım olduğu kararına vardım, kendime her sabah sorduğum sorulardan bir liste yarattım. Sabahları kendinize soru sormanın güzel yanı, bunu duşta da, traş olurken de, saçlarınızı kuruturken de her işi yaparken sürdürebilmenizdir. Soruları zaten soruyorsunuz, o halde neden iyi sorular sormayasınız? Anladım ki mutlu ve başarılı bireyler olmamız için hepimizin geliştirmemiz gereken bazı duygular var. Ne kadar şanslı olduğunuzu bilmek için puanları kaydetmezseniz, kazandığınız halde kendinizi kaybediyormuş gibi hissedersiniz. Bu yüzden, şimdi biraz zaman ayırıp bu sorulara bir bakın. Her birinin getirdiği duyguyu derinden derine yaşamak için de zaman ayırın. Eğer gerçekten hayatınızda bir değişiklik yaratmak istiyorsanız, kişisel başarınız için bunu gündelik bir uygulama haline getirin. Sürekli bu soruları sormakla, en güçlendirici duygu durumlarına her zaman gireceğinizi göreceksiniz. Sonra da bu mutluluk, heyecan, gurur, minnet, neşe, adanmışlık ve sevgi duygularına otoyollar oluşturmaya başlayacaksınız. Çok geçmeden, sabah gözlerinizi açtığınız anda bu soruların alışkanlıkla otomatik olarak çıktığını göreceksiniz, ama bileceksiniz ki hayatınızda daha zengin tecrübeler yaşamak için sizi güçlendirecek soru alışkanlığını edinmişsiniz. |
Cevap: İçindeki Devi Uyandır Kitabından Alıntılar Güçlendirici soruların nasıl sorulacağını bir kere öğrenince, yalnız kendinize değil, başkalarına da yardımcı olabilirsiniz. Bunu hediye olarak başkalarına verebilirsiniz. Bir keresinde ben New York'da, hem dostum, hem de iş arkadaşım olan biriyle öğle yemeği için buluşmuştum. Kendisi saygın bir avukattı. Edebiyat konulu davalarda uzmandı. Keskin zekâsına, meslekî geçmişine gençliğinden beri hayranlık duymuştum. Ama o gün, kendisine korkunç gözüken bir darbe yemişti. Ortağı onu bırakmış, gitmişti. Dayanılmayacak genel giderler hep onun üstüne kalmıştı ve durumu nasıl tersine çevireceği konusunda da pek fikri yoktu. Unutmayın ki kendisi o anda neye odaklanıyorsa, anlamı o saptıyordu. Herhangi bir durumda güçsüzleştirici şeye odaklanırsanız başka, güçlendirici şeye odaklanırsanız başka olur. İnsan ne ararsa onu bulur. Bu dostum kendine yanlış soruları soruyordu: "Ortağım nasıl beni böyle bırakabilir? Bana aldırmıyor mu? Hayatımı mahvetmekte olduğunu bilmiyor mu? O olmadan benim bu işi götüremeyeceğimi bilmiyor mu? Artık mesleği sürdüremeyeceğimi müşterilerime nasıl anlatacağım?" Bu soruların hepsi varsayım doluydu. Hayatının zaten mahvolmuş olduğunu varsayıyordu. Birçok yoldan müdahale edebilirdim, ama ona birkaç soru sormaya karar verdim. "Geçenlerde ben basit bir soru teknolojisi yarattım," dedim. "Kendime uyguladığımda, çok büyük etkisi olduğunu gördüm. Beni birçok zor durumlardan kurtardı. Sana da bir iki soru sormama izin verirsen, iyi sonuç verip vermediğine bakalım mı?" "Peki," dedi. "Ama şu anda hiçbir şeyin bana yardımcı olabileceğini sanmıyorum." Bunun üzerine ona önce Sabah Sorularını, sonra da Problem Çözme Sorularını sormaya başladım. "Hangi konuda mutlusun?" sorusu ilk sorumdu. "Biliyorum, şu anda bu sana Pollyanna gibi geliyordur, ama gerçekten mutlu olduğun şey nedir?" dedim. İlk cevabı "Hiçbir şey!" oldu. Ben bunun üzerine, "Eğer isteseydin şu anda neden mutlu olabilirdin?" diye sordum. "Karım konusunda mutluyum, çünkü çok iyi idare ediyor ve ilişkimiz çok yakın" dedi. "Onunla o kadar yakın olduğunu düşünmek sana nasıl bir duygu veriyor?" diye sordum. "Hayatımın en inanılmaz armağanlarından biri" dedi. "Eşin çok özel bir insan, değil mi?" dedim. Ona odaklanmaya başladı, kendini çok iyi hissetti. Belki bana adamın aklını dağıtmışsın, diyeceksiniz. Hayır. Ben onun daha iyi bir duruma girmesine yardım ediyordum. Daha iyi duruma girince, insan zorluklarla mücadele etmenin daha iyi yollarını bulabilir. Önce paterni kırmamız şarttı. Onu olumlu duygusal çevre içine oturtmak zorundaydım. Ona başka nelerden mutlu olduğunu sordum. Nelerden mutlu olması gerektiğini anlatmaya başladı. Bir yazarın ilk kitabıyla ilgili anlaşmasını gerçekleştirmişti. Bundan gurur duyması gerektiğini, ama duyamadığını söyledi. Ben ona, "Gurur duysaydın bu sana nasıl bir duygu verirdi?" diye sordum. Bunun ne harika bir şey olacağını düşünmeye başladı, durumu da hemen değişmeye başladı. Ona, "Neden gurur duyuyorsun?" diye sordum. "Çocuklarımdan gerçek anlamda gurur duyuyorum," dedi. "Çok harika kişiler onlar. Yalnız işte başarılı olmakla kalmıyorlar, insanları gerçekten seviyorlar. Büyüdüklerinde nasıl insanlar olduklarını görünce gurur duyuyorum, üstelik onlar benim çocuklarım. Benim mirasımın bir parçası onlar." "Böyle bir etkin olması sana nasıl bir duygu veriyor?" diye sordum. Az önce hayatının sona ermiş olduğuna inanan adam birdenbire hayata döndü. Neye minnet duyduğunu sordum. Gençliğinde iyi bir avukat olmak için mücadele verirken, nice zor durumlardan sıyrılıp yeniden tırmanabildiği için minnet duyduğunu söyledi. Kariyerini sıfırdan başlayarak kurmuş, Amerikan Rüyası dediğimiz şeyi gerçekleştirmişti. Ona da minnet duyuyordu. Ben bu sefer, "Seni gerçekten heyecanlandıran ne?" diye sordum. "Aslında şu sıra bir değişiklik yapma fırsatı yakaladığım için heyecanlıyım," dedi. Bu ilk defa aklına geliyordu. Nedeni de, durumunu böylesine değiştirmiş olmasıydı. Ona, "Kimi seviyorsun ve kim seni seviyor?" diye sordum. Ailesinden söz etmeye başladı, birbirlerine inanılmayacak kadar yakın olduklarını söyledi. Bu sefer ona, "Ortağının gidişinin nesi harika?" diye sordum. "Biliyor musun," dedi. "Harika olabilecek bir şey var, o da, benim New York'a inmekten hoşlanmayışım, hattâ bundan nefret edişim. Connecticut'ta, evimde olmayı seviyorum." Sonra devam etti. "Bunun harika yanı, her şeye yeni bir bakışla bakabilmem." Sonra türlü olanakları saymaya girişti, sonunda Connecticut'ta, evine beş dakika uzaklıkta bir ofis açmaya karar verdi. Oğlunu da bu işe sokacaktı. New York'tan arayanlar da mesajlarını bir telesekretere bırakacaklardı. Öyle heyecanlandı ki, hemen gidip yeni bir ofis yeri bakmaya karar verdi. Soruların büyüsü birkaç dakika içinde gücünü göstermişti. Bu durumla başa çıkacak kaynaklar zaten her zaman elindeydi, ama sorduğu güçsüzleştirici sorular, bu güce ulaşmasını engelliyor, kendini her şeyini kaybemiş bir ihtiyar gibi görmesine yol açıyordu. Aslında hayat ona harikulade bir armağan vermişti, ama kaliteli sorular sormaya başlayıncaya kadar o gerçeği kendisi kapsam dışı bırakmıştı. |
Cevap: İçindeki Devi Uyandır Kitabından Alıntılar En sevdiğim insanlardan biri Leo Buscaglia'dır. Sevgi kitabının, daha da insan ilişkileri konusunda pek çok olağanüstü kitabın yazarıdır. Leo'nun en harika yanlarından biri, babasının çocukken ona öğrettiği bir soruyu durmadan kendine sormasıdır. Her gün akşam yemeğine oturduklarında babası ona, "Leo, bugün ne öğrendin?" diye sorarmış. Leo'nun da bir cevap vermesi gerekirmiş. Kaliteli bir cevap. O gün okulda ilginç bir şey öğrenmediyse, önceden ansiklopediye bakar, babasına anlatacak ilginç bir şey ararmış. Bugüne kadar hâlâ, değerli bir şey öğrenmeden yatağına yatmadığını söyler. Sonuçta da zihnini sürekli olarak uyarılmış halde tutar, öğrenme konusuna büyük bir ihtiras ve sevgi duyar, hepsini de on yıllarca önce başlamış olan o bir tek soruya borçludur. Sizin düzenli olarak kendinize sormanızda yarar olacak sorular nelerdir? Ben kendi iki sevgili sorumu biliyorum, ikisi de çok basit. Bunlar benim zorlukları tersine çevirmemi sağlar. "Bunun hangi yanı harika?" sorusuyla "Ben bunu nasıl kullanabilirim?" sorusu. Bir durumun harika yanını sormakla, genellikle güçlü, olumlu bir anlamını bulurum, onu nasıl kullanacağımı sormakla da, herhangi bir zorluğu alıp bir yarar haline çevirebilirim. Duygusal durumlarınızı değiştirmek ya da gerçekten istediğiniz kaynaklara ulaşabilmek için sizin sürekli kullanacağınız sorular neler olabilir? Standart sabah sorularına o ikisini ekleyin, kendi özel ve duygusal ihtiyaçlarınızı karşılayacak bir araç edinin. Hayatımızda sorduğumuz en önemli sorulardan bazıları da şunlardır: "Benim hayatım neyi temsil ediyor?" "Ben neye adanmış durumdayım?" "Ben neden buradayım?" "Ben kimim?" Bunlar inanılmayacak kadar güçlü sorulardır, ama eğer mükemmel bir cevap gelsin diye beklerseniz başınız büyük derde girer. Genelde bir soruya gelen ilk duygusal ve sezgisel cevap, sizin ciddiye almanız gereken cevaptır. Bu da bu konuda size söylemek istediğim son söz. Bir noktaya varınca, ilerleyebilmek için kendinize sorular sormayı kesmelisiniz. Eğer hep soru sormayı sürdürürseniz, o zaman güveniniz kaçar, kararsızlığa düşersiniz. Oysa güvenli sonuçları ancak güvenli eylemler getirir. Bir noktada, değerlendirmeleri kesip bir şeyi yapmaya başlamanız gerekir. Nasıl mı? Sizin için neyin en önemli olduğuna sonunda, en azından o an için, karar vermişsiniz, şimdi artık kişisel gücünüzü kullanıp onu yapmaya, hayatınızın kalitesini değiştirmeye başlamanız gerekir. O halde şimdi size bir soru sorayım. Eğer duygularınızın kalitesini, tüm günleriniz için değiştirme yolunda şu anda yapabileceğiniz bir şey olsaydı, onun ne olduğunu bilmek ister miydiniz? Evetse, o zaman hemen bir sonraki bölümü okuyun... |
Cevap: İçindeki Devi Uyandır Kitabından Alıntılar http://s9.rimg.info/c28654abaa0a55ed...333fe940f0.gif NİHAİ BAŞARI KELİMELERİ "Doğru kelime en önemli araçtır. "Yoğun bir doğruluğa sahip o kelimelerle karşılaştığımızda, ortaya çıkan sonuç hem fiziksel, hem de ruhsal olur, elektrik gibi de anîdir." MARK TWAIN KELİMELER bizi güldürmek için de ağlatmak için de kullanılır onlar. Hem yaralar, hem iyileştirir. Bize umut ve umutsuzluk getirir. Kelimelerle en soylu niyetlerimizi belirtir, en derin isteklerimizi açıklarız. İnsanlık tarihi boyunca en büyük liderlerimiz ve düşünürlerimiz, kelimelerin gücünü kullanarak duygularımızı değiştirmiş, bizi kendi amaçlarına bağlamış kaderin akışını biçimlendirmişlerdir. Kelimeler yalnız duygu yaratmakla kalmaz, eylem de yaratır. Eylemlerimizden de hayatlarımızın sonuçları akıp gelir. Patrick Henry diğer delegelerin karşısına dikilip, "Başkalarının ne yapacağını bilemem ama, ben kendi hesabıma, ya özgürlük, ya ölüm derim!" dediğinde, onun bu kelimeleri büyük bir fırtına yaratmış, ülkemizin kurucuları o kendilerine onca zamandır baskı yapan zorbalığı yok etmeye adanmışlardır. Sizin ve benim paylaştığımız o bize miras kalmış imtiyazlar, bu gün bu ülkede yaşadığımız için, kuşaklar boyunca hareketlerimizi biçimlendirecek sözleri söylemeyi seçmiş kimselerin armağanıdır: İnsanî olayların içindeyken, bir milletin kendini diğer bir millete bağlayan siyasal bağları koparması gerekiyorsa... Bağımsız Bildirisi'nin bir araya gelmiş o basit kelimeleri, bir ulusun değişmesinin aracı olmuştur. Elbette ki kelimelerin bu tür etkisi yalnız Amerika Birleşik Devletleri'ne özgü değildir. İkinci Dünya Savaşı sırasında, İngiltere'nin bekası söz konusu olduğunda, İngiliz halkının harekete geçmesine bir tek adamın kelimeleri yol açmıştır. Bir zamanlar, Winston Churchill'in İngilizce dilini savaşa yollamak gibi benzersiz bir yeteneği var, denirdi. Bütün İngiltere halkına bu savaşı "en güzel saat" haline getirmeleri çağrısında bulunması, hiçbir şeyle ölçülemeyecek bir cesaret patlamasına yol açmış, Hitler'in yenilmez sandığı o savaş makinesini çökertmiştir. İnançların çoğu kelimelerle biçimlendirilir ve kelimelerle değiştirilmeleri de mümkündür. Bizim ulusumuzun ırksal eşitlik görüşü kesinlikle eylemlerle biçimlenmiştir, ama o eylemleri sağlayan da ateşli sözlerdir. Martin Luther King, Jr.'ın, "Benim bir rüyam var, bir gün bu ulus ayağa kalkacak ve inancının gerçek anlamını yaşayacak..." diyerek paylaştığı vizyonu kim unutabilir? Çoğumuz kelimelerin tarihimizde oynadığı o güçlü rolün farkındayızdır. Büyük konuşucuların bizi harekete geçirmek istediklerinde söyledikleri önemli sözleri biliriz, ama aynı kelimelerin kendimizi duygusal açıdan harekete geçirmek için kullanılmasına ilişkin kendi gücümüzü pek bilmeyiz. Kelimelerin meydan okumasını, güçlendirmesini, ruhumuzu ayağa kaldırmasını, bizi eyleme itmesini, hayat denilen bu armağandan daha çok şey almamızı sağlamasını gerçekleştirmeyiz. Hayat tecrübemizi tarif etmekte kullanabileceğimiz iyi seçilmiş etkin kelimeler, en güçlendirici duygularımızı yükseltebilir. Kötü seçilmiş kelimeler de bizi bir o kadar hızlı biçimde çökertir. Çoğumuz kullandığımız kelimeleri bilinçli olarak seçmeyiz. Önümüzdeki türlü olanaklar arasında uyurgezer gibi ilerleriz. Kelimelerinizi akıllıca seçtiğiniz zaman onların çok büyük bir güç getirebileceğini şimdi anlayın. Bu ufacık semboller ne büyük bir armağandır! Adına harf dediğimiz (sözlüyse ses dediğimiz) o benzersiz biçimleri alır onunla insan tecrübesinin benzersiz zenginlikte bir halısını dokuruz. Onlar bize tecrübelerimizi ifade etme, onları başkalarıyla paylaşma olanağı verirler. Ama çoğumuz, alışkanlıkla seçtiğimiz kelimelerin kendimizle konuşurken de etkili olduğunu, bu nedenle de yaşadığımız tecrübeyi etkilediğini anlamayız. Kelimeler bizim ego'muzu yaralayabilir, kalplerimizi tutuşturabilir. Bir tecrübeyi kendimize tarif ederken kullandığımız kelimeleri değiştirmekle, o tecrübeyi değiştiririz. Ama eğer kelimelerin ustası olmazsak, onların seçimini bilinçdışı bir alışkanlığın ellerine teslim edersek, tüm hayat tecrübemizi de o ellere teslim etmiş oluruz. Eğer harikulade bir tecrübeyi, "bayağı iyi" sözleriyle tarif ederseniz, o tecrübenin o zengin dokusu düzleşir, sizin sınırlı kelime hazneniz yüzünden yassılır. Kelime haznesi yoksul olan insanların duygusal yaşamı da yoksuldur; kelime dağarcığı zengin olanların, o tecrübeyi boyayabilecekleri çeşit çeşit renkleri vardır bu boyama işini de yalnız başkaları için değil, aynı zamanda kendileri için yaparlar. Ama pek çok kişiye zorluk çıkaran, bilinçli olarak anlayabildikleri kelime sayısından çok, kullanmayı seçtikleri kelime sayısının az olmasıdır. Biz çoğu zaman kelimeleri "kestirme yol" olarak kullanırız, ama bu kestirme yollar da duygularımızı kestirmeleştirir. Hayatlarımızı bilinçli olarak kontrol edebilmek için, sürekli kullandığımız kelime dağarcığımızı bilinçli olarak değerlendirip iyileştirmek, bu kelimelerin bizi doğru yöne arzuladığımız şeylere doğru çektiğinden, kaçınmak istediğimiz şeylere doğru çekmediğinden emin olmamız gerekir. Siz de, ben de, dillerimizin, kendi asıl anlamları dışında duygusal yoğunluk da içeren kelimelerle dolu olduğunu biliriz. Örneğin eğer ikide bir "nefret ediyorum" kelimesini kullanmayı alışkanlık edinirseniz, saçımdan nefret ediyorum, işimden nefret ediyorum, falan şeyi yapmak zorunda kalmaktan nefret ediyorum derseniz, sizce bu, "Falan şeyi tercih ederim," demekle ölçüldüğünde, sizin olumsuz duygusal yoğunluğunuzu artırır mı? Duygusal yoğunluğu olan kelimeleri kullanmak, sizin de bir başkasının da duygu durumunu sihirliymiş gibi değiştirir. "Şövalyece" diye bir sıfatı ele alın. Bu kelime, "terbiyeli" ya da "kibar" gibi sözlerden daha geniş imajlar yaratmıyor mu? Benim için yarattığından eminim. Gözümün önüne beyaz atına binmiş kahraman bir şövalye geliyor, kuzgun saçlı bakiresini kurtarıyor hem ruh soyluluğunu ifade ediyor, hem Kral Arthur'un yuvarlak masasının çevresine oturmuş şövalyeleri düşündürüyor. "Kusursuz" kelimesiyle "Tutarlılık" kelimesini "aferin'le, "dürüsf'le karşılaştırdığınızda neler hissediyorsunuz? "Mükemmeli izleme" sözü elbette ki "daha iyileştirmeye çalışma"dan etkilidir. Ben yıllar boyunca, bir kilit kelimenin, biriyle iletişim sırasında ne büyük bir değişimgücüne sahip olduğunu gözlemlemişimdir. O kelimenin insanların duygu durumunu nasıl bir anda değiştirdiğine dikkat etmişimdir. Ve genellikle ardından onların davranış biçimini de değiştirmiştir. Yüz binlerce insanla çalıştıktan sonra, size hiç kuşkuya yer olmaksızın bildiğim bir şeyi söyleyeyim ama buna ilk duyuşta inanmak biraz zor gelecektir: Alıştığınız kelimeleri değiştirmekle, hayatınızdaki duyguları tarif etmek için her zaman seçtiğiniz kelimeleri değiştirmekle bir an içinde nasıl düşündüğünüzü de nasıl hissettiğinizi de nasıl yaşadığınızı da değiştirirsiniz. Bunu anlamama yol açan tecrübe, birkaç yıl önce bir iş toplantısında yer almıştı. İki kişiyle birlikteydim. Biri benim şirketlerimden birinin genel müdürü , diğeri de her ikimizin iş arkadaşı ve iyi bir dostuydu. Toplantı sırasında oldukça can sıkıcı bir haber aldık. İş ilişkileri sürdürdüğümüz biri, besbelli kendine haksız bir avantaj sağlamaya çalışıyordu. Vardığımız görüş birliğinin dürüstlüğünü ihlâl etmişti ve görünüşe göre kazançlı da çıkmıştı. Bu olayın beni en azından kızdırdığını ve canımı sıktığını söylemem gerek. Ama kendimi olaya kaptırmış olduğum halde, yanımdaki iki kişinin aynı habere nasıl farklı tepkiler gösterdiklerine dikkat etme olanağı buldum. Genel Müdür öfkeden kuduruyordu. Öbür arkadaşım ise pek sarsılmışa benzemiyordu. Üçümüzün de duyduğu haber aynıyken, neden farklı biçimde etkileniyorduk böyle? Hepimizin bu işteki çıkarı da eşti üstelik. Doğrusu genel müdürün tepkisi olaya göre, bana bile biraz aşırı geldi. Durmadan ne kadar "kızdığını, çileden çıktığını" söylüyordu. Yüzü kıpkırmızı kesildi, alnındaki damarlar gözle görünür biçimde kabardı. Belli ki bu öfkenin getirdiği davranışı uygulamayı, ya acıdan kaçmaya, ya da zevk elde etmeye bağlamıştı. Ona, "Çileden çıkmak senin için ne anlama geliyor?" diye sorduğumda, bu kadar kızmaya nasıl izin verdiğini bilmek istediğimde, dişlerini gıcırdattı, "İnsan öfkeliyken daha güçlü olur, güçlü olunca da bir şeyleri oldurur," dedi. "O zaman her şeyi tersine çevirebilirsin!" Öfke duygusunu, kendini acıdan kurtaracak, zevke götürecek bir kaynak olarak görüyordu. O zaman bir sonraki soruyu düşündüm. Öbür arkadaşım neden durumu hiç duygu göstermeksizin karşılıyordu? Ona döndüm. "Sen sıkılmışa benzemiyorsun. Kızmadın mı?" Genel Müdürüm de atıldı, "Öfkeden kudurmuyor musun?" diye sordu. Arkadaşım, "Hayır, kızmaya değmez," demekle yetindi. Bunu söylerken, onu yıllardır tanıdığım halde hiçbir şeye kızdığını, üzüldüğünü görmemiş olduğumu fark ettim. Canı sıkılmak sözünün ona göre ne anlama geldiğini sordum, "İnsan kızarsa kontrolü kaybeder," dedi. "İlginç," diye düşündüm. "Kontrolü kaybedince ne olur?" Sakin sakin cevap verdi. "O zaman karşı taraf kazanır." Bundan büyük bir çelişki düşünemezdim. Biri kontrolü ele alma zevkini kızmaya bağlıyor, öbürü de kontrolü kaybetmeyi aynı duyguya bağlıyordu. Bunların davranışı belli ki inançlarını yansıtmaktaydı. Kendi duygularımı incelemeye başladım. Ben ne hissediyordum bu olay karşısında? Yıllardır, öfkelendiğim zaman da her işi yönetebileceğime inanmıştım, ama bunu yapmak için öfkelenmek zorunda olmadığıma da inanmıştım. Mutluluğun doruğunda olduğum zaman da aynı derecede etkin olabiliyordum. Sonuç olarak, ben öfkeden kaçmıyordum. O düzeye gelmişsem, onu da kullanıyordum. Ama peşine de düşmüyordum, çünkü gücümü öfkelenmeden de kullanabiliyordum. Beni asıl ilgilendiren, bu tecrübeyi anlatırken her birimizin kullandığı kelimelerdi. Ben "öfkelenmek", "canı sıkılmak" kelimelerini kullanmıştım. Genel Müdürüm, "Kudurmak", "Çileden çıkmak" sözcükleri kullanmayı seçmişti. Sakin arkadaşım ise, bu tecrübeden "biraz rahatsız olduğunu" söylemişti. Rahatsız! Ona döndüm, "Hissettiğin bu kadarcık mı?" diye sordum. "Birazcık rahatsızlık mı? Arasıra da gerçekten kızman gerek." Cevap verdi. "Gereği yok. Kızmam için çok şey olmalı. Hemen hemen hiç olmaz." Ona sordum. "Hani maliye senden çeyrek milyon dolar paranı almıştı da sonunda onların hatası olduğu anlaşılmıştı o olayı hatırlıyor musun? Parayı geri alman iki buçuk yıl sürmemiş miydi? O zaman inanılmayacak kadar kızmadın mı?" Genel Müdürüm yine söze karıştı. "Deliye dönmedin mi o zaman?" Arkadaşım, "Hayır, kızmadım" dedi. "Belki biraz bozuldum." Bozulmak! Bu sefer bunun ömrümde duyduğum en aptalca kelime olduğuna karar verdim! Duygusal yoğunluğumu tarif etmek için ben asla böyle bir kelime kullanmazdım. Başarılı ve varlıklı bir iş adamı olan bu dostum, böyle bir kelimeyi nasıl kullanıyor da gülmekten kırılmıyordu? Ama gülüyordu aslında! Beni deli edecek şeylerden söz etmek onun hoşuna gidiyordu. Merak ettim. Acaba ben duygularımı böyle kelimelerle tarif etmeye başlasam, neler hissederdim? Eskiden stres hissettiğim durumlarda gülümsemeye mi başlardım? Hımmm, dedim kendi kendime. Belki de bu olay incelenmeyi hak ediyordu. Ondan sonra günler boyunca, arkadaşımın dil paternini kullandığımda, duygularımın yoğunluğunu etkileyip etkilemeyeceğini düşündüm. Gerçekten kızdığım bir anda, yanımdaki birine dönüp, "Buna bozuluyorum!" desem, ne olurdu? Bunu düşünmek bile güldürdü beni. Gülünç bir şeydi bu. Eğlence olsun diye, bir denemeye karar verdim. Fırsat elime, uzun bir uçuştan sonra otelime vardığımda geçti. Elemanlarımdan biri rezervasyonumu yapmayı ihmal ettiği için, resepsiyonun önünde on beş yirmi dakika beklemek zorunda kalmıştım. Fiziksel olarak bitkin, duygusal olarak tam eşiğe varmış durumdaydım. Görevli ayaklarını sürüye sürüye geldi, adımı bilgisayara salyangozları bile sabırsızlandıracak bir hızla girdi. Ben "biraz kızgınlık" duygusunun içimden kabardığını hissettim, görevliye dönüp, "Biliyor musunuz, bunun sizin suçunuz olmadığını biliyorum, ama şu anda çok yorgunum, bir an önce odama ulaşmak istiyorum, çünkü burada durdukça korkarım giderek BOZULACAĞIM." dedim. Adam yüzüme biraz şaşkın bir bakışla baktı, sonra gülümsedi. Ben de gülümsedim. Paternim kırılmış oldu. İçimde kabarmakta olan duygusal volkan soğudu. Ondan sonra iki şey oldu. Hem ben görevlinin yanında geçirdiğim bu bir iki dakikadan zevk aldım, hem de o temposunu biraz hızlandırdı. Duygularıma değişik bir etiket yapıştırmak, gerçekten paterni kırıp tecrübemi değiştirebilir miydi yani? Bu kadar kolay mıydı bu iş? Ne kavram ama! Bir hafta boyunca yeni kelimemi tekrar tekrar denedim. Her seferinde, onu söylememin duygusal yoğunluğumu hemen düşürdüğünü fark ettim. Bazen beni güldürüyordu, ama en azından, beni öfkeye doğru götüren süreci köstekliyordu. İki hafta geçmeden, o kelimeyi kullanmak için çaba göstermem bile gerekmez oldu. Kendiliğinden geliyordu artık. Duygularımı tarif etmek için kullandığım ilk kelime o olmuştu. Artık eskisi kadar kızmadığımı fark ettim. Raslantı sonucu keşfettiğim bu araca duyduğum hayranlık giderek artıyordu. Hep kullandığım kelimeleri değiştirmekle, yaşadığım tecrübeyi de değiştirebildiğimi görmekteydim. Sonradan adına "Değişim Sözlükçesi" diyeceğim şeyi kullanmaya başlamıştım. Yavaş yavaş başka kelimelerle de deneyler yaptım, yeterince güçlü kelimeleri bulduğunda, her konudaki duygu yoğunluğumu istediğim gibi yükseltip azaltabileceğimi öğrendim. Bu süreç aslında nasıl işliyor? Şöyle düşünün. Diyelim ki beş duyunuz bir dizi duyguyu beyninize huni gibi boşaltıyor. Görsel, işitsel, kinestetik, koku ve tat duyularından mesajlar alıyorsunuz. Bunların hepsi, duyu organlarınız tarafından, iç duygulara çevriliyor. Sonra bir de sınıflandırılması, gruplanması gerekiyor bunların. Ama biz bu görüntülerin, seslerin ve diğer duyuların ne anlama geldiğini nasıl biliyoruz? İnsanoğlunun bu duyguların ne anlama geldiğine çabucak karar vermek için öğrendiği en güçlü yollardan biri (bu acı mı, zevk mi) bunlara birer etiket yaratmaktır. Bu etiketler de sizin ve benim kelime diye bildiğimiz şeylerdir. Zorluk şurada: Tüm duyularınız size bu huniden geliyor. Sıvı duyular boşaltılıyormuş gibi. Bu sıvı, kelime kalıplarına dökülüyor. Eğer niyetiniz çabuk karar vermekse, tüm kelimeleri tarayıp en iyi uyanını aramaktansa, bu tecrübeyi güçsüzleştirici bir kalıba döküveriyoruz. Bu arada, alışkanlıkla bazıları bizim sevdiğimiz kelimeler oluyor. O kalıplar bizim hayat tecrübemizi biçimlendirip değiştiriyor. Ne yazık ki çoğumuz, kullanmaya alıştığımız kelimelerin etkisini bilinçli olarak değerlendirmiş değiliz. Esas sorun, her olumsuz duyguyu, hiç düşünmeden, "öfkeli", "sıkkın", "rezil olmak" gibi kalıplara dökmeye başladığımız zaman ortaya çıkıyor. Oysa o kelime, bizim o tecrübemizi doğru tarif etmiyor olabilir. Ama biz o tecrübeyi o kalıba döktüğümüz anda, üzerine koyduğumuz etiket, bizim tecrübemiz oluyor. "Biraz zorlayıcı" yerine, "çökertici" haline dönüşebiliyor. Örneğin genel müdürüm, "öfkeli", "çileden çıkmış", "deliye dönmüş" kelimelerini kullanıyordu. Ben bunlara "kızgın" ya da "canı sıkılmış" diyordum. Öbür dostum ise aynı tecrübeyi, "bozulmak", "rahatsıız olmak" kalıplarına döküyordu. Sonradan gördüm ki, her birimiz bu kelimeleri pek çok türlü duygu tecrübeleri için de kullanıyoruz. Sizin de, benim de bilmemiz gerekir ki, hep aynı duyulan tatmaktayız, ama onları sınıflandırış biçimimiz, onlar için kullandığımız kalıplar ya da kelimeler, bizim tecrübemizin ta kendisi oluyor. Ben arkadaşımm kelimelerine yönelip, "rahatsız", "bozulmuş" gibi şeyler kullandığımda tecrübenin yoğunluğunu gerçekten düşürebildiğimi bulguladım. O tecrübe bir başka tecrübe haline geldi. İşte Değişim Sözlükçesi'nin özü de bu. Tecrübemizi hangi kelimelere bağlıyorsak, tecrübemiz öyle oluyor. Bu durumda, duygusal durumlarımızı tarif etmekte kullandığımız kelimeleri bilinçli olarak seçmemiz gerekiyor. Bunu yapmazsak, uygun düzeyden daha çok acı yaratma tehlikesi var. Aslında kelimeler, hayat tecrübemizi bize sunmak için kullanılıyor. Bu sunuş sırasında, bizim gözlemlerimizi ve duygularımızı değiştiriyorlar. Unutmayın, üç kişi aynı tecrübeyi yaşarsa, biri çileden çıkar, biri kızar, üçüncüsü de rahatsız olursa, demek ki her kişinin yaptığı çeviride bir fark var. Yorum ve çeviri için kullandığımız araçların başında kelimeler geldiğine göre, tecrübeyi nasıl etiketlediğimiz, hemen sinir sistemimizde üretilen duyguları değiştiriyor. Kelimelerin gerçekten biyokimyasal gücü olduğunu siz de ben de anlamak zorundayız. Eğer bundan kuşku duyuyorsanız, size şunu sorayım. Birisi kullandığı zaman sizde duygusal tepki doğuran kelimeler var mı? Biri size ırksal bir hakaret yöneltirse, nasıl hissedersiniz? Ya da biri size küfrederse, duygusal durumunuz değişmez mi? Bu durumlar, size "melek", "dahî" dendiği zamanki vücut geriliminizden farklı bir gerilim yaratmıyor mu? Hepimiz bazı kelimelere kokunç miktarlarda acı bağlarız. Dr. Leo Buscaglia'yla görüşme yaptığımda, ellili yılların sonlarında, doğu bölgesindeki bir üniversitede yapılmış araştırmayı anlattı. İnsanlara, "Komünizmi nasıl tarif edersiniz?" diye sorulmuş. Şaşılacak kadar çok sayıda insan, bu sorudan korkuya kapılmış. Ama tarif edebilen pek çıkmamış. Tek bildikleri, bunun korkunç bir şey olduğuymuş! Hattâ kadının biri, "Doğrusu ne demek olduğunu tam bilmiyorum, ama inşallah Washington'a gelmez," diyecek kadar ileri gitmiş. Adamın biri komünistler hakkında bilmek gereken her şeyi bildiğini, onları öldürmek gerektiğini söylemiş! Ama komünistlerin ne olduğunu anlatamıyormuş bile. Duygu yaratma açısından kelimelerin gücünü inkâr etmeye olanak yoktur. |
Cevap: İçindeki Devi Uyandır Kitabından Alıntılar http://s9.rimg.info/c28654abaa0a55ed...333fe940f0.gif "Kelimeler, tecrübelerimizi dizdiğimiz ipliktir." ALDOUS HUXLEY Kelimelerin gücünü araştırmaya başladığımda, kelimeleri değiştirmek gibi basit bir yöntemle yaşadığımız tecrübeleri değiştirebilmemiz fikrine karşı hâlâ mücadele etmekteydim. Ama dil çalışmalarım yoğunlaştıkça, bu işin gerçekten böyle olduğuna beni inandıracak bulgular ortaya çıkmaya başladı. Örneğin, Compton's Ansiklopedisi'ne göre İngilizce'de en az 500.000 kelime bulunduğunu okudum. Başka kaynaklar 750.000 kelime bulunduğunu ileri sürmekteydi! Bugün İngilizce kelimelerin sayısı, dünyanın her dilindeki kelime sayısından fazla. Almanca ikinci geliyor ama yine de çok gerilerde kalıyor. Yaklaşık olarak İngilizce'nin yarısı kadar kelimesi var. Benim asıl ilginç bulduğum, kullanabileceğimiz bunca kelime varken, alışkanlıkla seçtiğimiz kelimelerin çok sınırlı olmasıydı. Çeşitli dil uzmanları da benimle aynı görüşü paylaşıyor, ortalama bir insanın kelime dağarcığının 2000 ile 10.000 arasında değiştiğini söylüyorlardı. İngilizce'de en az yarım milyon kelime bulunduğunu kabul edersek, demek ki biz bu dilin % 0.5 ile % 2 arasında bir bölümünü kullanıyoruz! Daha da acıklı olanını söyleyeyim mi? Bu kelimelerin kaçı duyguları tarif ediyor sizce? Ben türlü sözlükleri taradığımda, insan duygularını tarif eden 3000 kadar kelime bulabildim. Esas dikkatimi çeken, olumsuz duyguları tarif eden kelimelerin, olumlu duyguları tarif edenlere oranı oldu. Benim yaptığım sayıma göre, 1051 kelime olumlu duygularla, 2086 kelime olumsuz duygularla ilgiliydi. Bir örnek olarak vereyim, "üzüntü" duygusuyla ilgili 264 kelime buldum, neşeyi tarif eden kelimeler ise 105'de kaldı. İnsanların kendilerini iyi hissetmekten çok kötü hissetmelerine pek de şaşmamalı! Bölüm 7'de size anlattığım gibi, Kaderle Randevu Seminerime gelen katılımcılar duygularını tarif edecek kelimelerin listesini yaptıklarında, genellikle bir düzine kadar kelime bulabiliyorlar. Neden? Çünkü hepimiz aynı tecrübeleri tekrar tekrar yaşama eğilimindeyiz de ondan. Bazıları hep çaresizlik içinde ya da hep kızgın, hep güvensiz, hep korkuyor, hep sıkkın. Bunun nedenlerinden biri de her türlü tecrübe için aynı tür kelimeleri kullanmaya alışmış olmaları. Vücudumuza gelen tecrübeleri daha ince bir analizden geçirsek, olayları değerlendirirken daha yaratıcı olsak, tecrübemize yeni bir etiket takabiliriz, böylece duygusal gerçeğimizi de değiştirebiliriz. Yıllar önce, bir cezaevinde yapılmış araştırmayı okumuştum. Tutuklular acı hissettiğinde, bunu ifade biçimleri pek azdı ve çoğu da fiziksel hareket biçimindeydi. Sınırlı kelime hazneleri, duygu dağılımını da sınırlıyor, ufacık rahatsızlıkları bile büyük öfkelere şiddete yöneltiyordu. VVilliam F. Buckley gibi dile hakim birinin, duygularını ne geniş bir yelpaze içinde anlatabildiğini düşünürseniz, ne çelişki! Eğer hayatımızı değiştirip kaderimizi biçimlendirmek istiyorsak, kullanacağımız kelimeleri bilinçli olarak seçmeli, bu seçeneklerimizi genişletmek için de sürekli uğraş vermeliyiz. Size biraz daha fikir vermek için söyleyeyim, Kitab-ı Mukaddes'te 7.200 kelime kullanılmıştır. Şair ve denemeci John Milton'ın yazılarında 17.000 kelime geçmektedir. William Shakespeare'in ise 24.000'in üzerinde kelime kullandığı, bunların 5000'ini yalnızca bir tek kere kullandığı söylenmektedir. Esasen bugün yaygın biçimde kullandığımızpek çok İngilizce kelimeyi yaratan da odur. Dil uzmanları, bizi kültürel olarak biçimlendiren şeyin dilimiz olduğunu her kuşkunun ötesinde kanıtlamışlardır. İngilizce'nin bu kadar fiile dönük bir dil olması mantıklı değil mi? Ne de olsa, biz bir kültür olarak çok aktifiz ve eyleme geçme üzerine odaklandığımız için gurur duyarız. Kullandığımız kelimeler, bizim değerlendirme yapışımızı, dolayısiyle de düşünüş biçimimizi etkiliyor. Buna karşılık Çin kültürü, değişmeyen şeylere büyük değer veren bir kültür. Onlarda isimler, fiillerden çok fazla. Onların bakış açısına göre, isimler kalıcı şeyleri temsil ediyor, fiiller ise (eylem olarak) bugün vardır, yarın yoktur, deniyor. Demek ki kelimelerin inançlarımızı biçimlendirdiğini ve eylemlerimizi etkilediğini anlamamız gerekmektedir. Kelimeler, tüm soruların biçildiği kumaş gibidir. Geçen bölümde dediğimiz gibi, bir tek kelimeyi değiştirmekle, hayatımızın kalitesi konusunda alacağımız cevabı değiştirebiliyoruz. Ben kelimelerin etkisini anlamaya çalıştıkça, giderek etkilendim, kelimelerin hem bende, hem de başkalarında, insan duygularını saptırma gücü karşısında hayranlığım büyüdü. |
Cevap: İçindeki Devi Uyandır Kitabından Alıntılar http://s9.rimg.info/c28654abaa0a55ed...333fe940f0.gif "Kelimelerin gücünü bilmeden insanı anlamak imkânsızdır." KONFÜÇYÜS Günün birinde bu fikrin, basit olmakla birlikte, palavra olmadığını anladım. Değişim Sözlükçesi bir gerçekti, alışkın olduğumuz kelimeleri değiştirmekle, gerçekten hayatımızın duygusal paternini değiştirebiliyorduk. Ayrıca bu sayede eylemleri, yönleri ve kaderimizin nereye gitmekte olduğunu kalıplandırabiliyorduk. Bir gün eski dostum Bob Bays'le bu fikirleri konuşuyorduk. Ben konuşurken onun Noel ağacı gibi parıldamaya başladığını gördüm. "Vay be!" dedi. "Benim de sana söyleyeceğim bir başka nokta var." Yakın geçmişte başından geçen bir tecrübeyi anlatmaya başladı. O da yoğun program içinde çalışıyor zamanının çoğunu seyahatlerde geçiriyordu. Sonunda evine döndüğünde, tek istediği biraz "mekân" bulmaktı. Evi Malibu'da, okyanus kıyısındaydı. Ama çok küçük bir evdi. Konuk ağırlamaya uygun değildi. Hele üç dört kişiyi hiç kaldıramazdı. Evin kapısına geldiğinde, karısının ağabeyini kalmak üzere davet ettiğini görmüştü. Kendi kızı Kelly de iki haftalığına ziyarete gelmişti ama sonradan iki ay kalmaya karar vermişti. Daha beteri, kendisi bir futbol maçını kaydetsin diye video'yu ayarlamış olmasına rağmen, birisi o ayarı da kapatmıştı! Kapatanın kızı olduğunu öğrendiği anda, onu haşlamaya kalkışmıştı. Aklına gelen her hakareti yağdırıyordu kızına. Daha önce ona hiç bağırmış değildi. Bu tür bir dil de kullanmış değildi. Kız hemen gözyaşlarına gömülmüştü. Bob'un karısı Brandon bu sahneyi seyrederken kahkahalara gömüldü. Bu davranış Bob'un normal davranışına hiç uymadığı için, kadın bunun büyük ve önemli bir patern kesilmesi olduğunu düşünmekteydi. Aslında Bob, keşke paterni kesen ben kendim olsaydım, diye düşünüyordu. Olay biraz yatışıp da, karısı onun gerçekten çok öfkeli olduğunu anlayınca, kaygılanmaya başladı, ona biraz yararlı feedback verdi. "Bob" dedi. "Çok garip davranıyorsun. Sen hiç böyle yapmazdın. Hem bir şeye daha dikkat ettim. Daha önce hiç kullanmadığın bir kelimeyi kullanıp duruyorsun. Genellikle sen stres içindeyken, "aşırı yüklüyüm" derdin. Ama son zamanlarda "ezilir durumdayım" demeye başladım. Eskiden bu kelimeyi kullanmazdın. Kelly de aynı kelimeyi kullanıyor, kullandığı zaman da öfkeye kapılıyor, senin demin davrandığın gibi davranıyor." "Vay canına!" Bob hikâyeyi anlatırken düşünmeye başlamıştım. Yoksa bir başkasının alışkanlıkla kullandığı kelimeleri benimsemekle, o kişinin duygusal paternlerini de mi benimsiyordu insan? Yalnız kelimeyi değil de, onun söyleniş şiddetini, yoğunluğunu, tınısını da birlikte uyguladığınızda, bu da ne kadar gerçek, değil mi? |
Cevap: İçindeki Devi Uyandır Kitabından Alıntılar Birlikte bulunduğumuz insanlara giderek daha çok benzeyişimizin, onların alıştığı kelimeleri kullanma yoluyla duygusal paternlerini benimsememizden kaynaklandığı konusunda eminim. Benimle bir süre bir arada bulunan insanlar çok geçmeden, "ihtiraslı", "inanılmaz", "görkemli" gibi kelimeler kullanmaya başlıyor, tecrübelerini bunlarla tarif ediyorlar. Duygularını, "iyi" diye anlatan biriyle, bunun farkını düşünebiliyor musunuz? "ihtiras" kelimesini kullanmanın sizi nasıl bir başka duygu skalasına getireceğini anlayabiliyor musunuz? Değiştiren şey kelimedir, ben de o kelimeyi çok kullandığım için, hayatımda daha çok içerik bulunmaktadır. Değişim Sözlükçesi, olumlu ya da olumsuz herhangi bir duygu durumunu yoğunlaştırmamıza ya da azaltmamıza izin verir. Bunun anlamı bellidir. Demek ki hayatımızdaki olumsuz duyguların çoğunu alıp onların yoğunluğunu azaltabilir, bizi rahatsız etmeyecek düzeye indirebiliriz. En olumlu tecrübeleri de alıp daha yüksek zevk düzeylerine, daha yüksek güçlendiricilik düzeylerine çıkarabiliriz. Aynı günün daha sonraki saatlerinde, Bob'la ikimiz yemek yiyorduk. Birlikte ele aldığımız birtakım projeleri konuşmaktaydık. Bir ara Bob bana döndü, "Tony, dünyada hiç kimsenin canının sıkılabileceğine inanamıyorum," dedi. Ben de aynı kanıdaydım. "Ne demek istediğini anlıyorum. Çılgınlık gibi geliyor, değil mi?" dedim. "Evet," dedi. "Can sıkıntısı benim kelime dağarcığımda yoktur." Ben hemen, "Ne dedin?" diye atıldım. "Can sıkıntısı senin kelime dağarcığında yok mu? Daha önce neler konuştuğumuzu hatırlıyor musun? O kelime senin dağarcığında yok, dolayısiyle sen o duyguyu hiç hissetmiyorsun. Hımmm. Acaba bazı duyguları, sırf onları ifade edecek kelimemiz olmadığı için hissetmiyor olabilir miyiz?" |
Cevap: İçindeki Devi Uyandır Kitabından Alıntılar http://www.angelfire.com/oh4/mystique8/lrose2/30.gif SÜREKLİ OLARAK SEÇTİĞİNİZ KELİMELER SİZİN KADERİNİZİ ÇİZER Daha önce demiştim ki, olayları kafamızda kendimize sunuş biçimimiz, hayatta neler hissettiğimizi saptar. Bununla ilgili bir farklılık da şu: Eğer bir şeyi ifade edecek yolunuz yoksa, o şeyi yaşayamazsınız. Gerçi bir şeyi, kelimesiz de, resim olarak canlandırabilir ya da onu sesle, başka duyuyla kendinize sunabilirsiniz. Ama kelimeye döktüğümüz zaman bir şeylerin ona ek boyut kattığını, bir gerçeklik duygusu verdiğini inkâr etmeye olanak yoktur. Örneğin bazı Yerli Amerika dillerinde "yalan" için bir kelime yoktur. Bu kavram onların dilinin bir parçası değildir. Düşünüş ve davranışlarının bir parçası da değildir. O kavramı ifade edecek bir kelime olmayınca, kavram da yok gibidir. Aslında Filipinler'deki Tasabay kabilesinin dilinde "nefret", "sevmeme", "savaş" kelimelerinin de yok olduğu söylenir. Amma düşünce! Şimdi ilk soruma dönersem, Bob hiç can sıkıntısı hissetmiyordu ve kelime dağarcığında böyle bir duyguyu ifade edecek bir kelimesi de yoktu. Bir soru sordum. "Benim duygu durumumu ifadede hiç kullanmadığım bir kelime nedir?" Cevap "depresyon"du. Çaresizlik hissedebiliyordum, kızabiliyordum, merak edebiliyor, bozulabiliyor, aşırı yüklü olabiliyordum ama hiç depresyona girmiyordum. Neden? Hep böyle miydi bu durum? Hayır. Sekiz yıl önce ben sürekli depresyon içinde bir insandım. O depresyon, hayatımı değiştirme irademin her zerresini tüketiyor, sorunlarımı gözüme kalıcı gösteriyor, kişisel gösteriyordu. Bereket versin yeterince acı yaşamış, kendimi o kuyudan kurtarmıştım. Sonuç olarak da acıyı depresyona bağlamıştım. Depresyon durumunda olmanın, ölmeye en yakın şey olduğuna inanmaya başlamıştım. Beynim depresyona bu kadar büyük çapta acıları bağladığı için de hiç farkında olmadan, o kelimeyi dağarcığımdan silmiş, kendime bunu ifade etmek için de hissetmek için de bir yol bırakmamıştım. Bir vuruşta kelime dağarcığımı güçsüzleştirici dilden kurtarmış, en güçlü yürekleri bile çökertecek duygulardan arındırmıştım. Eğer kullandığınız kelimeler grubu, sizi güçsüzleştirecek etkilere sahipse, o kelimelerden kurtulun, yerine sizi güçlendiren kelimeler yerleştirin! Belki bu noktada siz içinizden, "Bu bir dil meselesi," diyorsunuzdur. "Kelimelerle oynamak ne gibi bir fark yaratabilir ki?" Cevabı belli. Eğer tek yaptığınız kelimeyi değiştirmekse, o zaman tecrübe değişmez. Ama bir kelimeyi kullanmakla alıştığınız duygusal paterni kırabüiyorsamz, o zaman her şey değişir. Değişim Sözlükçesini etkin biçimde kullanmak, yanlış kaynaklan siler, bizi gülümsetir, tümüyle farklı duygular üretir, durumumuzu değiştirir ve daha zekice sorular sormamızı sağlar. Örneğin, karımla ben çok ihtiraslı insanlarızdır. Her şeyi çok derinlemesine hissederiz. İlişkimizin başlangıcında, aramızda "oldukça yoğun tartışmalar" dediğimiz şeylere girerdik. Ama tecrübelerimize etiket takmakla o tecrübeleri değiştirebildiğimizi keşfettikten sonra, bu konuşmalarımıza "ruh dolu tartışmalar" adını vermeyi kararlaştırdık. O zaman o tartışmalara bakış açımız kökten değişti. "Ruh dolu tartışma"nın kuralları, kavganın kurallarından farklıdır. Duygu yoğunluğu da farklıdır. Yedi yıl boyunca, tartışmalarımızda bir daha o eski duygusal yoğunluk düzeyine hiç dönmedik. Yumuşatıcı eş anlamlı kelimeler kullanmakla da duygusal yoğunluk düzeyimi değiştirebileceğimi öğrendim. Örneğin, "Biraz bozuğum" ya da "Biraz keyifsizim," demeyi seçiyorum. Becky de kızmaya başladığını hissettiği zaman, "Biraz huysuzum," diyor. İkimiz de gülüyoruz, çünkü paternimiz bozulmuş oluyor. Yeni paternimiz, güçsüzleştirici duygularımızı şakaya vuruyor, bizi gerçekten sıkacak düzeye yükselmelerine izin vermiyor. Canavarı daha küçükken öldürmüş oluyoruz. Bu Değişim Sözlükçesi teknolojisini dostum Ken Blanchard'a anlattığımda, o da bana durumunu değiştirmek için kullandığı birkaç kelimeyi söyledi. Afrika'da, safarideyken kamyonu bozulduğunda benimseyip kullanmaya başladığı kelimelerden biri, karısına dönüp, "Bu biraz tedirgin edici," dediğinde ortaya çıkmıştı. Durumlarını değiştirme konusunda öyle etkili olmuştu ki, şimdi o kelimeyi düzenli olarak kullanıyorlardı. Golf sahasında attığı top istediği gibi gitmezse, Ken hemen, "Bu vuruş beni hiç ezmedi," gibi bir şey söylüyordu. Bu türlü değişiklikler duygusal yönü değiştirdiği için hayatımızın kalitesini de değiştirebiliyor. |
Cevap: İçindeki Devi Uyandır Kitabından Alıntılar http://www.angelfire.com/oh4/mystique8/lrose2/30.gif DEĞİŞİM SÖZLÜKÇESİNİ BAŞKALARINA YARDIM ETMEK İÇİN DE KULLANABİLİRSİNİZ Kelimelerin gücünü bir kere anlayınca, yalnız kendi kullandığınız kelimelere değil, çevrenizdekilerin kullandığı kelimelere karşı da son derece duyarlı olursunuz. Ben Değişim Sözlükçesi'yle ilgili yeni anlayışı edindikten sonra, kendimi çevremdekilere yardım eder buldum. Bu teknolojiyi ilk defa bilinçli kullandığım seferi hiç unutmayacağım. Jim adlı bir arkadaşıma yardım ederken olmuştu. Kendisi çok başarılı bir işadamıdır. O sıra zor bir dönemden geçiyordu. Onu daha önce hiç bu kadar sıkkın görmediğimi hatırlıyorum. Konuşurken kendisinin ne kadar sıkkın ve depresyon içinde olduğunu söylüyor, her şeyin ne kadar ters gittiğini anlatıyordu. Yirmi dakika konuştu, en az on iki kere "depresyon" kelimesini kullandı. Değişim Sözlükçesi'nin onun durumunu ne kadar çabuk değiştirebileceğini merak ettim "Gerçekten depresyon mu hissediyorsun, yoksa biraz çaresizlik mi hissediyorsun?" diye sordum. "Çok büyük çaresizlik hissediyorum," dedi. Ben o zaman, "Görünüşe göre sonunda ilerleme sağlayacak bazı olumlu değişiklikler yapıyorsun," dedim. O bunu kabullenince, bu sefer ona kullandığı kelimelerin duygusal durumuna nasıl etki yapabileceğini tarif ettim "Bana bir iyilik yapar mısın?" dedim. "Şu on gün boyunca, "sıkkın" ve "depresyon" kelimelerini bir kere bile kullanmayacağına söz verir misin? Eğer kullanacak gibi olursan, onun yerine hemen güçlendirici bir kelime bul. Depresyon yerine, biraz keyfim kaçık, de. Daha iyiye gidiyorum de. Ya da olayları tersine çeviriyorum, de." Buna bir deney olarak katılmaya razı oldu. Sonucu herhalde tahmin edebilirsiniz. Kelimelerinde yaptığı basit bir değişiklik, tüm paternini değiştirdi. Bir daha kendini o acı düzeyine vardırmadı, hep daha güçlü ve "kaynak dolu" bir durumda kaldı. İki yıl sonra Jim'e, onun başından geçen o olayı yazmakta olduğumu söylediğimde, o gün bugündür bir daha depresyon hissetmediğini, çünkü yaşadığı tecrübeyi tarif etmek için hiç o kelimeyi kullanmadığım söyledi. Unutmayın, Değişim Sözlükçesi'nin güzelliği basitliğindedir. Bu kadar basit ve evrensel bir şeyi kullandığınız anda hemen hayat kalitenizi yükselteceğini bilmek de çok değerli bir bilgidir. Bir tek kelime değiştirmekle mümkün olan değişimin harika bir örneği de birkaç yıl önce, ulusal çapta bir kamyon şirketi olan PIE'de yer almıştı. Bu şirketin yöneticileri, nakliye işlerinin %60'ının yanlış sevkıyat olaylarıyla dolu olduğunu, bu işin kendilerine yılda çeyrek milyon dolardan fazla bir paraya patladığını bulgulamışlardı. Dr. W. Edvvards Deming'i, bu durumun nedenini bulsun diye tuttular. Deming bir araştırma yaptı ve yanlışlıkların %56'sının nedenini, şirketin kendi işçilerinin konteynerleri yanlış tanımlamasından kaynaklandığını anladı. Deming'in önerisi üzerine PIE yöneticileri, şirket düzeyinde kalite yükseltmeye karar verdiler, bunun en iyi yolu olarak da, işçilerin kendilerini ne gözle gördüğünü etkilemeyi seçtiler. Ondan sonra işçiler kendilerine işçi ya da kamyoncu diyecekleri yerde, zenaatçı demeye başladılar. Bu, başlangıçta herkese garip geldi. Bir işin yalnız adını değiştirmekten ne yarar çıkardı ki? Aslında değişen bir şey yoktu çünkü. Ama çok geçmeden, bu kelimeyi sürekli kullanan işçiler kendilerini "zenaatçı" gibi görür oldular. Otuz gün geçmeden PIE'daki %56 yanlış nakliyat olayları %10'un altına düştü, sonunda da bir yıl içinde çeyrek milyon doları tasarruf etmeyi başardılar. Bu olay bir temel gerçeğe işaret etmektedir: Şirketler kültürümüzde olsun, birey olarak olsun, kullandığımız kelimelerin, gerçeği algılayış biçimimiz üzerinde büyük etkisi vardır. Benim CANI! kelimesini yaratışımın, Japonların kaizen'ini kullanmayışımın nedenlerinden biri, bir tek kelimenin içine, sürekli ve sonu gelmez iyileştirmelerle ilgili felsefeleri ve düşünce paternlerini sığdırmak içindir. Bir kelimeyi sürekli kullanmaya başladınız mı, neleri düşündüğünüzü ve nasıl düşündüğünüzü etkilemeye başlar. Kullandığımız kelimeler, anlam ve duygu içerirler, insanlar durmadan kelimeler icat eder. İşte dil denilen şeyin mucizelerinden biri de budur. Hele İngilizce dili, yeni kelimelere ve kavramlara çabucak kucak açan bir dildir. Yeni yayınlanmış sözlüklerden birini elinize alsanız, orada nice dillerin katkılarını göreceğiniz gibi, türlü çıkar gruplarının katkılarını da bulursunuz. Örneğin surfing kültürüne sahip insanlar, "tübüler" gibi, "rad" gibi kelimeler yaratarak, günlük hayatlarının o "dehşet verici" tecrübelerini tarif ermektedirler. Kendi aralarında kullandıkları dil öyle yaygın kabul görmeye başlamıştır ki, artık argomuza girmiş, düşünce biçimimizi etkiler olmuştur. Burada yine, çevreden bize bulaşan kelimelerle kendi seçtiğimiz kelimelere dikkat etme konusu ortaya gelmektedir. Eğer, "r edecek haldeyim," derseniz, duygusal acı düzeyinizi gerçekten hayat kalitenizi tehdit edecek kadar yükseltmiş olursunuz. Romantik ilişkiniz olan birine, "Ben gidiyorum," derseniz, bu ilişkinin gerçekten sona ermesi tehlikesi doğar. Ama, "İnanılmaz derecede çaresizim," ya da "Kızgınım," derseniz, olayı çözümleme şansınız artar. Çoğu meslekler, yapılan işleri tarif ermekte kullandıkları kelimelere sahiptirler. Örneğin sahne sanatçıları ve show-man'ler sahneye çıkmadan önce midelerinde bir gerilim hissederler. Solumaları değişir, nabızları yükselir, terlemeye başlarlar. Bazıları bunu performansa hazırlanmanın doğal bir parçası olarak kabul eder, bazıları da başaramayacaklarının işareti sayar. Carly Simon'ın "sahne korkusu" dediği bu duygular onun sahneye çıkmasını yıllarca engellemiştir. Bruce Springsteen ise, midesinde aynı şeyi hissetmesine rağmen bunu "heyecan" diye adlandırmaktadır. Az sonra çok güçlü bir tecrübe yaşayacağını, binlerce insanı eğlendireceğini ve onlara bu eğlenceyi çok sevdireceğini bilmektedir. Bir an önce sahneye çıkmak için heves duymaktadır. Bruce Springsteen için midesindeki gerilim bir müttefiktir, Carly Simon içinse bir düşmandır. |
Cevap: İçindeki Devi Uyandır Kitabından Alıntılar Ömrünüzde hissettiğiniz olumsuz duyguların hepsini alıp yoğunluk düzeylerini düşürebilseydiniz, sizi bu kadar güçlü biçimde etkileyememelerini, dolayısiyle kontrolün hep kendi elinizde olmasını sağlayabilseydiniz, hayatınız nasıl olurdu acaba? En olumlu duygularınızı alıp yoğunlaştırsamz, bu yolla kendinizi daha yüksek bir düzeye çıkarsanız, o zaman hayatınız nasıl olurdu? Bunların ikisini de göz açıp kapayana kadar yapabilirsiniz. İşte ilk ödeviniz: Hemen şimdi bir an vakit ayırın ve şu ara kendinizi berbat hissedebilmek için sık sık kullandığınız üç kelimeyi yazın (sıkıntı, çaresizlik, hayal kırıklığı, öfke, küçük düşme, incinme, gücenme, üzgün, vb.) Hangi kelimeleri seçerseniz, lütfen kendinizi güçsüzleştirmek için sürekli kullandıklarınız olmasına dikkat edin. Değiştirmeniz gereken kelimeleri bulmak için kendinize, "Sürekli hissettiğim olumsuz duygular hangileri?" diye sormanız gerekir. Bu üç kelimeyi belirledikten sonra biraz da eğlenin. Beyin fırtınasına girin, paterninizi kırmak ya da en azından duygu yoğunluğunuzu biraz düşürmek için bunların yerine ne gibi kelimeler bulabileceğinize bakın. Size uzun vadede gerçekten iyi etki yapacak kelimelerin nasıl bulunacağı yolunda biraz ipucu vereyim. Unutmayın ki beyniniz, sizi acıdan kurtarıp zevke ulaştıracak her şeye bayılır. O halde, eski sınırlayıcı kelimenin yerine kullanmak isteyeceğiniz bir yeni kelime seçin. Benim "kızgın" yerine "bozuk" ya da "biraz rahatsız" sözlerini kullanışım, bunlar bana çok gülünç geldiği içindi. Kendi paternimi ve beni dinleyenlerin paternini kırmak için (ben patern kırmayı pek sevdiğime göre) bunları kullanırken bol bol da eğlendim. Böyle şeyler bulursanız, bu sürecin tiryakisi olacağınızı da söyleyebilirim. Önce hayatta size kötü duygular veren üç (sık kullandığınız kelimeyi belirledikten sonra, işe koyulup bunlara alternatifler bulun. Bunlar paterninizi ya sizi güldürerek kırsın, ya da en azından duygu yoğunluğunu azaltsın. Eski, Güçsüzleştirici Kelime 1. 2. 3. Yeni, Güçlendirici Kelime 1. 2. 3. Bu kelimeleri gerçekten kullanmayı nasıl sağlayabilirsiniz? Cevabı basit: Kendinize NAŞ yaparak. Yani Nöro-Asosiyatif Şartlanma. İlk iki adımı hatırlıyor musunuz? Birinci Adım: Hayatınızda çok daha fazla zevk ve çok daha az acı olmasını sağlamaya karar verin. Buna ulaşmanızı engellemiş olan şeylerden birinin, olumsuz duyguları yoğunlaştıran kelimeler olduğunu anlayın. İkinci adım: Bu üç yeni kelimeyi kullanmak için kendinize kaldıraç bulun. Bunu yapmanın bir yolu, iyi hissetmek dururken kendinizi mutsuz etmenin ne kadar gülünç bir davranış olduğunu düşünmektir! Belki kaldıraç bulmanın daha da güçlü bir yolu, benim yaptığımı yapmak olabilir: Üç dostunuzla, değiştirmek istediğiniz kelimeleri konuşun. Örneğin ben sık sık kendimi "çaresiz" hissederdim. Onun yerine "hayranlık" duymaya karar verdim. Sık sık, "Şunu yapmaya mecburum" diyordum, bu da bana stres yüklüyordu. Kendime ne kadar şanslı olduğumu hatırlatmak için, "Bunu yapma fırsatım var" demeye başladım. Çünkü aslında hiçbir şeyi yapmaya mecbur değiliz! "Öfkeli" yerine de, "bozuk", "rahatsız" ya da "biraz kaygılı" gibi şeyleri koydum. On gün boyunca, eski kelimeyi kullandığımın farkına vardığım anda hemen paterni kırıp yenisini kullanıyordum. Kararımı bozmadan uygulamanın zevki içinde, kendime yeni bir patern oluşturdum. Ama yolumdan saparsam, dostlarım bana yardım edeceklerdi. "Tony, öfkeli misin, yoksa biraz bozuk mu?" "Çaresiz misin yoksa hayranlık mı duyuyorsun?" Onlara bunu silah olarak kullanmamalarını kesinlikle söyledim. Beni desteklemek için kullanacaklardı. Kısa bir süre içinde bu yeni dil paternleri benim normal yaklaşımım haline geldi. Bunun anlamı, artık hiç öfkelenmiyorum mu demek? Tabii ki değil. Öfke de zaman zaman çok yararlı bir duygu olabilir. Biz yalnızca, olumsuz duyguların ilk araç olarak seçilmesini istemiyoruz. Seçeneklerimizin düzeyine katkıda bulunmak istiyoruz. İçine sıvı duyguların dökülebileceği daha çok sayıda kalıbımız olsun istiyoruz. Bu değişiklikleri yapmayı gerçekten istiyorsanız, üç arkadaşınıza durumu anlatın, istediğiniz kelimeleri söyleyin, size saygı çerçevesi içinde "(eski kelime) misin yoksa (yeni kelime) misin?" diye sorsunlar. Kendi patentlerinizi kırmaya da adanın. Yeni seçeneği kullandığınız zaman kendinizi bir zevkle ödüllendirin. O zaman hayatınızda yeni düzeyde bir seçenek doğar. Tabii ki Değişim Sözlükçesini kullanmak yalnız olumsuz yoğunluklarla sınırlı değildir. Aynı zamanda bize olumlu duyguları daha yoğunlaştırma olanağı da getirmektedir. Bizi size nasılsınız diye sorunca, "İyiyim" ya da, "Eh, şöyle böyle" diyecek yerde, "Harikayım!" deyip onları şaşırtın! Kulağa basit gelse bile, bu da nörolojinizde yeni bir patern yaratır, zevke giden yeni bir nöral otoyol oluşturur. Şimdi oturup nasıl olduğunuzu ifade etmekte sık kullandığınız üç kelimeyi yazın. Bunlar, "eh, fena sayılmaz" ya da "ucu ucuna iyi sayılabilir" anlamına gelen şeyler olsun. Sonra size ilham verecek daha güçlü kelimeler bulun. Eski, Güçsüzleştirici Kelime 1 2. 3. Yeni, Güçlendirici Kelime 1. 2. 3. Yine üç arkadaş sistemini kullanarak bu yeni, güçlü, olumlu kelimelere kendinizi alıştırıp bir yandan da eğlenin! |
Cevap: İçindeki Devi Uyandır Kitabından Alıntılar http://www.angelfire.com/oh4/mystique8/lrose2/30.gif BAŞKALARIYLA İLİŞKİDE ACIYA YAKLAŞIMINIZI YUMUŞATIN Değişim Sözlükçesinin kendimize ve başkalarına yapabileceği etkiyi ne kadar vurgulasak abartı sayılmaz. Benim yumuşatıcı ve yoğunlaştıncı dediğim şeylerin değerini unutmamamız gerekir. Bunlar bize başkalarıyla ilişkilerimizde daha yüksek derecede hesaplılık kazandırırlar. Hem romantik ilişkilerde, hem iş ilişkilerinde hem de ikisi arasındaki alanda bulunan her tür senaryoda! Yıllar önce işimde bir şeyin "fosladığını" düşündüğüm zaman ilgili kişiyi arar, "Şu konuya çok canım sıkıldı" ya da "Bundan adamakıllı korkuyorum" derdim. Bu nasıl etki yapardı, biliyor musunuz? Benim dil paternim, karşıdaki kişiyi hemen tepkiye iterdi. Benim niyetim bu olmasa da iterdi. Genellikle savunmaya geçerlerdi.. O zaman çıkan zorluğun çözümünü ikimiz de bulamazdık. Sonradan öğrendim ki yapılacak şey (duyguyu çok yoğun hissetsem bile), "Ben bir konuda biraz kaygılıyım. Acaba yardım edebilir misin?" diye sormak. Bir kere, böyle yapmak benim kendi duygusal yoğunluğumun düzeyini indiriyor. Hem bana yararı oluyor, hem de karşımdaki insana. Neden mi? Çünkü "kaygı" sözü, korkmaktan da, kızmaktan da çok daha farklı. Öteki sözleri seçince, o kişinin yeteneklerine pek güvenmiyormuşsunuz gibi oluyor. İkincisi, "biraz" sözünü elemek mesajı önemli ölçüde yumuşatıyor. Yoğunluk azalınca da, karşıdaki kişi güçlü bir durumdayken cevap verebiliyor, benim o kişiyle iletişim düzeyim de iyileşiyor. Bunun ev içindeki ilişkilerinizi de nasıl iyiye götürebileceğini görüyor musunuz? Siz genelde çocuklarınızla nasıl konuşursunuz? Genellikle biz, seçtiğimiz kelimelerin onlar üzerindeki etkisini fark etmeyiz. Çocuklar da tıpkı yetişkinler gibi, her şeyi kişisel anlamda alma eğilimindedir. Düşüncesiz sözlerin onlar üzerinde yaratacağı olumsuz etkiye duyarlı olmamız gerekir. İkide bir sabırsız bir sesle, "Ne aptalsın!" ya da "Ne sakarsın!" diye patlamak, çocuğun kendi değerini düşük görmesine yol açabilen güçlü bir patern haline gelebilir. Bu paterni kırın ve ona, "Davranışların beni biraz tedirgin ediyor; yanıma gel de şu olayı bir konuşalım" demeniz gerekir. Hem paterni kırmış olursunuz, hem her ikiniz için de yüksek düzeyde bir iletişim ortamı açılmış olur, duygular ve istekler ortaya dökülebilir, hem de çocuğa, sorunun kişi olarak kendilerinde değil, yalnızca davranışlarında olduğu mesajını verir. Çünkü davranış, değiştirilebilecek bir şeydir. İşte o zaman, benim Gerçeklik Köprüsü* dediğim şey kurulabilir bu da iki insan arasında daha güçlü ve daha olumlu iletişimin temelidir, çocuklarınız üzerinde de daha güçlü ve olumlu etkisi olur. Bu durumların herhangi birinde anahtar paterninizi kırabilmektir. Aksi halde, durumunuz kaynak yoksunu bir durum olur, sonradan pişman olacağınız şeyler söyleyebilirsiniz. Nice ilişkilerin bozulmasının nedeni budur. Öfke durumundayken, karşımızdakinin duygularını incitecek, onları karşılık vermeye itecek, ya da çok incindikleri için bir daha bize açılmamalarına yol açacak şeyler söyleyebiliriz. Kelimelerin gücünü bu nedenle anlamamız gerekir. O güç hem yaratıcı, hem de yıkıcı bir güçtür. |
Cevap: İçindeki Devi Uyandır Kitabından Alıntılar http://www.angelfire.com/oh4/mystique8/lrose2/30.gif "Alman halkı savaşçı bîr halk değildir. Asker bir halktır. Bunun da anlamı, savaşı istemiyor, ama ondan korkmuyor demektir. Barışı sever, ama onuruna ve özgürlüğüne de büyük önem verir." ADOLF HITLER Çağlar boyunca kelimeler, demagoglar tarafından nice cinayetler, nice despotluklar için araç olarak kullanılmıştır. Hitler'in ulusça hissedilen çaresizlik duygularını, küçük bir grup insana yönelik düşmanlık haline çevirmek için kullandığı araç da buydu, toprak açlığı yüzünden Alman halkını savaşın ku- Gerçeklik Köprüsü, bizim şirketimiz olan Robbins Başarı Sistemleri'nin şirket eğitim programlarında kullandığı iletişim stratejilerinden biridir; yönetimle elemanlar arasındaki ilişkileri zenginleştirdiği gibi, yönetim ekibi üyelerinin kendi aralarındaki iletişime de kalite kazandırır. Yakın tarihimizde, belli bir tecrübeyi yeniden tanımlarken kullanılan kelimelerin ne kadar dikkatle seçilebildiğine ilişkin pek çok örnek görebilmekteyiz. Körfez savaşı sırasında kullanılan askeri jargon, inanılmaz derecede karmaşık bir dildi. Ama yer almakta olan yıkımın etkisini yumuşatmayı da başarmıştı. Reagan döneminde MX roketine "Barış Roketi" (Peacemaker) diye isim takılmıştı. Eisenhovver yönetimi de Kore Savaşından hep "polis harekâtı" diye söz ederdi. Kelimelerimizi doğru seçmek zorundayız, çünkü yalnız bizim gözümüzde ve kendi tecrübelerimizle ilgili olarak değil, başkaları için de anlam taşımaktadırlar. İnsanlarla iletişiminizde aldığınız sonuçlardan pek hoşlanmıyorsanız, seçip kullandığınız kelimelere bir dikkat edin ve daha seçici olun. İşi gereğinden fazla abartıp da, tek kelime söyleyemeyecek hale gelin demiyorum. Ama sizi güçlendiren kelimeleri seçmeniz son derece önemlidir. Aynı şekilde, olumsuz duygularımızın yoğunluğunu azaltmak da bizim yararımıza mı olur? Bunun cevabı, HAYIR! Bazen bir değişiklik yaratabilecek güçte kaldıraç bulabilmek için kendimizi kızgın duruma getirmemiz gerekir. İnsanî duyguların hepsinin bir yeri vardır. Bundan Bölüm 11'de söz edeceğiz. Ama işin en başında en olumsuz ve yoğun durumlara girmekle başlamak doğru değildir. Beni lütfen yanlış anlamayın. Size hiç olumsuz duygu içermeyen bir hayat yaşayın demiyorum. Bu tür duyguların da çok önem kazandığı zamanlar olur. Onları bir sonraki bölümde zaten ele alacağız. Unutmayın ki bizim amacımız, hayatımızda hep daha az acı hissetmek, daha çok zevk hissetmektir. Değişim Sözlükçesi'ni iyi bilmek, o amaca doğru giden en basit ve güçlü adımlardan yalnızca biridir. Tecrübenizi sınırlayacak etiketlerden uzak durun. İlk bölümde dediğim gibi, bir zamanlar "öğrenme özürlü" diye yaftalanmış bir çocukla çalışmıştım, şimdi o çocuk dahî sayılıyor. Bu bir tek kelimedeki değişikliğin onun kendine bakışını nasıl etkilediğini, içindeki kaynaklardan şimdi ne kadarını kullanmaya başladığını artık siz tahmin edin. Ya siz hangi kelimelerle tanınmak istersiniz? Başkaları sizi anlatırken hangi kelime ya da cümleleri kullansın sizce? Başkalarının taktığı etiketleri kabullenirken de dikkatli olmalıyız, çünkü bir şeye bir etiket takıldı mı, ona uygun bir duygu yaratırız. Bu en çok da hastalıklarda böyledir. Psiko nöro-immünoloji alanında incelediğim her şey, kullandığımız kelimelerin güçlü biyokimyasal etkiler yarattığını gösteriyor. Norman Cousins'la yaptığım bir görüşmede, kendisi bana son 12 yıl içinde 2000 hasta üzerinde yaptığı bir çalışmayı anlatmıştı. Defalarca dikkat etmiş bir hastaya bir teşhis konduğu anda, yani semptomlarına bir etiket takıldığı anda, hastanın durumu kötüye gidiyormuş. Kanser gibi, multiple skleroz gibi, kalp gibi etiketler hastalarda panik yaratıyor, bir çaresizlik ve depresyon doğuruyor, vücudun bağışıklık sistemini büsbütün çökertiyormuş. |
Cevap: İçindeki Devi Uyandır Kitabından Alıntılar http://www.angelfire.com/oh4/mystique8/lrose2/30.gif ŞİMDİ DE SPONSORUMUZ İÇİN BİR DAKİKA SESSİZLİK... Bazen kelimeler istendiğinden daha büyük değişiklikler de yaratabilir. Bunun böyle olduğunu, başta gelen reklamcılar da onaylayacaklardır. "Dirilin! Siz Pepsi Kuşağısınız" sloganının Çince'ye çevirisi yapıldığında, şirketin yöneticileri milyonlarca dolar harcayarak yaptıkları duyuruların anlamını öğrenip şaşkınlığa uğramışlardı. Duyuru o dilde şu anlama geliyordu: "Pepsi atalarınızı mezardan geri getirir." Chevrolet firması da yeni Nova arabanın Latin Amerika'da miskin giden satışlarına üzülüp duruyordu, sonunda nova sözünün İspanyolca'da "Gitmiyor!" anlamına geldiğini fark ettiler. Bunun tersine eğer hastalar bazı etiketlerin yarattığı depresyondan kurtulabilirlerse, bağışıklık sistemlerinde de ona göre bir yükseliş yer aldığı, araştırmalarla kanıtlanmış. Cousins bana, "Kelimeler hastalık yapabilir, kelimeler öldürebilir" diyordu. "Bu nedenle akıllı doktorlar, nasıl iletişim kurduklarına çok dikkat ederler." İşte bu nedenle, bizim uygulamalı yönetim şirketimiz olan Fortune Management'de, doktorlarla çalışırken onlara yalnız mesleklerinde daha ilerlemeleri için yardım etmekle kalmıyor, aynı zamanda daha çok katkıda bulunmaları için duygusal duyarlılık kazanma yollarını da öğretiyoruz. İşinizde insanlarla çalışmanız gerekiyorsa, kelimelerin çevrenizdekileri etkileme gücünü anlamanız şarttır. Bu konuda kuşku duyuyorsanız, Değişim Sözlükçesi'ni kendi üzerinizde denemenizi öneririm. Neler olduğunu göreceksiniz. Genellikle seminerlerde insanlar, "Bu kişinin bana yaptığına öyle kızgınım ki!" gibi şeyler söylerler. Onlara "Kızgın mısınız, yoksa kırıldınız mı?" diye sorarım. Sırf bunu sormak bile, durumu yeniden değerlendirmelerine yol açar. Yeni bir kelime seçip, "Herhalde kırıldım" dediklerinde, yoğunluk azalmasını fizyolojilerinden bile görebilirsiniz. İncinme duygusuyla başa çıkmak onlara öfkeyle başa çıkmaktan çok daha kolay gelmektedir. Aynı şekilde, hiç aklınıza gelmeyen alanlarda da duygu yoğunluğunu azaltmaya çalışabilirsiniz. Örneğin, "Açlıktan ölüyorum" demek yerine, "Kendimi biraz aç hissediyorum" deseniz ne olur? Bunu demekle siz de benim gibi göreceksiniz ki iştahınız birkaç dakika içinde azalacaktır. Bazen insanlar kendilerini duygusal bir telaş durumuna sokma paternini alışkanlık haline getirdikleri için gereğinden fazla yerler. Bunun birazı da sürekli olarak kullandıkları kelimelerden gelir. Geçenlerde yaptığımız Kaderle Randevu seminerinde, kelimelerin kişinin duygusal durumunu bir anda değiştirmesiyle ilgili harika bir örnek gördük. Katılımcılardan biri yemekten döndüğünde pek neşeliydi. Kendisi anlattı. Yemekten hemen önce ağlayarak salondan kaçma isteği duymuş. "Her şey kafamda karma karışıktı" dedi. "Kendimi patlayacak gibi hissediyordum. Kriz geçirecek gibi. Ama kendime dedim ki, "Yo, kriz değil, değişim bu!" Ardından da, "O da değil, bir depar!" dedim." Evet, değiştirdiği yalnızca bir kelimeydi, ama etiket kontrolünü eline aldığı anda kendi durumunu da yaşamakta olduğu tecrübeye bakışını da, tüm gerçeğini de değiştirmişti. İşte fırsat elinizde... Kontrolü elinize alın. Alışkanlıkla kullandığınız kelimelerin farkına varın, onların yerine sizi güçlendiren kelimeler kullanmayı benimseyin, duygusal yoğunluğunuzu uygun şekilde alçaltıp yükseltin. Bugün başlayın. Bu süreç etkisini devreye sokun. Kelimelerinizi yazın, kararınızı verin, izleyin, bu basit aracın tek başına bile neler sağlayabileceğini görün. Şimdi de, duygularınızı yönetme konusunda yine bu kadar eğlenceli, yine bu kadar basit ama güçlendirici bir başka konuyu ele alalım. Birlikte yola koyulalım, yepyeni olanaklara kapı açabilmek için de... |
Cevap: İçindeki Devi Uyandır Kitabından Alıntılar http://www.angelfire.com/oh4/mystique8/lrose2/30.gif BLOKLARI KIRIN, DUVARI YIKIN, İPİ BIRAKIN VE DANS EDEREK BAŞARIYA YÖNELİN: HAYAT METAFORLARININ GÜCÜ "Metafor belki de insanoğlunun en verimli potansiyellerinden bindir. Etkinliği sihir gücüne yakındır ve sanki Tann'nın yaratıklardan birinin içinde unuttuğu yaratma gücüne benzemektedir." JOSE ORTEGA GASSET "İpimin ucuna vardım." "Duvarı aşamıyorum." "Kafam çatlamak üzere." "Kavşak noktasındayım." "Sipsivri ortadayım." "Havalarda uçuyorum." "Boğuluyorum." "Kuşlar kadar mutluyum." "Çıkmaz yolun sonuna vardım." "Dünyayı omuzlarımda taşıyorum." "Hayat bir çanak dolusu kiraz." "Hayat çukurlarla, kuyularla dolu." Bir önceki bölümde, kelimelerin gücünün hayatımızı nasıl biçimlendirdiğini, kaderimizi nasıl yönlendirdiğini konuştuk. Şimdi de, daha bile büyük güç taşıyan, daha yoğun duygularla yüklü olan kelimelere bakalım: metaforlar. Metafor lan anlayabilmek için önce sembolleri anlamamız gerekmektedir. Hangisi daha anî bir etki yaratır: "Hıristiyan" sözü mü, yoksa haç işareti mi? Eğer siz de diğer insanların çoğu gibiyseniz, haç işaretindeki olumlu duyguların daha çok olduğunu söyleyeceksiniz. O işaret aslında birbirini dik kesen iki çizgiden başka bir şey değildir ama milyonlarca insana bir standardı, bir hayat biçimini ifade eder. Şimdi o haçı alın, uçlarını büküp gamalı haç yapın, onu da "Nazi" kelimesiyle karşılaştırın. Hangisi daha yoğun olumsuz duygular veriyor? Eğer insanların çoğu gibiyseniz, gamalı haç, olumsuz duyguları kelimeden daha çabuk getirecektir. İnsanlık tarihi boyunca semboller her zaman duygusal bir tepki yaratmak, insanoğlunun davranışını etkilemek için kullanılmıştır. Sembol olarak pek çok şey kullanılmıştır: imajlar, sesler, nesneler, eylemler ve tabii kelimeler. Eğer kelimeler sembolikse, o zaman metaforlar da yükseltilmiş sembollerdir diyebiliriz. Nedir metafor? Bir kavramı ne zaman başka bir şeye benzeterek anlatmaya kalkarsak, metafor kullanıyoruz demektir (yani teşbih, hattâ daha doğrusu istiare). Aslında o iki şeyin birbirine benzerliği pek az olabilir, ama birini çok iyi tanıyor olmak bize ikincisini daha iyi anlama olanağını getirir. Metaforlar semboldür ve sembol oldukları için duygusal yoğunluğu normal kelimelerden daha hızlı ve daha tamam biçimde yaratabilirler. Metaforlar bizi bir anda değiştirebilmektedir. Biz insanlar sürekli olarak metaforlarla düşünür, metaforlarla konuşuruz. İnsanların sık sık, "Kayayla duvarın arasına sıkışmış" durumda olduklarından söz ettiklerini duyarsınız. Ya da "karanlıktayız" derler, "kafamı suyun üstünde tutma mücadelesi veriyorum," derler. Acaba mücadelenizi, "kafayı su üstünde tutmak" biçiminde ifade ettiğinizde, "başarı merdivenine tırmanmak" dediğiniz zamankine göre biraz daha mı stresli olursunuz? Bir sınava girişinizi anlatırken, "yelkeni açıp cevapları işaretledim" demekle, "iğneyle kuyu kazdım" demek arasında bir duygu farkı var mıdır? Zamanın geçişini anlatırken, "Zaman emekliyor" ile "Zaman uçuyor" demek arasında algıladığınız tecrübe değişik olur mu? Hem de nasıl! Öğrenmenin en başta gelen yollarından biri, metaforlarla öğrenmektir. Öğrenme dediğimiz süreç, zihnimizde yeni bağlantılar, asosiyasyonlar kurmak, yeni anlamlar yaratmaktır, metaforlar da bu işe son derece uygundur. Bir şeyi iyi anlayamadığımız zaman, bir metafor kullanmak bize, anlamadığımız şeyin, anladığımız bir başka şeye ne kadar çok benzediğini gösterir. Metafor bize, ilişkiyi bağlama konusunda yardımcı olur. Eğer X, Y gibiyse ve biz de X'i anlıyorsak, bir anda Y'yi de anlarız. Örneğin biri size elektriği anlatırken "ohm", "amper", "vat" "rezistans" gibi kelimeler kullanıyorsa, büyük olasılıkla kafanızı karıştıracaktır, çünkü siz herhalde bu kelimelerden bir şey anlamıyorsunuzdur, onlara ait referanslara sahip değilsinizdir, bu nedenle aralarındaki ilişkileri de anlayamazsınız. Ama ben size elektriği anlatırken, onu zaten bildiğiniz, tanıdığınız bir şeye benzeterek anlatırsam ne olur? Örneğin size bir boru resmi çizsem, "Hiç borunun içinden akan su gördün mü?" desem, hemen evet dersiniz. O zaman ben, "Ya bu borudan geçen suyu yavaşlatabilen bir kapakçık olsaydı? İşte o kapakçığa rezistans denir" desem, o zaman rezistansın ne işe yaradığını daha iyi anlar mıydınız? Tabii anlardınız. Bir anda bilirdiniz. Neden? Çünkü ben size o yeni kavramın, bildiğiniz bir şeye benzerliğini göstermiş olurdum. Buda, Hazreti Muhammed, Konfüçyüs, Lao-Tzu gibi bütün büyük öğretmenler, sıradan insana dediklerinin anlamını anlatabilmek için metaforlar kullanmışlardır. Dinsel inançları bir kenara bırakırsak, İsa peygamberin olağanüstü bir öğretmen olduğunu, sevgiyle ilgili mesajlarının bugüne kadar ulaşmasının yalnız ne dediğine değil, onu deyiş biçimine dayandığını çoğunuz kabul edersiniz. İsa balıkçılara gidip de onlara yani Hıristiyanlara "toplamalarını" söylememiştir, çünkü onlar bu "toplama" sözünden bir şey anlamayacaklardır. Onlara, "insanların balıkçısı olmanızı istiyorum" demiştir. O metaforu kullandığı anda, balıkçılar ne yapmaları gerektiğini hemen anlamışlardır. Metafor onlara, yeni kişileri inancın çevresine toplamak için neler yapmaları gerektiğini adım adım göstermeye yetmiştir. İsa karmaşık fikir ve kavramları basit imajlar halinde aktarmanın, insanların o mesajı yüreklerinde hissetmesini sağlamanın ustasıydı. Hattâ kendi hayatını bile bir metafor olarak kullanmış, Tanrı'nın sevgisini ve ruhun kurtulması vaadini bu yolla ifade etmişti. Metaforlar, hayat tecrübemizi genişletip zenginleştirerek bizi güçlendirebilir. Ama ne yazık ki, eğer dikkat etmezsek, bir metaforu kabul ettiğimiz anda birçok sınırlayıcı inancı da onunla birlikte kabul etmiş oluruz. Fizikçiler uzun yıllar boyunca, atom çekirdeğinde elektronların proton ve nötronla olan ilişkisini tarif edebilmek için güneş sistemi metaforunu kullanmışlardır. Nesi harikadır bu metaforun? Öğrenciler bunu duydukları anda, atomun zaten bildikleri, anladıkları bir şeyle ilişkisini de anlayabilmektedirler. Atomu bir anda güneş gibi, elektronları da gezegenler gibi candırabilmektedirler. Ama bu metaforun yarattığı zorluk da, fizikçilerin bunu kabul etmekle, farkında olmadan, bir inancı da birlikte kabul etmeleri, elektronların çekirdeğe uzaklığının, gezegenlerin güneşe uzaklığı gibi sabit kaldığına inanmaya başlamalarıdır. Bu yanlış ve sınırlayıcı bir inanç olmuştur. Hattâ sırf bu yüzden, atomla ilgili bir yığın sorular yıllarca çözülememiştir. Bugün artık elektronların yörüngesinin çekirdeğe uzaklığının sabit olmadığını biliyoruz. Bunların yörüngelerinin çekirdeğe uzaklığı değişkendir. İşte bu yeni anlayış, o güneş sistemi metaforu terk edilinceye kadar yerleşememiştir. Yerleşince de sonucu, atom enerjisini anlama konusunda büyük bir sıçrayış getirmiştir. |
Cevap: İçindeki Devi Uyandır Kitabından Alıntılar Hani o öfkeli genel müdürümü hatırlıyor musunuz? Değişik Sözlükçesi teknolojisinin önemini keşfettiğim gün, küresel metaforlar dediğim şeyin değerini de keşfetmiştim. Genel müdürümün duygularını yoğunlaştıran metaforlar kullanmakta olduğunun farkındaydım. Acaba bu olumsuz duygulan hissetmesinin ilk nedeni nedir, diye merak ediyordum. Siz de, ben de biliyoruz ki, yaptığımız her şey, içinde bulunduğumuz duruma bağlıdır, onu da, fizyolojimizle, olayları kafamızda nasıl temsil ettiğimiz saptamaktadır. Ona neden bu kadar sinirlendiğini sordum. "Çünkü bizi bir kutuya tıkmış, kafamıza da namluyu dayamış gibiler," dedi. Kafanızın içinde, sizi böyle bir duruma soktuklarına inansanız, sizin de duygularınız yoğunlaşmaz mıydı? Neden kızdığı ortadaydı işte. Bana gelince, ben yıllardan beri insanlara, metaforlarını değiştirme yoluyla ve davranış paternlerini kırma yöntemiyle duygularını değiştirmeleri için yardımcı olmaktaydım, ama bunu yapmakta olduğumun farkında değildim. (İşte etiket yaratmanın gücü de bir bakıma burada: Yaptığınız şeye bir kere bir etiket takınca onunla tutarlı davranışı da bir anda yaratabiliyorsunuz.) Genel müdürüme dönüp, "O su tabancası ne renk?" diye sordum. Yüzüme şaşkın şaşkın baktı, "Ne?" diye sordu. Ben sorumu tekrarladım. "Kafana tuttukları su tabancası ne renk?" dedim. O zaman paterni hemen kırıldı. Soruma cevap verebilmek için, zihnini benim o saçma cümleme odaklamak zorunda kalmış, bu da onun iç odağını bir anda değiştirmişti. Su tabancasını gözünde canlandırdığı anda, duygusal durumu da değişti mi dersiniz? Hem de nasıl! Gülmeye başladı. Görüyorsunuz ya, tekrar tekrar sorduğunuz soru ne olursa olsun, kişi sonunda ona bir cevap bulmak zorunda kalır. Ve sorunuza cevap verdikleri anda da zihinsel odakları değişir. Örneğin ben size tekrar tekrar, "Mavi rengi düşünme" dersem, siz hangi rengi düşünürsünüz? Tabii ki maviyi... Ve düşündüğünüz neyse, duygularınız da öyle olur. Ona durumu su tabancası açısından düşündürmekle, güçsüzleştirici imajını bir anda yıkmış, duygusal durumunu da onunla birlikte değiştirmiştim. Ya o canlandırdığı kutu? O konuyu farklı biçimde ele aldım, çünkü onun rekabetçi bir insan olduğunu biliyordum. Şöyle konuştum. "O kutu meselesine gelince seni bilmem ama, beni içinde tutabilecek kadar büyük kutuyu hiç kimse yapamaz." Bunun kutuyu da nasıl yok ettiğini tahmin edebilirsiniz! Bu kişi sürekli yoğun duygular içindeydi, çünkü saldırgan metaforlarla iş görüyordu. Eğer bir konuda kendinizi kötü hissediyorsanız, duygularınızı hangi metaforlarla ifade ettiğinize bakın, ya da ilerleyemediğinizi hissediyorsanız, yolunuzu neyin tıkadığına bakın. Genellikle, olumsuz duygularınızı yoğunlaştıran bir metafor kullanmakta olduğunuzu görürsünüz. Zorluklarla karşılaşan insanlar sık sık, "Dünyanın yükünü omuzlarımda hissediyorum," derler, ya da "Karşıma bir duvar dikiliyor, geçemiyorum," derler. Ama bu güçsüzleştirici metaforları, yarattığımız kadar hızlı değiştirebiliriz. İnsan metaforu kendine bir gerçek gibi sunar oysa metafor çarçabuk değiştirilebilir. Biri bana dünyayı omuzlarında taşıdığını söylerse "Dünyayı omzundan indir ve ilerle" derim. Yüzüme garip garip bakar, ama söylediğim şeyi anlayabilmek için odağını değiştirir, duyguları da bir anda değişir. Ya da biri bana ilerleyemiyorum derse, durmadan duvara çarpıyorum derse, çarpmayı kes, duvara delik aç, ya da üstüne tırman, ya da altından tünel kaz, ya da yürüyüp kapıyı aç, oradan geç derim. Bu kulağa çok basit geliyor ama, insanların buna ne kadar hızlı tepki gösterdiğine şaşarsınız. Bir şeyi kafanızda farklı temsil ettiğiniz anda, duygularınız da değişir. Biri bana, "İpimin ucuna vardım," derse, "İpi bırak, buraya gel" derim. İnsanlar genellikle kendilerini bir duruma "çakılmış" hissettiklerini söylerler. İnsan hiçbir zaman "çakılı değildir! Belki biraz çaresiz hissetmektedir, belki cevapları çok net görememektedir ama çakılmış değildir. Ama durumu kendi zihninizde "çakılma" olarak temsil ettiğiniz anda öyle hissetmeye başlarsınız. Hangi metaforları kullandığımıza çok dikkat etmemiz gerekmektedir. Aynı zamanda başkalarının bize sunduğu metaforlara da dikkat etmek şarttır. Geçenlerde Sally Field'in 44 yaşına gelmesiyle ilgili bir yazı okuyordum. Yazıda Sally'nin, "o kaygan orta yaş yokuşunu inmeye başladığı" söyleniyordu. Genişleyen bilgeliği tarif etmek için amma da korkunç ve güçsüzleştirici bir ifade biçimi! Eğer kendinizi karanlıkta hissediyorsanız, ışığı yakın. Bir karmaşa denizinde boğuluyor gibi hissediyorsanız, yürüyüp kıyıya çıkın, anlayış adasının kumsalında dinlenin. Biliyorum, kulağa çocukça gibi geliyor, ama asıl çocukça olan, kendimizi sürekli güçsüzleştirecek metaforları farkında olmadan seçişimizdir. Metaforlarımızı bilinçli olarak seçmeliyiz. Bunu yalnız metaforlar sorunundan kurtulmak için değil, güçlendirici metaforları benimsemek için böyle yapmalıyız. Kendinizin ve başkalarının kullandığı metaforlara duyarlılığı bir kere edindiniz mi, değişiklik yaratmak çok kolaylaşır. Tek yapacağınız, kendinize, "Ben gerçekten bunu mu demek istiyorum? Durum gerçekten böyle mi, yoksa bu metafor yanlış mı?" diye sormaktır. Unutmayın, "Kendimi şöyle şöyleymiş gibi hissediyorum" dediğiniz anda, aradaki kelimeler bir metafordur. O zaman kendinize daha güçlendirici bir soru sorun. "Hangisi daha iyi bir metafor olabilir?" deyin. "Bu durumu nasıl daha güçlendirici biçimde düşünebilirim? Başka neye benziyor?" deyin. Örneğin size hayatın sizce anlamını sorsam, belki bana, "Hayat sürekli bir savaş" ya da "Hayat bir savaş" dersiniz. Eğer bu metaforu kullanırsanız, onun yanı sıra gelen bir dizi inancı da benimsemeye başlarsınız. Tıpkı atomla güneş sistemi metaforu gibi, davranışlarınız da bu metaforun getirdiği bir dizi bilinç dışı inanca göre biçimlenmeye başlar. Benimsediğiniz her metafor, size bir dizi kuralı, fikri ve önyargılı kavramları da birlikte getirir. O halde eğer hayatın bir savaş olduğuna inanırsanız, hayata bakışınız ne türlü renklenir? Belki diyebilirsiniz ki, "Çok zordur ve ölümle sonuçlanır." Ya da diyebilirsiniz ki, "Ben bir yanda, herkes bir yanda demektir." Ya da diyebilirsiniz ki, "Eğer hayat bir savaşsa, belki de yaralanırım." Bütün bunlar, insanlarla, olanaklarla, işle, çabayla ve hayatın kendisiyle ilgili bilinç dışı inançlarınıza süzülüp onları etkilemektedir. Metafor, sizin nasıl düşüneceğinizle, nasıl hissedeceğinizle, neler yapacağınızla ilgili kararlarınızı etkileyecektir. Eylemlerinizi biçimlendirecek, dolayısıyla kaderinizi de biçimlendirecektir. |
Cevap: İçindeki Devi Uyandır Kitabından Alıntılar Farklı kişilerin farklı küresel metaforları vardır. Örneğin Donald Trump'la yapılmış röportajları okurken hayattan sık sık "sınav" diye söz ettiğine dikkat ettim. Ya insan bir numara olacak, ya da kaybedecek - ikisinin arası yok. Böyle yorumlamanın onun hayatında ne büyük bir stres yaratacağını düşünebiliyor musunuz? Eğer hayat sınavsa, belki de zor olacaktır. Belki hazırlıklı olmakta yarar vardır. Belki çakarsınız (ya da kopya çeker, yani hile yaparsınız herhalde). Bazı kimseler için hayat bir rekabettir. Bu eğlenceli olabilir, ama aynı zamanda, yenmeniz gereken başkaları var demektir, bu yarışın yalnızca bir tek galibi olabilir demektir. Bazı kimseler için de hayat bir oyundur. Bu sizin algılarınızı nasıl renklendirirdi? Hayat eğlenceli olabilir... Ne yaman bir kavram, değil mi! Bir dereceye kadar rekabet içerebilir. Size oynama ve bol bol eğlenme fırsatı verebilir. Bazıları der ki, "Eğer hayat bir oyunsa, o zaman birileri de kaybedecek demektir." Bazıları da şöyle sorar: "Bu oyun çok beceri gerektiriyor mu?" Bütün bunlar, "oyun" sözüne ne gibi inançlar bağladığınıza bağlıdır. Ama bu bir tek metaforla, yine düşünüşünüzü ve duygularınızı değiştirecek süzgeçleri yerine yerleştirmiş olursunuz. Mother Teresa'mn hayat metaforu besbelli kutsaldır. Siz de hayatın kutsal olduğuna inansamz ne olurdu? Eğer bir numaralı metaforunuz bu olursa, belki hayata daha büyük bir saygı duyardınız ya da belki pek fazla eğlenmeye hakkınız olmadığını düşünürdünüz. Ya hayatı bir armağan olarak kabul ederseniz? Birdenbire hayat bir sürpriz olur. Eğlenceli bir şey, özel bir şey olur. Ya hayatı bir dans olarak görürseniz? Ne keyif, değil mi? O zaman çok güzel bir şey olur. Diğer insanlarla birlikte yapılacak bir şey olur. Zarif, tempolu, sevinçli bir şey olur. Bu metaforlardan hangisi hayatı doğru dürüst temsil ediyor? Besbelli hepsi zaman zaman, değişiklik yaratmak için neler yapmanız gerektiğini yorumlarken işinize yarayabilecek şeyler. Ama unutmayın, bütün metaforlar bazı bakımlardan yararlar sağlarken, bazı bakımlardan da sınırlar getirirler. Ben metaforlar konusunda giderek artan duyarlılıklar edindikçe, bir tek metafora sahip olmanın hayatı sınırladığına inanmaya başladım. Eğer fizikçilerin elinde atomları tarif edecek daha başka yollar da bulunsaydı, o zaman güneş sistemi metaforu pek de zararlı olmazdı. Demek ki eğer hayatımızı genişletmek istiyorsak, hayatımızı ve ilişkilerimizi tarif etmekte kullandığımız metaforları genişletmemiz, hattâ insan olarak kendimizin ne olduğunu tarif ederken kullandığımız metaforları zenginleştirmemiz gerekir. Peki, yalnızca hayat konusunda ya da atom konusunda mı metaforlarımız var? Tabii ki değil. Tecrübelerimizin hepsiyle ilgili metaforlar imiz var. Örneğin işi ele alalım. Bazı kimseler, "Eh, haydi değirmene dönelim bakalım" derler. Ya da, "Burnumu değirmen taşının altına soktum," derler. Sizce bu insanların işleriyle ilgili duyguları nasıldır? Tanıdığım bazı insanlar da küresel metaforlar kullanırlar. Sahip oldukları iş için "aktiflerim", istihdam ettikleri insanlar için de "pasiflerim" ya da "yükümlülüklerim" derler. Bunun insanlara davranış biçimlerini nasıl etkilediğini görebiliyor musunuz? Kimi de işini bir bahçe olarak görür, sonunda meyveleri toplayabilmek için o bahçeye her gün bakmak gerektiğini düşünür. Bir kısmı da işini, dostlarıyla birlikte olmak, kazanan takımın üyesi olmak için bir fırsat olarak görür. Beni sorarsanız, ben işlerimi birer aile gibi görürüm. Böyle olması da, birbirimizle paylaştığımız ilişkilerin kalitesini değiştirmemize izin verir. |
Cevap: İçindeki Devi Uyandır Kitabından Alıntılar http://s55.radikal.ru/i147/0903/ca/43079191e36d.gif "Hayat resim yapmaktır, toplama yapmak değildir." OLIVER WENDEL HOLMES, JR. Kişinin küresel metaforunu değiştirmesinin, "Hayat bir rekabet" demek yerine, "Hayat bir oyun" demesinin, birçok alandaki tecrübelerini nasıl birarada değiştirebileceğini görebiliyor musunuz? Peki, onu bir dans olarak görseniz, ilişkilerinizi değiştirir miydi? İşinizi nasıl yönettiğinizi değiştirir miydi? Hem de nasıl değiştirirdi! İşte bu, bamteli dediğimiz noktadır. Küresel bir değişikliktir. Bir tek değişiklik yapmakla, hayatınızın pek çok alanında düşünüş ve hissediş biçiminiz değişmektedir. Ben size, olaylara bakmanın doğru ve yanlış yolları vardır demiyorum. Yalnızca bir tek küresel metaforu değiştirmekle, tüm hayatınıza bakış açınızı değiştirebileceğinizi söylüyorum. Tıpkı Değişim Sözlükçesi'nde olduğu gibi, metaforların da gücü basitliğinde yatmaktadır. Yıllar önce ben Scotts'da iki Arizona'da iki haftalık bir sertifika programı uyguluyordum. Seminerin ortasında adamın biri ayağa fırladı, elinde hayalî bir bıçak tutuyormuş da o millete rastgele saplıyormuş gibi hareketlerle, bir yandan avazı çıktığı kadar, "Benim gözüm kararıyor, benim gözüm kararıyor!" diye bağırmaya başladı. Onun iki sıra önünde oturmakta olan bir psikiyatrist, "Ah, Tanrım! Adam psikotik kriz geçiriyor!" diye bağırdı. Bereket versin ben o psikiyatristin Değişim Sözlükçesini kabullenmedim.Tam tersine, o heyecanlı adamın durumunu derhal değiştirmem gerektiğini biliyordum. Henüz küresel metafor kavramını geliştirmiş değildim. Yapmasını en iyi bildiğim şeyi yapma zorundaydım. Adamın paternini kestim. Ona doğru yürüyerek, "Onu beyazlaştır öyleyse!" diye bağırdım. "Daktilo yazarken kullandığın o sileceklerden kullan! Beyazlaştır onu!" Adam bir an afalladı. Ne yapıyorduysa onu durdurdu. O anda herkes de durmuş, bundan sonra ne olacağını bekliyordu. Birkaç saniye içinde adamın yüzü ve vücudu değişti, soluklan farklılaştı. Ben, "Baştan sona beyazlaştır onu," dedim, sonra kendini nasıl hissettiğini sordum, "Çok daha iyi" diye karşılık verdi. O zaman ona, "O halde otur artık," dedim ve seminere devam ettim. Herkes şaşkına dönmüştü. Ben de dahil. Bu işin bu kadar kolay çözümlenmesini ben de beklemiyordum! İki gün sonra o adam bana yaklaştı, "Mesele neydi, bilmiyorum," dedi. "O gün kırk yaşıma basmıştım ve bir anda aklım basımdan gitti. Bıçaklama hareketleri içimden geliyordu, çünkü bir karanlığın içindeydim ve o karanlık beni yutuyordu. Ama sonra o beyazlaştırma işini yaptım, her şey parlaklaşıverdi. Kendimi tümüyle farklı hissettim. Yeni düşünceler geldi kafama. Bugün de kendimi çok iyi hissediyorum." Sonra da seminerin sonuna kadar kendini iyi hissetmeyi sürdürdü. Bunu yalnızca bir metaforu değiştirerek sağlamıştı. Şu ana kadar yalnızca olumsuz duygu yoğunluğunuzu Değişim Sözlükçesi ve küresel metaforlar kullanarak nasıl azaltabileceğinizi konuştuk. Oysa bazen de olumsuz duyguları güçlü bir yoğunlukla hissetmek yararlı ve önemlidir. Örneğin ben bir çift tanırım. Oğullan uyuşturucu ve alkole kendini kaptırmıştı. Onun bu yıkıcı paternini kesmek için bir şeyler yapmaları gerektiğini biliyorlardı ama bir yandan da onun hayatına burunlarım sokma konusuna bazı karışık asosiyasyonlar bağlamış durumdaydılar. Sonunda onlara adım attıran, eyleme geçmeleri için gerekli kaldıracı sağlayan, eskiden uyuşturucu bağımlısı olan biriyle yaptıkları bir konuşma oldu. Adam onlara, "Şu anda oğlunuzun kafasının içinde iki mermi var" demişti. "Biri uyuşturucu, öteki de alkol. Bunların birinden biri onu öldürecek. Konu yalnızca zaman meselesi meğer ki siz onu hemen durdurasınız." Durum böyle sunulunca, eyleme geçmişlerdi. Birdenbire, eyleme geçmemek, oğullarının ölmesine izin vermek anlamına gelmişti. Oysa o zamana kadar sorunu kafalarında yalnızca bir zorluk olarak görmüşlerdi. Bu yeni metaforu benimseyinceye kadar, işi yapmak için gerekli olan duygusal güçten yoksundular. Şimdi size mutlulukla söyleyebilirim ki delikanlıya yardım etmeyi, olayları tersine çevirmeyi başardılar. Unutmayın, kullandığımız metaforlar, eylemlerimizi saptar. |
Cevap: İçindeki Devi Uyandır Kitabından Alıntılar İnsanların küresel metaforlarına duyarlılık kazanabilmek için "antenlerimi" geliştirirken antropolog Mary Catherine Bateson'la yapılan bir röportajı okudum. Şöyle diyordu: "Zehirli bir metafordan daha güç kesici pek az şey vardır." İşte bu çok sağlam bir teşhis. Çok geçmeden ben de bu konuda kendi tecrübelerimi edinmeye başladım. Kaderle Randevu seminerlerimden birinde, hemen herkes, daha seminer başlamadan önce bile, katılımcı bir kadından yakınmaya başlamıştı. Kadın daha kayıt masasında olay çıkarmış salona girince de her şeyden yakınmaya başlamıştı. Bir kere, salonu fazla sıcak bulmuş, daha sonra fazla soğuk bulmuştu. Önünde oturanın fazla uzun boylu olmasından rahatsız olmuştu, falan filan. Ben konuşmak üzere ayağa kalktığımda, daha beş dakika geçmeden sözümü kesti, söylediklerimin sonuç vermeyecek şeyler olduğu, sonuç verecek olsa bile istisnaları bulunduğu yolunda kanıtlar aramaya başladı. Ben onun patentini kesmeye çalışıp duruyordum, ama sebebe değil, etkiye odaklanmıştım. Birden aklıma geldi. Herhalde onu ayrıntılar konusunda böylesine fanatik ve saldırgan yapan bir küresel inancı ya da küresel metaforu olmalıydı. "Bunu yapmakla ne kazanmaya çalışıyorsunuz?" diye sordum. "Olumlu bir niyetiniz olduğunu biliyorum. Sizin hayat hakkında, ayrıntılar hakkında, ya da bir şeylerin doğru ya da yanlış olması hakkında inancınız nedir?" Kadın cevap olarak, "Herhalde küçük sızıntıların gemiyi batırabileceğine inanıyorum" dedi. Siz de eğer boğulup öleceğinizi düşünseniz, bir sızıntı bulma konusunda fanatik kesilmez miydiniz? O kadın hayata böyle bakıyordu işte! Nereden gelmişti bu metafor? Sonunda anladık ki bu kadının hayatı boyunca, küçük nedenlerle büyük kayıpların yaşandığı pek çok olay olmuştu. Boşanışını, çözümlenmeyen birtakım küçük sorunlara yorumluyordu. Kendisinin farkında bile olmadığı sorunlar. Mâlî sıkıntılarının da hep küçük nedenlerden kaynaklandığı inancındaydı. Gelecekte bu tür acılar çekmemek için bu metaforu benimsemişti. Belli ki ben ona bir kaldıraç sunmadıkça, metafor değiştirmek gibi bir niyeti de yoktu. Bu metaforun hayatında sürekli olarak yarattığı acıları ona hissettirip, onu değiştirmekle hemen kazanacağı zevklere işaret ettiğimde, paternini kırıp metaforunu değiştirmesine, kendine ve hayatına yepyeni açılardan bakabilmesine yardımcı oldum. Çok sayıda küresel metaforlar edindi - hayat bir oyun, dans gibi hayat - bu tür şeylerdi hepsi. Ne büyük bir değişiklik olduğunu görmeliydiniz! Yalnız başkalarına karşı davranışında değil, kendine olan davranışında da. Çünkü kendinde de küçük sızıntılar arayıp duran bir insandı. Bu bir tek değişiklik, onun her şeye olan yaklaşımını değiştirmiş bir küresel metaforun nasıl hayatın tüm yönlerini etkilediğine de iyi bir örnek oluşturmuştu. Kişinin özsaygısından ilişkilerine, dünyaya bakışına kadar tüm yönleri. Metaforların hayatımız üzerinde bunca gücü olmasına rağmen, işin korkulu yanı, çoğumuzun olayları kendi zihnimizde temsil etmekte kullandığımız metaforları bilinçli seçmiş olmak işimizdir. Siz nereden edindiniz metaforlarınızı? Herhalde çevredeki insanlardan, annenizle babanızdan, öğretmenlerinizden, iş arkadaşlarınızdan ve dostlarınızdan kaptınız. Bahse girerim ki bunların hayatınız üzerindeki etkilerini hiç düşünmemişsinizdir. Hatta belki bu metaforları bile hiç düşünmemişsinizdir. Sonra da bunlar sizde bir alışkanlık haline gelmiştir. |
WEZ Format +3. Şuan Saat: 08:20 PM. |
Powered by vBulletin® Version 3.8.8
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.